Konuşan: Fahrettin ALTUN
Türk siyasetinin inişli çıkışlı yollarını aşındırmaya devam ediyoruz. Bunca gerilimle yüz yüze kalmak, korku ve tehdit algısı üzerine kurulu bu siyaset ortamını teneffüs etmek zorunda olmak hazmedilebilir türden bir durum değil. Fakat yine de bize düşen, anlamak. Hazmedememek, duyarsızlığı getirmemeli; meselenin aslını esasını anlamaya çalışmalı. Bir durumun aslını esasını ortaya koymak, tarihin kıvrımlarına doğru yol almayı gerektirir. Zira tarih dışında, tekil oluşumların, birbirinden bağımsız süreçlerin içerisinde eridiği kültür potasını resmedebileceğimiz bir başka güzergah yok. Norbert Elias’ın da dediği gibi sosyal hayata dair sahici bir tasavvur geliştirememenin başlıca nedeni, “süreçleri durumlara indirgeme” yanlışına düşülmesidir. Yapıların mutlaklığı değil, zaman içerisinde şekillenmeye devam eden gerçeklikleri esas alınarak önümüz aydınlanabilir. Tarihsel süreç, toplumsal ve siyasal gerçekliği anlamanın temel şartıdır.
Bu ay, tarihçi, siyaset bilimci Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya ile siyasi kültürümüzün oluştuğu tarihsel süreç üzerine bir söyleşi yaptık ve modern Türk siyasi kültürünün temel problemlerini, kurucu unsurlarını ve tehdit algılamalarını konuştuk. Çetinsaya, İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. Osmanlı ve modern Türkiye tarihi, Osmanlı ve modern Türk siyasî düşüncesi, Ortadoğu tarihi ve politikası ile Türk dış politikası alanlarında başarılı çalışmalara imza atan Çetinsaya’nın son olarak The Ottoman Administration of Iraq 1890-1908 isimli eseri Routledge Yayınları arasından çıktı.
İki yüzyıllık modern Türk siyasi hayatının herhalde en bariz özelliklerinden bir tanesi, müzakere ve çıkarlar buluşması etrafında değil, gerilimler ve çıkar çatışmaları etrafında cereyan ediyor oluşu. Bu gerilim yalın bir okumayla bir iktidar çekişmesi olarak ortaya konabilir. Ne var ki bu gerilimin ürettiği bir siyasi kültür var karşımızda. Bu kültürü nasıl anlayacağız?
Açıkçası ben son iki yüz yıllık Türk siyasi hayatına baktığımda üç temel faktörün olan biteni anlamamıza yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bu üç faktör, bana göre siyasi hayatımızın son iki yüz yılına damgasını vurur, siyasetin gidişatına derinden etki eder nitelikte. Bir tanesi, özellikle dış politikada karşımıza çıktığı şekliyle, Rusya ve daha sonraki adıyla Sovyetler Birliği faktörü. Rusya’nın 18. yüzyılın sonlarında bir büyük güç olarak, Avrasya coğrafyasında Osmanlı aleyhine genişlemeye başlaması ve Osmanlı üzerinde askerî ve stratejik açıdan tehdit oluşturması son derece önemli bir faktördür. 18. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın sonuna kadarki döneme baktığımızda çok bariz bir şekilde Türkiye’nin dış ve iç politikasını belirleyen temel faktörlerden bir tanesinin bu olduğunu görüyoruz. Unutmayalım ki Kırım Harbi dışında -ki Kırım Harbi’nde de İngiltere ve Fransa ile müttefiktik- Rus ordularını yendiğimiz bir savaş yok. Bu tehdit bizi Batı kampına iten en somut durum olageldi. Aynı durum, Soğuk Savaş yıllarında da geçerliliğini korudu. Rus tehdidi bu yönüyle bütün dış politikamızı ve gerektiği yerde de iç politikamızı belirledi.
İkinci faktör, son iki yüz yıllık dönemde önce Osmanlı’daki gayrimüslimler arasında başlayan daha sonra Müslüman unsurlara da sirayet eden milliyetçilik ve bunu takip eden ayrılıkçılık eğilimleridir. Bütün Tanzimat’ı, II. Abdülhamid dönemi ve sonrasını bu faktör etrafında da analiz edebiliriz. Cumhuriyet Türkiye’sindeki Kürt meselesi de yine bu bağlama oturtulabilir. Şu anda yaşadığımız sancılar da önemli oranda azınlık milliyetçiliğine ne cevap bulacağız sorusu etrafında karşımıza çıkıyor.
Üçüncü faktör ise, mali dışa bağımlılığımız. Yine bu da modernleşme sürecinin karşımıza çıkardığı bir durum. 1830’lardan itibaren dünya ekonomisine entegre olmaya başlıyor, Kırım Harbi sonrasında da dış borç alarak yabancı mali çevrelere bağımlı hale geliyoruz. Bu bağımlılığın Türk dış ve iç politikasını belirleyen bir faktör olarak bugünlere kadar geldiğini söyleyebiliriz.
Başbakan Tayyip Erdoğan’a, 1 Mart Tezkeresi oylanmadan önce, “Bu tezkere geçmezse memur maaşlarını dahi ödeyemeyiz” dedirten saik, modern Türk siyasetine başından beri etki eden bu bağımlılıkla ilintili bir durum değil mi? Peki, size göre, bu problemler Tanzimat döneminde bugünkünden daha yakıcı bir sorun olarak mı çıkıyor karşımıza?
Bakın biz bugün Tanzimatçıların dramını da algılayamıyoruz. Rusya faktörü, azınlık milliyetçiliği ve mali dışa bağımlılık Tanzimatçıları en çok düşündüren meselelerdi. Fakat biz örneğin Tanzimat döneminin başında gayrimüslim nüfusun Müslüman nüfus içerisindeki oranının %40 olduğunu unutuyoruz. Takdir edersiniz ki bu oldukça yüksek bir oran. Bugünkü dünyada %40 azınlık barındıran ülkeler ciddi zaaf içerisinde olan ülkeler. Ve bizim bugün Tanzimatçıları kolayca Batıcı olarak nitelememiz meseleyi anlamamıza imkan vermiyor. Tanzimatçılar bu azınlıkları sisteme entegre etmek için Osmanlıcılık dediğimiz siyaseti ortaya attılar. Bir Osmanlı üst kimliği yaratmaktı dertleri. Ve herkesin dinî kimliğini koruduğu, fakat yasalar önünde eşit Osmanlı vatandaşları haline geldiği bir siyasi durum ortaya çıktı. Tanzimatçılar, esasında Osmanlıcılık adı altında birbirini tamamlayan üç projeyi gündeme getirdiler. Öncelikle, günümüz terimleriyle ifade edersek Tanzimat Fermanı’yla özdeşleşen “temel insan hakları”nı verdiler. Ardından Islahat Fermanı sonrasında karşımıza çıktığı şekliyle sosyo-ekonomik bir kalkınma projesini hayata geçirmeye çalıştılar. Buradaki beklenti gayet basitti. Eğer azınlıkların sosyo-ekonomik açıdan kalkınmaları sağlanırsa onlar da milliyetçilik eksenli taleplerinden vazgeçebileceklerdi. Zincirin üçüncü halkası ise nihayet 1870 sonrasında azınlıklara siyasi haklarının verilmesiydi. Zira ancak bu şekilde devletin bir arada tutulabileceği kanaati egemendi.
Fakat bu süreç içerisinde siyasi hakların kullanımı konusunda dönemin siyasi elitleri arasında ciddi bir kuşkunun hâkim olduğunu da görüyoruz. Bu kuşku yalnızca belli bir toplum kesimine dönük bir kuşku değil, sanırım genel olarak toplumun siyasallaşmasına dönük bir kuşku da var burada. Bugün de devam eden bu seçkinciliğin sebebi ne olabilir?
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren meşrutiyet, parlamenter ve anayasal rejim tartışmaları içerisinde olan elitlerin başlıca meselelerinden birisi, Osmanlı insanı ya da halkının siyasi haklarını kullanmak konusunda ehil olup olmadıklarıydı. Bu 1860’ların sonunun özellikle 1870’lerin ilk yarısının en önemli tartışmasıdır. Çünkü bir yandan bir grup Osmanlı siyasetçisi, aydını “son çare meşrutiyettir” derken, bir diğer grup “eğitim seviyesi düşük bir toplumun siyasi hakkını doğru bir şekilde kullanamayacağını” öne sürüyordu. Bir tarafa Mithat Paşa ve Yeni Osmanlıları diğer tarafa ise Âli ve Fuat Paşaları yerleştirmek mümkün. Ki II. Abdülhamit de burada Âli ve Fuat Paşa’nın yanında yer alır.
Bugüne tercüme edersek, Türk toplumu kendi kaderini belirleme ehliyetine sahip midir değil midir tartışması yapılıyor değil mi? Nitekim bu tartışma günümüz siyasetinin de vazgeçilmez unsuru durumunda.
Bu görüşü savunanların temel argümanı, Osmanlı gibi çok farklı etnik ve dinî gruplardan oluşmuş bir yerde meşrutiyetin, parlamenter ve anayasal bir rejimin kaos yaratacağı ve ülkeyi çıkmaza sokacağıdır. Bunun çözümü halkın eğitim seviyesinin yükseltilmesidir. Bu tartışma, hâlâ güncelliğini koruyor.
Devleti ‘baba’, halkı da ‘kız’ metaforu ile birlikte düşünebiliriz sanırım. Babanın en büyük endişesi gözünden sakındığı ve bu nedenle gün yüzü göstermediği kızının “ya davulcuya ya zurnacıya” kaçabilme ihtimalidir.
Bakın bugün bile birçok farklı kesimden insan Türkiye’nin aslında çok partili hayata, demokrasiye çok erken geçiş yaptığını söylüyor. Bu zihniyeti temsil edenler, meşrutiyet isteyenlere “Bize konstitüsyon değil, institüsyon lazım” kelamıyla cevap yetiştirmişlerdir. Zira gemiyi, çımacı, yolcu filan yönetmez. Gemiyi sadece kaptan yönetebilir.
Bu noktada, aklıma “Devlette devamlılık esastır” düsturu geliyor. II. Abdülhamid’in siyasi grameri ile cumhuriyeti, demokrasiyi denetlemenin ve terbiye etmenin bir aracı olarak gören günümüz elitlerinin siyasete yükledikleri anlam arasındaki paralellik oldukça ilginç. Siyaset, bir temsil aracı değil, denetleme aracı olarak karşımıza çıkıyor. Ne dersiniz?
II. Abdülhamid dönemini aslında modern Türkiye’nin sosyal, iktisadi, kültürel temellerinin atıldığı dönem olarak niteleyebiliriz. II. Abdülhamid ve yardımcıları artık Tanzimat ve onun Osmanlıcılık siyasetinin iflas ettiğine kanaat getirirler ve yeni bir siyaseti uygulamaya koyarlar. Tanzimat’ın bütün siyasetleri denenmiş ve bu siyasetlerin en başta gayrimüslim milliyetçiliği karşısında bir etki yaratamadığı, imparatorluktan kopuşların engellenemediği ortaya çıkmıştır. Bu noktada söyledikleri şey şudur: “Biz %40’ı sisteme entegre etmek için birtakım politikalar ürettik fakat bunu başaramadık. Ne var ki, bu arada da artık oranı %80’e çıkmış olan Müslüman unsuru ihmal ettik.” Bu, Pan-İslamist siyasetin başlangıç noktasıdır.
Bu daha önce Yeni Osmanlıların da önerdiği bir çerçeve değil mi?
Evet. Ama bu çerçevenin somut bir siyasete dönüşmesi II. Abdülhamid döneminde mümkün oluyor. II. Abdülhamid dönemi, Anadolu nüfusunun da yeni bir toplumsal renk kazandığı bir dönem. 1850’lerden 1914’e kadar Balkanlar ve Kafkaslardan Anadolu coğrafyasına 5 milyon kişi göç ediyor. Yani bugünkü Eskişehir, Bursa ve Konya o dönemlerde oluşuyor.
Ve eğitim politikası...
Elbette. Unutmayalım ki, 1908’de Türkiye’nin kaderini eline alanlar, 1880’lerde doğmuş ve Abdülhamid’in kurduğu okullarda okumuş insanlar. Bu kurmay subaylar arasında zannedildiği gibi yurt dışında bulunanlar ve doktora yapanlar da yok. Bilinmesi gereken bir diğer husus da 1880’lerde doğmuş bu kuşağın sadece modern Türkiye’yi değil, aynı zamanda modern Ortadoğu’yu da inşa etmiş ve yönetmiş olduğudur. Mesela Irak’ta 1958’e kadar yönetimde etkili olmuş bütün başbakanlar, dışişleri bakanları, hatta kabinenin bütün üyeleri ya Mekteb-i Harbiye’den ya Mekteb-i Mülkiye’den ya da Mekteb-i Hukuk’tan mezun tiplerdir. Onlar da aynı Atatürk ve arkadaşları gibi Osmanlı bürokrasisinde belli bir süre çalışmış sivil veya askerlerdir. Ve sonra da yollar ayrıldıktan sonra modern Irak’ta, Suriye’de, Ürdün’de, Lübnan’da etkin siyasi konumlar elde etmişlerdir.
Osmanlıcılık’tan Pan-İslamizme, Pan-İslamizmden de Türkçülüğe uzanan bir çizgi var.
Evet, tarihsel olarak böyle bir ayrım yapmak mümkün. Hiç kuşkusuz biz bu ayrımları çok katı bir çerçeve içerisinde yapmıyoruz. Zaman zaman bu çizgilerin iç içe geçtiğini de görebiliyoruz. Fakat genel olarak baktığımızda Osmanlıcılığın yürümediği noktada İttihadı İslam politikasının, onun da yürümediği ve Müslüman unsurlar arasında da milliyetçi eğilimlerin yaygınlaşmaya başladığı noktada ise Türk milliyetçiliğinin önerildiğini görebiliyoruz. Fakat bu milliyetçiliğin bir halk hareketi olmadığını, elit düzeyinde bir milliyetçilik olduğunu ve öncelikle bir kültürel uyanış hareketi olarak başladığını belirtmekte yarar var.
Burada Arap milliyetçiliği nerede duruyor?
Hep zannedilir ki Arap milliyetçiliği Bağdat’ta çıkmıştır, Şam’da çıkmıştır, Mekke’de çıkmıştır. Hiç alakası yok. Arap milliyetçiliği İstanbul’da Mekteb-i Hayriye’de, Mülkiye’de çıkmıştır, hatta Osmanlı parlamentosunda, Meclis-i Mebusan’da çıkmıştır. Neden? Çünkü o güne kadar birbirini görmemiş olan Bağdatlı, Şamlı, Mekkeli, Trablusgarplı mebuslar ilk defa orada bir araya geliyorlar, birbirlerinin ve devlet karşısındaki sorunlarının farkına varıyorlar ve aynı sesi dile getirmeye, örgütlenmeye başlıyorlar. Türk milliyetçiliğinin açıkça dile getirilmeye, formüle edilmeye başlanması da Arap isyanı olarak bildiğimiz olaydan sonra ve Ortadoğu’nun fiilen Osmanlı’dan kopmasından itibarendir. Daha öncesinde Türk milliyetçiliğine İslamcıların en temel itirazı şudur: “Eğer Türkçülük yaparsanız, son İslam devletini zaafa uğratırsınız. Bu defa diğeri de Arapçılık yapar ve son İslam devleti de parçalanır.” Ne var ki, Arap isyanı sonrasında Türkçülük kamuoyu önünde sesli bir şekilde dile getirilmeye başlanır.
Bu Türkçülük İslam’la barışık bir Türkçülük müdür peki?
Evet. 1920’lerin ikinci yarısına kadar da etkili olmuştur. Bundan sonra Türk milleti ile İslam arasındaki bağların ve hatta bu bağları yaratanların da görmezden gelindiği bir dönem çıkar karşımıza. Bu bir kırılmaya işaret eder.
Osmanlıcılık, Pan-İslamizm ve Türkçülük gibi devletin kurtarılması için önerilen zihniyet çerçeveleri tarihsel bir izlek temelinde değerlendirildiğinde giderek daralan bir muhayyileye sahip oldukları iddia edilebilir. Bu çerçevede Kemalizm’i nereye koyuyorsunuz? Kemalizm, bu reçeteler zincirinin son halkası mı? Kopuş değil de süreklilik paradigması esasınca Cumhuriyet macerasını okuyacaksak, o takdirde Kemalizm’i nitelik olarak Osmanlıcılıkla ya da Pan-İslamizmle aynı kategoride mi değerlendireceğiz?
Yakın zamanlara kadar, modern Türk siyasi hayatını okumak isteyenlerin başlıca tartışma konusu, Cumhuriyet dönemini radikal bir kopuş olarak mı, yoksa bir süreklilik olarak mı görmemiz gerektiği noktasında düğümleniyordu. Zamanla gerek bizde gerek Batı’da yapılan çalışmalar, süreklilik paradigmasının daha doğru olduğu yönünde bir yaklaşımın benimsenmesini beraberinde getirdi. Bu yönüyle Cumhuriyet, Osmanlı’nın, Osmanlı modernleşmesinin devamıdır.
Yine de bir kırılmanın varlığından söz etmeden Cumhuriyet Türkiye’sini anlamamız mümkün değil.
Hiç kuşkusuz. Bir kere şunu bir tespit edelim: İfade etmeye çalıştığım gibi 1927-28 tarihleri sonrasında bir kırılmanın yaşandığını görüyoruz.
Askerin siyasete girme yasağı da sanırım bu çerçevede gündeme getiriliyor.
Evet. Ve bu tarihten sonra yaşanan kırılma içerisinde açıkçası dinin tamamen bireysel alana itilmesi, konumlandırılması diyebileceğimiz bir süreç var.
Doğru, ulus-devletin varoluş koşulunu yerine getirmek için, dini siyasal alanın dışına itiyor, bireysel alanda konumlandırıyorsunuz. Fakat diğer yandan bir arada tutmak, tesanüt ruhu yaratmak zorunda olduğunuz bir toplumunuz var. Ve bu toplum demografik olarak bakıldığında tarihinde hiç olmadığı kadar Müslüman. Dolayısıyla dini bir harç olarak kullanmaya yelteniyorsunuz. Fakat tarihsel temsillerine bakıldığında İslam, sadece vicdani alanın içerisinde tutulabilecek bir din de değil. Mevcut riskleri ortadan kaldırabilmek için, laikliğin formüle edilmesi gerekli; fakat tek başına yeterli olmuyor. İkinci adım devletin dinî alana müdahalesi olarak karşımıza çıkıyor. Dinin içerisinde yer almadığı bir toplumsal, kültürel kimliğin inşası mümkün görünmediği için bir din tasarımı da yapılmak isteniyor. Bu nedenle dinin modernleştirilmesi devletin birinci elden uyguladığı bir politika oluyor. Kur’an tercümelerinin teşvik edilmesi, tefsirlerin yazdırılması, ilahiyatların, imam-hatiplerin açtırılması resmî bir İslam yorumu oluşturma kaygısının ürünleri. Fakat, Cumhuriyet’in bu projesinin tuttuğunu söylemek imkansız.
Evet. Kemalist devrimlerin, Kemalist modernleşme projesinin tüm radikalliğine, keskinliğine rağmen 1950 sonrasında İslam yeniden Türk siyaset sahnesinde bir güç olarak ortaya çıkıyor. Eğer bu noktayı doğru okuyabilirsek, kanaatimce Türk siyasetini de doğru anlayabiliriz. Mesela beni en çok hayrete düşüren yorumlardan bir tanesi şu: “Demokrat Parti iktidara geldi, ezanı Arapça okutmaya başladı ve irtica hortladı.”
Peki, ne oldu da “irtica hortladı?”
Maalesef Türkiye’deki sosyologlar veya sosyal antropologlar şunu hiç vurgulamıyorlar: Tek parti döneminde nüfusun %80’i kırsal kesimde yaşayan insanlardan oluşuyor. Okumalarımız bize gösteriyor ki, aslında Atatürk devrimleri, Kemalist siyaset bu %80’e sirayet edememiş. Bugün bizim modern Türkiye’yi şekillendirdiğini düşündüğümüz o devrimler ve reformlar büyük şehirlerde, kasabalarda etkili olmuş, o kadar. %80’in mevcut sosyal ve iktisadi gerçeklikleri, dolayısıyla kültürel gerçeklikleri değişmemiş. İslam orada yaşamaya devam etmiş. Kitabi bir İslam değil bu, formel bir din eğitimi vs. yok; fakat yine de bütün canlılığıyla yaşayan bir İslam var karşımızda.
Bir ahlak çerçevesi ve toplumsal ilişki ağı olarak canlı bir İslam.
Evet, aynen. Geleneksel süreçler, kültür kalıpları olduğu gibi yaşamış. 1945’e gelindiğinde tarımda makineleşmenin başlamasıyla kırsal kesimde geleneksel kültür kalıpları içerisinde yaşayanlar mevcut kültürel bakiyeleri ile birlikte kentlere geliyorlar ve burada hem kendileri dönüşüyorlar hem de kenti dönüştürüyorlar. Sonuçta dönüşen Türkiye’nin toplumsal gerçekliği oluyorlar. Bu sürece muazzam bir göç eşlik ediyor. “İrtica hortladı” söylemi esasında bu dönüşüme birilerinin kılıf bulmasından başka bir şey değil. Karşımıza çıkan şey, tam bir sentez ve bu sentez ne Kemalizm’in ne İslamcılığın işine yarıyor. Bu süreçte karşımıza arabeskler çıkıyor.
Bu süreç içerisinde “modernleştirici elit” olarak görülen ordu da siyasal belirleyene dönüşüyor. Kemalist modernleşme projesinin öncü aktörü olan ordu, sürekli siyasetin merkezini ve dahi istikametini tayin etmeye çalışıyor. Özellikle, son dönemlerde bazı kesimlerde askerî bürokrasinin sivil siyaset karşısındaki ayrıcalıklı konumunu yitirdiği, yaşanan ‘demokratikleşme’ süreci ile Türk siyasetindeki asker-sivil dengesinin siviller lehine yeniden düzenlendiği yönünde bir inanç söz konusuydu. Oysa son günlerde yaşanan gelişmelerle siyasetteki asker gölgesinin esasında siyasi kültürümüzden öyle kolay kolay çıkarılamayacak bir unsur olduğunu bir kere daha görmüş olduk. Askerden gelen cılız bir uyarı dahi tüm siyasetin yönelimini değiştirdi. Ordunun bu müdahil tavrı, anlaşılan siyaseti imkansız kılmaya devam edecek, ne dersiniz?
Türk ordusunun sahip olduğu askerî güç, devasa boyutlarda. Subaylarını küçük yaşlardan alıp eğitime tabi tutuyor ve onların özel bir siyasi kültür içerisinde sosyalleşmeleri sağlanıyor. Bahsettiğimiz ordu, müntesiplerine küçük yaşlardan itibaren sosyal, kültürel ve zihinsel inşalar kazandıran bir ordu.
Bu eğitim süreci içerisinde, “sistemin bekçisi” olma rolü de merkezde sanırım. Bir de “modernleştirici elit”in konumu gereği siyaseti ve toplumu terbiye etme misyonu da yine bu eğitim süreci içerisinde benimsenmesi istenen bir misyon.
Bunun yanında, ordu mensupları göreve başladıktan sonra, lojmanlarda yaşıyorlar ve böylelikle biricik bir siyasi kültürün kurumsallaşması, toplumsal etkiye tabi olmadan yaşaması mümkün olabiliyor. Bana göre ordunun siyasal alandaki etkin konumunu açıklarken işimize yarayabilecek bir diğer etken de, Türkiye’nin iç ve dış güvenlik tehdidinin hiç bitmemesi. Bu durum ordunun siyasal alandaki meşruiyetini sürekli canlı tutuyor.
Evet. Fakat bu tehdit algısı biraz da kurgulanmıyor mu? İrticanın bir iblis olduğu ve dünya döndükçe yaşayacağı ima ediliyor mesela.
Biraz empati kurmak zorundayız sanırım. Unutmamak lazım ki, son altmış yıldır fikirleri iktidar olamamış, olsa da başarı sergileyememiş bir zümreden bahsediyoruz. Onların da Türkiye idealleri, fikirleri var; ancak bu fikirlerin sandıktan çıkmaması gibi bir açmazları da var. O nedenle, her seferinde benzer bir formüle başvuruyorlar. Hakikati kitlelere öğretme yoluna gidiyorlar, kitlelerin aydınlanması ile kendi fikirlerinin iktidar olacağını düşünüyorlar.
Fakat modern Türk siyasi hayatına baktığımda ben ideolojiler ya da doktrinler çatışmasından çok daha fazla rahatlıkla konum değiştirebilen, farklı ideolojik konumlara uyum sağlayabilen aktörler arasındaki bir çatışmanın etki ettiğini düşünüyorum.
Türkiye’de yaşanan siyasi ve toplumsal dönüşümler ideolojilerin birebir yansıması değil. Karşımızdaki manzara daha çok 1945 sonrası başlayan toplumsal dönüşümün yansımalarından oluşuyor. Bugün buna Türkiye’nin uluslararası kapitalizmle imtihanını da ekleyince süreç biraz daha iyi anlaşılabiliyor. Bakın bir yandan Türkiye’de küreselleşme üzerinden bir ayrışma var. Bugün, geçmişteki pek çok farklı siyasi konumu bir araya getiren, bu küreselleşme karşıtlığı. Aslında dönüp dolaşıp Tanzimat’ın içine geliyoruz yine. Karşımızda bir sel var, onun akışına uyarak mı yüzeceğiz, yoksa akıntıya karşı yüzmeye mi çalışacağız? Tüm bunların yanında şu anda bir krizle karşı karşıya olduğumuz ortada. Aslında bu krizin çözüm yolları var; fakat biz bir türlü bu çözüm yollarının üretilmesine katkıda bulunamıyoruz. Burada esas olan rasyonel bir tartışma zemini oluşturmak. Fakat bunu dahi yapamıyoruz. En temel problemlerimiz söz konusu olduğunda milletin %70’i A diyorsa, diğer %30’u B diye tutturuyor. Kaynaklar ve imkanlar bu %30’un elinde olduğu için bir türlü uzlaşma da sağlanamıyor. Bir süre sonra tartışma vatan hainliği-vatanseverlik gerilimine sıkıştırılıp kalınıyor.
Siyaset bu mitler arasındaki gerilimden, gidişattan ibaret bir hal almış durumda maalesef. Peki, bu mitleri ve korkuları niye biz bu kadar kolay üretiyoruz? Modern siyaset biraz da sanırım mit üretme ve yönetme sanatı.
Yaşadığımız problemler tarihsel hafızamızın ve tarihsel şuurumuzun olmayışıyla alakalı. Tarihte gerçekte ne olduğunu bilseydik, bugün örneğin Ermeni meselesi diye bir problemimiz kalmayacaktı.
Çok teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et