İSTİKRAR kavramı hepimiz için oldukça tılsımlı, efsunlu, hatta kutsanan bir mahiyet arz ediyor gibi. Hele resmî ideoloji için; varlık nedeni. Ne zaman “istikrar bozulsa” bir darbe yapılır ve istikrar raftaki yerine konur. Ancak söz konusu çabaların, içi nasıl dolduruluyorsa, aranan istikrarı bir türlü getiremediği de ortadadır. Burada çetrefilli olan husus, sistemin kasılması ve baskıcı bir tavra girmesinin mi istikrarsızlıklara yol açtığı, yoksa istikrarsızlıkların mı söz konusu müdahalelere zemin hazırladığıdır. Acaba istikrar bir sebep mi, yoksa sonuç mudur? Galiba ikisi birden. O zaman, istikrarın gerekli ancak yeterli olmadığı söylenebilir. Öte yandan, günümüz Türkiye’sinde istikrar vurgusunu yapan toplumsal eksende bir kayma olduğu anlaşılıyor. Düne kadar istikrar deyip başka bir şey demeyen devletin bizatihi kendisi, istikrarı sabote eden bir konumda iken, iktidarda olduğunu zanneden muhafazakâr bir kesim, “Aman ha! Altın yumurtlayan tavuğu kesmeyin, istikrarı bozmayın” diye feryat ediyor. Ben de bu feryadı basanlar arasındayım. Ancak… Konuya daha fazla girmeden önce örnek bir vaka üzerinden, atalet ve istikrar tartışmasından ne çıkar, anlamaya çalışalım.
Türban ve Mayonun Semboller Âlemi Üzerine
Boğaziçi Üniversitesi ile Meksika Hümanist Entegrasyon Merkez Üniversitesi’nin iki ülke kültürünü tanıtmak için düzenlediği programdan sonra “Boğaziçi Üniversitesi’nde türbanlı gösteri” manşetini atanlar, ardından “İşte bu mayolu reklamı yasakladılar” diye kendilerine göre “yasakçı zihniyeti” manşete çektiler.
Mayonun örttüğü ile türbanın örttüğü şey ciddi manada farklı olmalı. Acaba bu nasıl farktır ki, bir kesimin gözünde biri ‘özgürleştirilme’yi, yani olabildiğince ortaya çıkartılarak serapa kamusal alana taşınmayı hak ederken; diğeri ise yasaklanmayı, ebediyen evin dört duvarı arasına hapsedilmeyi hak ediyor?
Ben kendi açımdan bu iki kumaş parçasının sembolik değerini tanımlamak isterim. Zorlamaya hiç gerek yok; birisi imanı, inancı ve fikri, diğeri ise kadim zamanlardan beri insanın nefsaniyetinin esaretinde dibe doğru kayışını temsil ediyor. Aslında buraya kadar bir sorun yok. İsteyen istediği şeyi baş tacı edebilir. Asıl sorun, “sözde değil, özde” anaforunun kamusal bir yönergeye dönüşmek üzere olduğu bir süreçte bize insani erdemleri ‘şeyleştiren’ materyalist bir ideolojinin dayatılması. Daha yalın ifade edelim, materyalizm adına devlet, yasaları da kullanarak, hayat tarzımızı yok ediyor ve Müslümanları yasalar zoruyla günah işlemek zorunda bırakıyor.
İşte tam da böyle “Neler oluyor?” diye kafam karışmışken, Cumhurbaşkanı Sezer’in “Bize yaramayacak istikrarı istemeyiz” sözü beni yeniden kendime getirdi. Sezer’in bu ifadesi sanırım kendi açısından doğru, ancak eksik. Cümlenin devamı şöyle olmalı: Bizim işimize yaradığı sürece öldürücü bir atalete bile şapka çıkartabiliriz!
Şimdi konuya kaldığımız yerden devam edebiliriz. Ancak sizi temin ederim, aşağıda okuyacağınız şatafatı bol cümleler, yukarıya aldığımız örnek vakanın yerini asla tutamayacak.
“İstikrar ve atalet” edebiyatı konusunda en muhteşem eserlerden birine sahip olan Mancur Olson’un gösterdiği gibi, her istikrar dönemi kendi kendini istikrarsızlaştıracak bir takım potansiyel muharrik unsurları içerir. Hatta başarının zirveye çıktığı aşama, aslında aynı zamanda ataletin başladığı yerdir. Zira bir defa söz konusu “başarıya götüren yapı” teşekkül ettikten sonra, zihinleri ve alışkanlıkları bu yapının içinde şekillenmiş olan seçkin zümre, farklı ihtiyaçların ve değişimin gereğini algılayamaz. “Altın çağ”a, “güzel eski günler”e ve bunu temin eden eski kurumlara duyulan perestiş muazzam bir şaşılığa neden olur.
Değişimin gereği algılandığında ya geç kalınmış olur, ya da bu durumda bile kurulu çıkar koalisyonu değişime direnme yolunu seçer. Burada, istikrar dönemini büyük bir atalete ve verimsizliğe sürükleyecek çıkar ilişkilerinin kronikleşmesi ve yapısal katılığa dönüşmüş olması sorunu vardır.
Değişime direnmenin arkasında salt sahip olunanı korumak güdüsü yoktur. Tahmin edileceği üzere, değişim büyük fırsatları da beraberinde getirebilir. Sorun, yeni ortama kimin ayak uydurabileceği ve yeni dönemde fırsatları kimin elde edeceğiyle ilgilidir. Zira değişim belirsizliktir ve sonrasında eski güç ilişkilerinin sürdürülme garantisi yoktur. Özellikle Türkiye gibi klasik sanayilerin (verimi ve katma değeri düşük, emek yoğun sanayiler) ağırlıkta olduğu iktisadi yapıların etkinsizleşmesi nedeniyle, gerontokrasi dediğimiz, donanımı eski döneme göre oluşmuş olan yaşlılar sınıfı ile mavi yakalıların yerini beyaz yakalıların alması kaçınılmaz olacaktır. Yeni dünyanın ihtiyaç duyduğu birikimlere sahip olmaması nedeniyle, askeriye-mülkiye kökenli sivil bürokrat ve iş adamlarının yerini yeni bir “orta sınıf”ın doldurmaya başlaması da eskilerde büyük bir tasfiye korkusuna neden olur.
Bilhassa, rekabet ve denetimden yalıtılmış olması ve kişisel inisiyatife büyük bir yer bırakması nedeniyle, sistemi ihya edecek kontrol ve denge mekanizmalarının gelişip çalışmaması atalete neden olur. Olson’a göre, sistemlerde rekabet, saydamlık ve sorumluluk esaslarına göre bir yönetim, istikrarın ‘atalet’e dönüşmesini önleyebilir. Hatta konuyu en kötü yerinden ele alalım; kurulu güç ilişkilerinin yeniden harmanlanması ve şekillenmesini ifade eden altüst oluşlar, radikal değişimler, iç ve dış nedenli kaotik yeniden yapılanmalar dahi ataletin yok edilmesi anlamında ‘verimli’ fırsatlar sunabilir.
Bu bağlamda Türkiye’de düzenin bir kurumlar ve kurallar manzumesine geçişi engellediğini söyleyebiliriz. Zira Türkiye modeli, tepede bir takım kuruluşların bünyesinde yaşatılan mutabakata, tabanda da toplum mühendisliğine dayalı, itaati öngören bir meritokrasiye dayanıyor. Dolayısıyla bu model, küresel düzende ve açık toplum normlarında sürdürülemez nitelikte olmasıyla dikkat çekiyor. 2001 krizi, bunun ekonomideki en uç noktasıdır.
Öte yandan, geçmişte ortaya çıkan bir başarının, neden olduğu saplantı ve şaşılık nedeniyle atalete yol açması anlaşılabilir. Ancak ortada pek bir başarı olmadığı halde bir sistemin atalete düşmesinin açıklanması gerekiyor. Bu noktada, Osmanlı’dan beri merkezî idarenin gücünü tahkim etmek üzere yönetici sınıfın, bilhassa iktisadi alanı ve üretici güçleri denetlemeye ve bastırmaya özel önem vermiş olması, bir veri olarak kullanılabilir.
Neticede, üretken güçlerin çağdaş bir format içerisinde faaliyetlere odaklandırılamadığı, tersine siyasal öncüller nedeniyle kısırlaştırılabildiği bir ülkede, yaratılan iktisadi artığın “sistemin çocukları” arasında dar bir halkada bölüşüme tabi tutulması, istikrarsızlıkların arkasındaki temel belirleyici olarak görülmelidir.
Paylaş
Tavsiye Et