“(...) NİZAM-I Cedit ileriyi göremeyen devlet adamlarının çıkardığı bir bidattir. İrad-ı Cedit ise, bu kişilerin kendi çıkarlarına hizmet eden bir gelir kaynağıdır. Kafirleri taklit etmeleri nedeniyle ordu ocaklarında kendilerine karşı bir nefret uyanmıştır. (...) Padişahı aldatarak özel çıkar sağlamak için giriştikleri bu eylemlere karşı ‘ocak subay ve erleri işlere düzen vermek gibi iyi bir niyetle isyan çıkardılar. Şeriata ve kanuna uygun olarak eski hükümdarı düşürüp bütün ulemanın ve devlet adamlarının isteğiyle yeni padişahı tahta getirerek ona biat ettiler. Böylece devlet uzaklaştırıldığı düzene kavuşturuldu. Onun için ocağın bu eyleminde bir suç yoktur. Onu hem Padişah, hem halk benimsemiştir.’ (...) Gerek ulema ve gerekse de devlet ileri gelenleri arasında şeriata ve kanuna aykırı davranışların olmaması gereklidir. (...) ‘Ordu subay ve erleri devlet işlerine karışmayacaklardır. Sadece görevlendirildikleri işleri sadakatle yapacaklarına söz verirler.’ Bu metnin başında Padişah, kullar şartları yerine getirdikleri müddetçe metne uyacağına dair söz veriyordu. Bu sözleşmeyle birlikte, devletin ‘emri bil maruf ve nehyi anil münker’e uygun davranması gerektiği; bunun garantisinin ordu olacağı ve halk iradesine aykırı uygulamalara müdahale edeceği kabul ediliyordu.” Bu uzun alıntı, Kabakçı Mustafa İsyanı sonrasında, 31 Mayıs 1807’de Şeyhülislam Ataullah Efendi’nin evinde kaleme alınmış olan Şer’î Hüccet diye bilinen metinden yapıldı. Mayıs 2007’deyiz. Aradan 200 yıl geçmiş. Bu uzun zaman diliminde elbette Türkiye çok şey yaşadı; çok değişim geçirdi. Sened-i İttifak, Vakayi Hayriyye, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1996 ve 27 Nisan 2007. Meşrutiyet devri yaşanmış, Cumhuriyet ilan edilmiş, çok partili demokratik hayata geçilmesine karar verilmiş. Aktörler değişmiş, iktidar dengeleri farklılaşmış, elitler düzeyinde dönüşümler yaşanmış; fakat ülkemizdeki “siyaset etme tarzı” değişmeyip sürekliliğini korumuş. Arada bir bu konularda şikayetlerin yükseldiği olmuş; fakat yaşananlara bakıldığında, gerek mağdurların, gerekse de mağdur edenlerin söz konusu tarzda köklü değişiklikler yapmaya pek de niyetli olmadıkları anlaşılıyor.
Geçmiş Günlerin Hikayeleri
AKP adayının cumhurbaşkanı seçilmesini istemeyen güruhun gayretleri, neticede kendileri açısından başarıyla sonuçlandı. Bu engellemeden kaynaklanan süreçlerin nasıl bir sonuç ya da sonuçlar doğuracağı gelecek günlerde saklı. Son günlerde yaşanan olaylar ise, gelecekte sürpriz gelişmelere açık olmak gerektiğini ortaya koyuyor.
İsterseniz, önce, geçtiğimiz ayın sonundan bugüne neler olmuş, kısaca bir hatırlayalım:
Erkan Mumcu’nun ANAP’ı ve Mehmet Ağar’ın DYP’si, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuna katılmayarak, CHP’nin sahiplendiği 367 tartışmalarına destek verdiler. (Kendileri ne derlerse desinler, ortaya çıkan tablo bundan ibarettir. Ait oldukları iddiasında bulundukları DP geleneğinin mirasına bütünüyle ters düşerek CHP’nin kuyrukçusu oldular.) CHP, yapılan oylamayı Anayasa Mahkemesi’ne götürdü.
Ülke bir anda kendisini bir kaos ortamında buldu. Demokrasiden ve demokratik kurumların tarafsızlığından, bağımsızlığından bahseden çevreler demokrasinin ve demokratik kurumların bağımsız ve tarafsız bir biçimde işlememesi için ellerinden ne geliyorsa onu yaptılar.
Önce, haki renklilerimiz “demokratik ve anayasal” haklarını kullanarak pijamalı bildirilerini yayınladılar. Ardından CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Anayasa Mahkemesi’nden cumhurbaşkanlığı seçiminin iptali dışında bir karar çıkması durumunda ülkenin bölüneceği” tehdidi geldi. (Başka bir deyişle, “haki giyen adamlar”ın görevini, onların bıraktıkları yerden “lacivert giyen adamlar” üstlendiler!) Bu baskı ortamının bir neticesi olarak da, Anayasa Mahkemesi tarafsızlığını ve bağımsızlığını koruduğunu göstermek ve daha da önemlisi siyasallaşmadığınıispatlamakiçin -Anayasa’yı değil- CHP’nin sözcülüğünü yaptığı çevrelerin “Anayasa yorumları”nı haklı çıkarır bir karar verdi ve bir anlamda statükocuları ferahlattı. (Sistemin şımarık çocuğunun, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)’nin öncülüğünde gerçekleştirilen geniş katılımlı mitinglerden hareketle geliştirilen söylemleri de yansıtan bu ‘bölünme’ tehditleri, her zaman olduğu gibi gündemden kaçırıldı. Önemli olan, mesajın gideceği adrese ulaşmasıydı. O da sağlandı netice itibariyle. Daha önce Leyla Zana ve arkadaşlarının Meclis’te Kürtçe yemin etmelerinin faturası, kendilerini Meclis’e sokan SHP’den nasıl bağımsızlaştırıldıysa, bu söylemler de CHP’den ve genel başkanından bağımsızlaştırıldı ve unutturuldu. Oysa benzer ilişkiler ya da söylemler nedeniyle bu ülkede RP ve FP gibi partiler kapatılmıştı. Bugün Baykal’ın ve yardımcılarının yaptığı türden konuşmaları AKP’lilerin yapmış olmaları durumunda, kulislerde konuşulan AKP’nin kapatılması türünden senaryoların rahatlıkla hayata geçirileceğinden kimsenin kuşkusu olmasa gerektir. Ah, benim hukuk devletim ah!)
Anti-demokratik yöntemlere başvurmak suretiyle oynanan bu kirli oyunun figüranları da, çok partili hayata geçiş anından bugüne dek mevcut sistemden rahatsızlık duyan ve siyasi geleneğini bütünüyle bu tarihî sürece oturtan çevreler (DP=ANAP+DYP) oldu. CHP karşıtlığının adresi olarak ortaya çıkan DP, o günlerde takip ettiği siyasetle, CHP’nin kuyruğuna takılıp gitmeyi tercih ettiğini dost düşman herkese gösterdi. Sonrasında, istediği kadar farklı söylemler sergilesinler, hem Mumcu hem de Ağar bu yaftadan hayatları boyunca kurtulamazlar.
Meclis dışı güçler, anti-demokratik, anti-anayasal, anti-özgürlükçü girişimlerini, tayini ADD’ye çıkmış emekli askerlerin ve Türkan Saylan’ın organizasyonunda yapılan geniş katılımlı açık hava toplantılarına dayandırarak meşruiyetlerini sağlamaya çalıştılar. Bu meşruiyet çabasının, en basitinden, ülkeyi bölmek ve kamplara ayırmak anlamına geldiği, en masum girişimleri bölücülükle nitelemeye yatkın çevrelerin gözlerine hiç ilişmemiş!
Herkesin malumudur sanıyorum “Bu ülkeye komünizm gerekirse, onu da biz getiririz” sözü. ADD öncülüğündeki geniş katılımlı açık hava toplantılarının ilkinin bu sözün sahibi tek parti dönemi Ankara Valisi’nin isminin verildiği Tandoğan Meydanı’nda gerçekleştirilmesi de hayli ironik. Tandoğan, Çağlayan, İzmir ve Samsun’da gerçekleştirilen mitinglerde söylenen şarkıların sözlerinin sahiplerinin ve bir dönemler bu şarkıları söyleyenlerin, bu ülkede, komünistlik suçlamasıyla türlü türlü sıkıntılara uğratıldıkları hatırlandığında ironinin yoğunluğu da artıyor. Ülkenin gerçek sahipleri olduklarını haykıran kalabalıklar, kendilerini bir hapishanede -hem de gardiyanlarıyla birlikte hapsedilmiş- sanıyorlar olsa gerektir!
Kambersiz düğün olmayacağı gibi, medya ayağı olmayan muhtıra da olmaz. Eskiden askerler radyoevlerini ele geçirme üzerine taktikler geliştirirlerdi. Şimdilerde internet ortamları darbe yapmayı da kolaylaştırdı. Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesinde yayınlanan bildiriyi görmezden gelseler (tabii yerse), belki de sivil idarenin namusunu kollamak ve kurtarmak çok daha kolay olurdu. Ancak ne mümkün! Medyamızın büyük kesimi, ısrarla bu bildirinin bir muhtıra olduğunu kabul ettirmeye ve gereği yerine getirilmezse daha büyüğünün -yani, fiilî askerî darbenin- kapıda olduğunu zihinlere kazımaya yönelik yayınlar yaptı. Başka bir deyişle, iyi polis rolünü oynadı. Bunda da son derece başarılı oldu. Medyamız, siyasetçilerimiz, entelektüellerimiz gerçekten sivil iradenin sürdürülmesini isteselerdi; dillerinden düşürmedikleri demokrasiye ve anayasal düzene bağlılıklarında samimi olsalardı iyi polis olmaya soyunmaz ve söz konusu girişimler karşısında direnişitercih ederlerdi. Bu sürecin mağdurlarının dahi, “büyük abi”ye söz söylemektense onu sahaya çekmek isteyenlere yüklenmeyi tercih etmesi de sahicilikten çok uzak. Son derece çarpık, traji-komik ve insanın akıl ve ruh sağlığını zorlayan bir oyun oynanıyor ortalık yerde.
Demokrasi, hukuk, anayasa, özgürlük… Zevat-ı kiram, eylemleriyle ve yaşadıkları dönüşümlerle, “Geçelim bunları beyler” diyorlar. (Eyvallah, geçtik!) Meğerse sağcısıyla solcusuyla bu zevat-ı kiramın bütün söyledikleri “Allah’a şükür, iktidardayım”, “Ah, bir iktidarda olsaydım” ve dahi “Bugün sana, yarın bana” demekten ibaretmiş.
Bilmiyorduk, öğrendik elhamdülillah!
Erkene alınmış normal seçim ya da geciktirilmiş erken seçim (umarız, geçiştirilen seçimolmaz) yapılmasına karar verildi ve seçim tarihi belli oldu: 22 Temmuz 2007. Şimdilerde, cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin anayasal düzenlemeler üzerinde uğraşılıyor. Anayasa değişikliğine ilişkin tasarı, köşk ile hükümet arasında gidip geliyor.
Fakat normal bir süreç yaşanmayacağını söylemek sanırız kehanet olmaz. Zira Ankara-Ulus’ta meydana gelen canlı bomba ve olay sonrasında devlet ileri gelenlerinin yapmış oldukları açıklamalar, önümüzdeki zaman diliminde sürpriz gelişmelere açık olmamızın daha uygun olacağına işaret ediyor!
Paylaş
Tavsiye Et