*Diyanet İşleri Başkanı
Söyleşi: Neşe VONA
Zihnî arka planı Aydınlanmanın temel önermelerine dayanan modernleşme süreci, Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan sebeplerle Batı’dan çok daha farklı bir şekilde tezahür etmiştir. Bu sürecin en yoğun biçimde yaşandığı dönem, Osmanlı mirası üzerine kurulan Cumhuriyet dönemi olmuştur. Cumhuriyet idaresinin, laik sistem anlayışından hareketle gerçekleştirdiği en büyük kurumsal değişimlerden biri, Osmanlı siyasal sistemi içinde önemli bir yer tutan Şeyhülislamlık makamını kaldırmasıdır. Bundan doğan boşluk, laik devlet sisteminin denetimi altındaki Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak doldurulmuş ise de, 1924 yılında, esas itibariyle din hizmetleri ile din eğitimi vermek üzere kurulan bu kurumun sistem içindeki varlığının meşruiyeti birbirinden çok farklı kesimlerce zaman zaman tartışmaya konu olmaktadır. Bu tartışmalar da daha ziyade kurumun kamu hizmeti verip vermediği, toplumda dinî hizmetlerin sivil örgütlere ve cemaatlere bırakılmasının imkân ve sorunları gibi pek çok mesele üzerinden yapılmaktadır.
Üzerinde çokça konuşulan bu kurumun 2003 yılından beri başkanlığını yürütmekte olan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ile, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işlevinden, bu kuruma yöneltilen eleştirilere kadar pek çok konuyu içeren samimi söyleşimizin Danıştay saldırısı ile eş zamanlılığı, söyleşinin önemini bir kat daha arttırdı.
İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olan Bardakoğlu, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde doktorasını tamamladı (1982). 1986 yılında doçent; 1993 yılında da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku profesörü oldu. Marmara İMYO Müdür Yardımcılığı ile Dekan Yardımcılığı görevlerinde de bulundu. Ulusal ve uluslararası çok sayıda sempozyuma tebliğci ve müzakereci olarak katılan Bardakoğlu, İslâm hukuku alanında 60’tan fazla çalışmaya imza attı. TDV İslam Ansiklopedisi’nin yazarlarından olan Bardakoğlu, 2003 tarihinden bu yana Diyanet İşleri Başkanlığı görevini sürdürüyor.
Bir konuşmanızda, Diyanet’in toplumun gelişmesinde en önemli üst değer olarak dini gördüğünü ifade ediyorsunuz. Mevcut konjonktür içerisinde Diyanet bünyesinde verilen din eğitimini toplum için yeterli buluyor musunuz?
Biz, din eğitimi deyince iki şeyi kastediyoruz: Biri, halkımızın dinî konularda aydınlatılması, eğitilmesi; diğeri ise, bu eğitimi verecek personelimizin eğitilmesi. Biz tabir yerinde ise, 80 bin kişilik büyük bir üniversite olarak da görüyoruz kendimizi. Bilgilenme ve bilgi bir süreçtir; onun son noktası olmaz. Kur’an-ı Kerim bize her bilenin üzerinde başka bir bilenin olduğunu haber verir. Bilgi derinleştikçe insan, ne kadar az şey bildiğini fark eder. Böyle olduğu için de bütün din görevlilerimize bilginin ve bilgilenmenin bir süreç olduğunu, insanın sürekli kendini yenilemesi, dünyada olup biteni izlemesi gerektiğini anlatıyoruz. Bu anlamda her yıl hacca gönderilecek görevlileri sınava tâbi tutuyoruz. Din görevlilerimizi bir bakıma bilgi yarışına soktuk diyebilirim. Onlara dinî alanda bilginin, rasyonel düşüncenin, eleştirel bakışın ve bilgiyi tazelemenin gerekliliğini anlatıyoruz. Onun için din görevlilerinin eğitimi fevkalade önemlidir. Ancak burada işimiz zorlaşıyor. Zira eğiten insanın, eğitime ihtiyaç duyması çok zor bir eşik. Çünkü 300-500 kişinin arkasından “hocam, hocam” dediği, peşinde namaz kılınan bir kişinin o bilgi açlığını ve dinî bilgisini yenileme ihtiyacını hissetmesi çok zor. Öncelikle din görevlilerimizin bu bilgi açlığını hissetmesi gerekir. Bu sebeple biz, 16 tane eğitim merkezimizin müfredatlarını, pedagojik ilkelere uygun şekilde ders kitaplarını ve eğitim prensiplerini bölüm bölüm, ünite ünite yeniledik; daha çok okumaya ve tartışmaya sevk ettik. Bunun yanında yeni göreve başlayanlara mesleğe hazırlık eğitimi, göreve devam edenlere ise, bilgilerini gözden geçirme eğitimi veriyoruz. Mesela cezaevinde mahkumlara din hizmetinin nasıl verilmesi gerektiğinden, kadınlara ve gençlere yönelik dinî irşat faaliyetinin nasıl olması gerektiğine kadar pek çok konuda eğitim vermeye çalışıyoruz.
İkinci eğitim alanı da, halkımızın dinî konularda yaygın şekilde aydınlatılması ve eğitilmesidir. Tabii bunun önemli bir kısmını cami içi hizmetlerle yapıyoruz. Bakınız geçtiğimiz günlerde Türkiye genelinde bütün insanları kucaklayan bir Kutlu Doğum Haftası yaşadık. İstedik ki, Peygamber Efendimiz’in sevgisinin anlatıldığı bu faaliyetler, Diyanet’in öncülüğünde ve devletin şemsiyesi altında kuşatıcı bir şekilde olsun. İnsanlar bunu fırsat bilerek, ideolojik, siyasî veya örgütsel kazanç sağlama yoluna gitmesinler. Ufak tefek problemler olsa da, geçtiğimiz yıla göre oldukça iyi geçti. Yine ülke genelinde paneller düzenliyor, belli konuları gündeme taşıyor, halkımızı bilgilendiriyoruz. Basın açıklamaları bile toplumu bilgilendirmenin bir parçası aslında.
Diyanet bünyesindeki kadın eleman sayısı arttırılıyor. Gittikçe artan sayıda ciddi donanımlara sahip kadın vaizelerin Diyanet kadrosuna dâhil ediliş sebepleri neler?
Kadın hakları aslında Türkiye’nin çok önem vermesi gereken bir konu. Bu, sadece toplumsal duyarlılık ve medyanın ilgisi nedeniyle değil, bu durumun iyileştirilmesi bizzat dinî duyarlılık alanına dâhil bir mesele olduğu için ele alınmalıdır. Geçtiğimiz iki yıl içerisinde kadın örgütleri ile epey toplantı yaptık. “Pozitif ayrımcılık yapıyoruz, yapacağız” dedik, diyoruz. Bakınız istatistikî verilere göre nüfusumuzun %50’den biraz fazlası kadınlardan oluşuyor. Onların eğitimi, onların bu toplumsal gelişmeye ve bütünleşmeye katılmaları, kendilerini toplumda işe yarar olarak görmeleri, kendileri ve aileleri ile barışık olmaları çok önemli. Onun için de kadın vaizelerimize daha büyük görev düşüyor. İmkânlarımızı, yeni aldığımız kadroları bayanlara tahsis ediyoruz. Mesela vaizlik kadrosunu alıp, bayanlara tahsis ettik. Yine onları Kur’an Kursu öğreticiliğine yönlendirdik. Şu ana kadar 7 ilimize müftü yardımcısı bayan atadık; atamaya devam ediyoruz. Her büyük ilimizde bir bayan müftü yardımcısının bulunması hedeflerimizden bir tanesi. Kadınların sorunları ile ilgilenecek, Kur’an Kursu öğreticileri ya da vaizelerin eğitimleri ile ilgilenecek, kadın sorunlarını dinî duyarlılık olarak ele alacak ve bu konudaki bilinci geliştirecek bayan müftü yardımcılarına ihtiyacımız var.
Peki, Diyanet’teki bu zihniyet değişiminde AB sürecinin etkisi var mı?
Hayır, din, AB yok iken de vardı. Peygamberimizin kadınlarla ilgili öğütleri 14 asır önce vardı; bugün ortaya çıkmış değil. Ama biz, bu toplumun gelenek ve töresinden, coğrafya ve kültüründen gelen kadın-erkek ilişkilerindeki ayrışmaları ve önyargıları koruduğumuz ve bunu dinî argümanlarla adeta onayladığımız ya da onaylattığımız için bu değişikliği yeni bir konu gibi algılamaya başladık. Oysa bu husus İslâm bilginlerinin önceden beri çok önem verdiği bir konudur. Hatta 14 asırlık tarihî geleneğimizde, kadın hakları ile ilgili müstakil eserler yazılmış; Hz. Peygamber’in hadisleri bugün söylenmiş gibidir. Şu bir gerçek, dinî mesajı çok iyi algılayabilmek için zihnimizin ona açık olması ve o geleneğin, o yanlış bilgilenmenin onu engellememesi, gölgelememesi lazım. Bunun AB süreci ile ilgisi yok. Bu arada tabii ki kadın hakları konusundaki duyarlılığımızı Avrupa’daki din hizmetlerimizde de devam ettiriyoruz. Orada binden fazla din görevlimiz var ve onlar insanları dünya vatandaşlığının gereklerine uygun davranmaya çağırıyor; kadın hakları konusuna vurgu yapıyor. Bu İslâm’ın yanlış anlaşılmasını önleyici bir adım da aynı zamanda. AB’ye üyelik Diyanet’in konusu değil; bizim tamamen dışımızda bir konu. Ama AB’ye üye ülkeler ile ilişkilerimizi kastediyorsanız, Diyanet olarak biz 30 yıldır Avrupa’nın içerisindeyiz ve binden fazla din görevlimizle Avrupa’daki insanımıza din hizmeti götürüyoruz. 30 yıldır bu Avrupa’nın, Avrupa’daki soydaşlarımızın, dindaşlarımızın sağlıklı, doğru, yerinde, düzgün dinî hizmet ve dinî bilgi alması için gayret ediyoruz. Yani heyetler arası görüşmelerde, Diyanet hizmetlerinin o toplumda barışı, sağlıklı ve doğru bilgilenmeyi nasıl sağlayacağı ve insanlığı toptan ilgilendiren ortak sorunlara dinin ne yönde, ne gibi olumlu katkı sağlayacağı konusu ele alınıyor. Bugüne kadar kadın konusunda attığımız adımlar, yaptığımız çağrılar doğrusu birçok çevrede olumlu karşılandı. Hatta Doğu ve Güneydoğu dâhil bütün din görevlilerimizin, kadın hakları, töre cinayetlerinin kınanması, kız çocuklarına karşı ayrımcılığın önlenmesi gibi konularda yaptığı çağrılar olumlu karşılanmış; orta yaş üzeri erkek cemaatte bile bu yönde hiçbir olumsuz tepki alınmamıştır. Bu da çok olumlu bir gelişmedir, tabii.
Merkezî hutbelerin yerelleştirilmesi meselesine gelecek olursak, buna neden ihtiyaç duyuldu?
Bu konuda olması gereken nedir? Tıpkı Batı’da ve Hıristiyan dünyada ya da Yahudilikte benzerlerini gördüğümüz gibi, her din görevlisinin kendi dini hakkında cemaatine bizzat kendi bilgisiyle, kendi hazırlayacağı metinle ve kendi özgüveniyle hizmet ve bilgi verebilmesidir. Asıl hedef budur. Gönül ister ki, 80 bin din görevlimizin hepsi, İslâm’ın aydınlık mesajlarını toplumumuza, dünyaya barış ve istikamet getiren çağrısını iyi algılasınlar, öğrensinler ve aktarsınlar. Belki de en yanlış olanı, bir kişinin herkes adına düşünüp, sonra bu düşüncelerini kâğıda döküp, çoğaltarak “ben böyle düşünüyorum; siz zaten böyle düşünüp, söylemek zorundasınız” demesidir. Bu bakımdan 81 il müftülüğümüzde özel komisyonlar kurduk. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgisi ve gözetimi devam edecek. Yani hiç kimse öyle keyfince kendi aklına estiğince hutbe okuyup söylemeyecek. Zaten böyle bir yanlışlığı kimse yapmayacağı gibi, il müftülerimiz de işin başındadır. Bölgelerimizin ihtiyaçları, hassasiyetleri, beklentileri farklı farklı. Yani biz hem İzmir’de, İstanbul’da Etiler ve Levent’te, Ankara’da aynı hutbeyi okuyoruz, hem de Ağrı’da, Kars’ta, Iğdır’da, Kastamonu’da. Yine her cemaatin ilgi ve algılama düzeyi farklı farklı. Böyle olunca da bazen çok edebî, süzülmüş bir metin ile hutbe okumak gerekiyor, bazen de çok daha basit, anlaşılabilir cümleler kullanmak gerekiyor. Sadece dinî sosyal ihtiyaçların farklılığından değil; cemaatin anlama, algılama ve kavrama düzeyindeki farklılığı da gözetebilmemiz için öyle bir kademelendirmeye geçtik. Ama illerimizde Haziran ayından itibaren çok güzel hutbe metinleri yazılacak ve okunacak; çok zengin ve cemaatin kendi duygularının, kendi beklentilerinin de içinde bulduğu daha gönle hitap eden hutbeler ortaya çıkacak diye ümit ediyoruz. Hiç sıkıntı olmasın diye her şeyi merkezîleştirmek doğru olmaz. Artık yavaş yavaş din görevlilerimizin de elini taşın altına koymalarını, onların da özgüven duyarak sağlam bilgi edinmelerini ve bu bilgiyi cemaate aktarmalarını sağlamamız gerekiyor.
Türkiye’deki din algısı ve bugüne kadar yapılan din hizmetlerinin halk nezdindeki yansımaları konusunda sosyolojik araştırmanız oldu mu?
Bugüne kadar bilimsel araştırma ve sosyal alan araştırması yapmaması ve bunlara dayalı olarak hizmetlerini geliştirmemesi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belki de en zayıf noktalarından birisi. Biz bugüne kadar birkaç araştırma yaptırdık. Yani yaptığımız hizmetler, toplumda nasıl karşılık buluyor? Ne kadar talebi karşılıyor? O konuda bu sene bir araştırma yaptırıyoruz ve yine bu konuda yapılmış araştırmalardan yararlanıyoruz. Yine İlahiyat fakültelerinin bu konuda bize daha fazla yardımcı olmalarını bekliyoruz. İlahiyat fakülteleri temel dinî bilgiler alanında, günümüz ihtiyacını karşılayan, günümüz sorunlarına eğilen çalışmalar yapmak zorunda. Bazen tarihin çok derinliklerinde kalıyorlar. Tarihin derinliklerindeki o derin bilgiler kendi içinde anlamlı olsa bile, günümüz ihtiyaçları açısından fazla bir anlam taşımıyor. Bu anlamda İlahiyatlardan, bilim çevrelerinden, araştırma kurumlarından bu tip destekler bekliyoruz. Biz de kendi imkânlarımızla bu yönde araştırmalar yapıyoruz ama bunun yeterli olduğunu elbette söyleyemeyiz.
Peki, halk Diyanet’i nasıl algılıyor?
Halkın Diyanet’e duyduğu güven ve takdirden tabii ki memnun oluruz, ancak halkın Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ne beklediği ile ilgili eleştiriler bizi daha çok ilgilendiriyor. Yani yanlış algılama mı var; yoksa biz konuyu yanlış mı sunuyoruz; yine halk bu konuda çok fazla mı önyargılı ve dış çevrelerin, grupların ve telkinlerin çok daha fazla etkisi altında mı kalınıyor? İşte biz bunun analizini yapmaya çalışıyoruz. Gönül ister ki, Diyanet hiçbir kesim tarafından tartışılan bir kurum olmasın ve öyle de olmalı. Biz dini ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı tartışmayı çok seven bir toplumuz. Aslında din tartışılmak için gönderilmez; din, insanların hayatına mutluluk versin, bu üç günlük dünya hayatında insanların huzur ve güven içinde, niçin dünyaya geldiğini ve nereye gideceğini de bilerek, kendisini o kainatın yaratılışı ile bütünleştirerek, kendisine bir anlam, bir misyon biçsin diye gönderilir. Ama nedense dini bu misyonundan uzaklaştırıp, daha çok gündelik tartışmaların en temel malzemesi olarak algılıyoruz. Herkes dinî konuları tartışmayı, bunun devamında ise Diyanet’i tartışmayı çok seviyor. Bu kurum ne kadar gerekli; az mı, çok mu gerekli; laiklikle bağdaşır mı, bağdaşmaz mı? Herkes sabahleyin kalkınca Diyanet’i yeniden kuruyor ve yapılandırıyor. Bu biraz da kendimizden beklediğimizi ötekinden beklemekten kaynaklanıyor. Keşke insanlar aynayı kendilerine tutup da, daha iyi bir insan ve birey, “daha iyi bir dindar nasıl olurum ve bu dini daha iyi nasıl anlarım”ı sorsa, bu daha iyi olur. Ama böyle olmuyor da, bütün sorunların giderilmesi dinden ve din adamından bekleniyor. Böyle olunca da Diyanet, sanki toplumdaki bütün sorunları giderecek, bütün sıkıntıları sona erdirecek, bir sözüyle bir bakışıyla dünyaya sulh ve sükûnet sağlayacak bir kurum gibi algılanıyor. Bu konuda birey ya da toplumdan kaynaklanan sıkıntılar varsa onların faturası da Diyanet’te çıkarılıyor. Tabii bu, şu anlama gelmiyor: Biz her şeyi iyi yapıyoruz. Bizim de yapmamız gereken çok işimiz ve eksiklerimiz var. İnsanın olduğu yerde sorun mutlaka olur. Sorun yoksa, o zaman sorunu görmüyoruz demektir. Bu da ikinci bir sorunu teşkil eder ki, ilkinden daha büyüktür.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması ya da Diyanet’in özerk yapıya büründürülmesi gibi çok farklı öneriler sunuldu geçtiğimiz günlerde. Diyanet’in kaldırılması halinde din hizmetleri sizce nasıl yürütülür?
İnsanlar Diyanet’in kaldırılmasını, bunun alternatifini düşünmeden ve bu kurumun ortaya çıkış nedeni ve sosyolojik arka planını görmezden gelerek öne sürüyorlar ve bunu da çok keyif verici bir tartışma olarak görüyorlar. Bunlar çok derinlikli analizlere dayanan tartışmalardan ziyade, alışılmış, yarı magazin yönü olan bir tartışma gibi geliyor bana. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını önerenlerin sözlerinin satır aralarını dikkatlice okursanız, Diyanet’in neden olması gerektiğini daha iyi anlarsınız.
Diyanet hem dinî, hem de devlete ait bir kurum. Bu hali ile Diyanet, sizce başörtüsü gibi konularda bir ikileme düşmüyor mu?
Bir defa Diyanet’in dinî ve devlete ait bir kurum olarak tanımlanması çok doğru değil. Diyanet, İslâm dininin kaynaklara dayanan doğru bilgisini vermekle yükümlü olan, aynı zamanda da laik ve demokratik devlet yapısı içerisinde yer alan bir kamu kurumudur. Yani devletin laik ve demokratik yapısı içinde yer alan bir kurum. Biz, din hizmetini kamu hizmeti anlayışıyla sunuyor ve yönetiyoruz. Yani insanların mezheplerini, meşreplerini sormaksızın onlara doğru bilgiyi sunuyoruz. Zaten din, bu yönü ile bakarsanız bir beyandan ibarettir. Gerisi insanların kendi tercihleridir. Bu açıdan bakarsanız Diyanet bağımsız bir kuruluştur. Zaten laikliği de biz şöyle anlıyoruz: Devlet ve siyaset dinin işine karışmayacak; din adamları da devletin diğer birimlerinin ve siyasetin işine karışmayacaklar. O açıdan bizim kamu hizmeti anlayışı ile din hizmeti sunmamız, yani bir kamu kurumu olmamız ile din alanında bağımsız olmamız birbiriyle çelişmiyor. Bir de, dinî bilgi ile din hizmetini masa başında üretmiyoruz. Halkımızın 14 asırlık yaşanmış bir dindarlık tecrübesi var. Bu din 14 asırdır yaşanıyor, insanlar anlıyor, hayatlarına yansıtıyorlar; büyük bir medeniyet oluşmuş. Yani sosyolojik bir gerçeklik var ortada; biz de bu gerçekliğe göre hizmet üretiyoruz. O bakımdan da sivil yönümüz var. İnsanları rencide etmeden, insanların duygularını, duyarlılıklarını anlayarak hizmet sunuyoruz. Yani kamplaşma ve gruplaşmayı değil; birlik ve bütünlüğü esas alıyoruz. Bakın bütün bunların hepsi yerine oturuyor. Sadece bir açıdan bakıp, kurumu o açıdan tanımlamak haksızlık olur. Yani “Diyanet bir kamu kurumudur, devletin bir parçasıdır; öyle ise bir devlet kurumudur ve devletin güdümünde bir din anlatılıyor” demek haksızlık olur. Diyanet’i sadece Kur’an ve sünnete, yani dinin temel kaynaklarına dayalı olarak bağımsız bilgi üreten bir kuruluş olarak göstermek de yetersiz kalır. Dinin ana kaynaklarından alınan sahih bilgiyi hizmete sunarken de birçok hususun ve dengelerin gözetilmesi gerekir. Kamu kurumu olmanın gerekliliği ile dinin ana kaynaklarına dayanan sağlam bilgi üretme sorumluluğunu bütünleştirerek, yaşadığımız modern dünyayı göz önüne alan bir Diyanet olmak gerekir. Yani bu ne demek? Biz sadece dinin ana kaynaklarından, halkımızın dinî tecrübesinden, devletimizin duyarlılıklarından ve Cumhuriyetimizin ilkelerinden yola çıkarak bir denge kurmakla yetinmeyip, aynı zamanda bir de modern dünyanın geldiği noktayı, ürettikleri birikimleri ve tartışmaları da göz önüne almak durumundayız. Yine 21. yüzyılda var olan ve varlığını sürdürmek zorunda olan bir Diyanet konseptini geliştirmek zorundayız. Yani 3. ya da 5. asrın değil, 21. yüzyılın Diyanet’i olmak zorundayız. Onun için de hemen önümüzü görmek yetmiyor; biraz da dış dünyayı görmemiz gerekiyor.
Alevilik, Caferilik gibi farklı grup, mezhep ve cemaatlerin hatta Hıristiyan ve Musevi gibi dinî grupların Diyanet’te temsili tartışmaları hâlâ güncelliğini koruyor. Diyanet bu meseleye nasıl yaklaşıyor?
Diyanet’in inanç gruplarına göre yapılandırılması fevkalade yanlış olur. Diyanet, az önce söylediğim gibi kamu hizmeti anlayışı ile din hizmeti vermek, İslâm dininin insanları birleştiren ortak bilgisini sunmak durumundadır. Onun için bizim dinî bilgi olarak anlattıklarımız İslâm’ın ortak bilgisidir. Belli bir mezhebin, belli bir meşrebin, belli bir görüşün, kliğin, grubun ya da kültürün bilgisi değildir. Yani Allah’a imanı, peygambere imanı, ahiret inancını, namazı, orucu anlatıyoruz; bunlar bir mezhebin, bir meşrebin görüşü değildir. Yine İslâm’ın temel ahlak prensiplerini anlatıyoruz; bunlar da yine ortak değerlerimizdir. Onun için Diyanet, mezhepler üstü, meşrepler üstü, her türlü siyasetin üstünde hizmet sunmak zorundadır. Bu kurumu, dinî inanış gruplarına, dinî pratik gruplarına, mezhep ve meşreplere göre yapılandırırsak, işte o zaman dünyaya iyi bir örnek olduğumuzu iftiharla söylediğimiz bütün kazanımlarımızı yitirmiş oluruz. İşte o zaman Diyanet’i ve bunun yanında dinî duyarlılıkları kavganın ortasına itmiş oluruz. Böylece dinî alt inanışlar, mezhepler ve meşrepler kimlik olmaya başlar ve o kimlikler üzerinden de siyaset ve ticaret, yani ayrışmalar başlar.
Diyanet’e yöneltilen eleştirilerden biri de, fıkhî hükümlerin statikliği meselesi. Peki bu hükümlerin yeniden gözden geçirilmesi mümkün mü?
Statiklik konusu, bir yerden durup baktığınıza göre bir değerlendirmedir. Din İşleri Yüksek Kurulu, 16 tane bağımsız bilim adamı ve İslâm bilgininden oluşuyor. Onların işine ben karışmıyorum. Onlar oturuyorlar, tartışıyorlar ve biraz da bana göre muhafazakâr diyebileceğimiz bir çizgide dinî bilgi üretiyorlar; dinî sorulara cevap veriyorlar. Tabii İslâm’da dinî bilginin yenilenmesi, sadece bir din bilgininin vereceği cevapla alakalı bir konu değil. Tabanın da o dönüşümü yaşaması gerekiyor. Yani taban o dinî bilgide o yenilemeyi yapmadığı sürece, Diyanet’in bu konuda öncülük yapmasında başka sıkıntılar doğabilir. Onun için Diyanet dikkat ederseniz, toplum yürüdükçe, ortada yürümeye devam ediyor. Mesela sigorta konusunda ve diğer konularda çok yeni fikirlere öncülük yapma konusunda biraz çekimser davranıyor. Ama toplumda o alanda açılmalar oldukça, mesela İlahiyat fakülteleri, din bilginleri, düşünürler, yazarlar, aydınlar da bu konularda kamuoyunu aydınlatıp yolu açtıkça, Diyanet de belli aralıklarla ağır ağır da olsa adım atıyor.
Bu, tarihte de böyle mi olmuştur? Yani toplum değiştikçe mi dinî hükümler değişmiştir?
Hep öyle oldu. Hiç değişmediğini iddia edenler dahi farkında olmadan değişirler. Mesela bir din bilgininin hayatını bir çizgi filmin kareleri gibi hızlıca yürütürseniz, ne gibi değişiklikler olduğunu gözlemlersiniz. Ama kendisine sorarsanız hayatının her safhasında dinî bilgisinin hiç değişmediğini, değişmeyeceğini ve bunu savunmanın dindarlığın kendisi olduğunu anlatır. Ama zemin önemli. Ben Türkiye’de dinî bilginin kendini yenileyebilmesi için çok sağlıklı toplumsal bir zemin olduğunu doğrusu görmüyorum. Bunun olmamasının nedeni bana göre din alanına çok fazla karışanın olması. Burada isim vermek istemiyorum ama din alanının çok sahibi var! Onun için de gerek Diyanet’e mensup din bilginleri, gerek ilahiyat hocaları, gerekse de bağımsız din bilginleri bu konuda kendilerini cesaretlendirecek ortamdan bir hayli yoksunlar. Mesela İslâm dininin yenilenme tarihine bakarsanız, İslâm ve dinî bilginin kendini yenileyebildiği dönemler, hep belli desteklerin olduğu dönemlerdir. Ya çok ciddi kaoslar yaşanmıştır, ciddi toplumsal kırılmalar yaşanmış; ya da çok güçlü bir siyasî iktidarın desteği alınmıştır. İşte o zaman toplumsal zemin çok müsait hale gelmiş ve dinî bilgi kendini yenileme imkânı bulmuştur. Ama bugün öyle değil. Bugün herkes kendini bu statik geleneksel dinî bilgiyi korumanın gönüllü fedaisi gördükçe, İslâm bilginleri de haliyle bu konuda daha mütereddit davranmaya devam edeceklerdir.
Toplum genelinde özellikle gençler arasında yaygınlaşan amaçsızlık ve ümitsizliğin kaynağı sizce nedir? Bu sorunların çözümü konusunda Diyanet’in bir katkısı olabilir mi?
Bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de çok süratli bir değişim gerçekleşmekte. Bilim ve teknolojideki gelişmeler sayesinde hayatımız daha kolay hale gelmekte, insanın ortalama ömrü uzamakta, refah seviyesi yükselmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen insanların, mutsuzlaştığı, karamsarlaştığı, gelecekten ümitvar olamadığı da bir hakikat. Ancak bununla “maddî planda elde edilen gelişmelerin insanlığı mutsuz ettiği” gibi bir sonucu kastetmiyorum. Günümüz Türk toplumunda eğitim kurumlarından mezun olan genç sayısı ile orantılı olmayan bir istihdam darlığı söz konusu. Eğitimle geçen onca yorucu yılın ardından çoğu gencimiz, eğitimleri ile alakalı olmayan işlerde çalışmaya razı olmalarına rağmen, çoğunlukla uzun süre işsiz kalmakta. Kanaatimce gençleri amaçsızlaştıran en önemli etkenlerden birisi bu. Yine yukarıda belirttiğim değişim ve süratli gelişme tabii olarak insanların küçük yaştan itibaren ihtiyaç duyduklarına değil, gördükleri ve istedikleri her şeye sahip olma arzusunu körüklemektedir. Bu ise iki sakıncalı sonucu beraberinde getirmektedir. Bir kere insanların istekleri sınırsız olsa da, imkânları ve kaynakları sınırlıdır. Zamanında isteklerine gem vurulmayan ve elde edecek bir şeyi kalmayan insanların, ileriki yaşlarda hayattan beklentisinin azaldığı, yaşama azmini kaybettiği sıkça görülür. Ayrıca toplumda refah dağılımındaki dengesizlik ve fırsat eşitsizliği ve bu durumun çok çarpık örnekleri ile her gün gözler önüne serilmesi insanlarda tatminsizlik ve güvensizliği de beraberinde getirmektedir.
Ülke genelinde yaygınlaşan şiddet, ahlaksızlık gibi toplumsal sorunlar din eğitiminin eksikliğinden mi kaynaklanmaktadır?
Sağlam ve doğru bilgi ile donatılmış ve bilgiyi ahlakî bir sorumluluk haline getirmiş dindar insanların şiddet ve ahlaksızlığa meyletmesi düşünülemez. Çünkü İslâm ahlak dinidir, sevgi ve barış dinidir; iyi insan olmayı inancın bir gereği sayar. Hz. Peygamber Müslüman’ı, başkalarına eli ve dili ile zarar vermeyen kimse olarak tanımlar. Hatta dinimiz, insanlara zarar veren bir maddeyi yol üzerinden kaldırmayı imanın bir parçası sayar. Dolayısıyla okul ve aile ortamında verilen eğitim gibi unsurlarla da desteklenmek kaydıyla belli yaşlarda, sevgi, hoşgörü, karşılıklı saygı içinde büyütülen çocuklara doğru bilgiye dayalı din eğitiminin verilmesi, onun insan haklarına saygılı, üretken ve hoşgörülü bir vatandaş olmasının temelini oluşturacaktır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde dünya geneline yayılmak istenen “medeniyetler çatışması” tezine karşı, “medeniyetler ittifakı” projesi yürütülüyor. Diyanet’e bu projede nasıl bir rol düşüyor?
Diyanet olarak biz, her türlü uluslararası projenin dışındayız. Benim kişisel kanaatimi soruyorsanız, zaten tek bir medeniyet vardır; o da insanlık medeniyeti. İnsanoğlunun ürettiği medeniyettir; bugün farklı medeniyetler olarak tanımlanan kazanımların her biri onun farklı coğrafyalardaki ve farklı dönemlerdeki yansımalarıdır. Onun için “medeniyetler çatışması”ndan söz etmek, medeniyetin ne olduğunu anlamamak demektir. Yani bir medeniyet adalet derken, diğeri zulüm demez. Ama usulleri, yöntemleri, imkânları farklı farklıdır. Bırakın iki medeniyetin kavgasını; isteriz ki dünyanın hiçbir yerinde gözyaşı, acı ve savaş olmasın; insanlar hem kendileri, hem dünya, hem de Yüce Yaratan’la barışmayı dünyada öğrenerek ahirete gitsinler.
Çok teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et