CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi tartışmaları, AKP’nin 2002 genel seçimlerinden zaferle çıkacağı ve Meclis’in büyük çoğunluğuna sahip olacağının kesinleşmesiyle başladı. Önce, oluşacak yeni Meclis’in cumhurbaşkanını seçecek olmasının tehlikelerinden bahsedildi ve erken seçim arayışları gündeme geldi. Fakat hükümet erken seçim seçeneğine hiç sıcak bakmadı ve bugünlere gelindi. Muhtemelen gelecek ay bu zamanlar, adayların isimleri kesinleşmiş ve bugünlerde yapılan tartışmaların birçoğu da anlamını yitirmiş olacak ya da bütünüyle farklı mecralarda seyreden tartışmalar yaşanacak. Cumhurbaşkanlığı seçimi için artık son düzlüğe girilmiş bulunuyor. Ancak bu süreç, tahmin edilenden çok daha sakin, sessiz ve yumuşak geçiyor. Gündeme bir gerilimden ziyade, bir kabullenmişlik hakim. Rejimin tehlikede olduğu söylemlerinin gündemi belirlemesi, gün geçtikçe yükselen bir gerilimin yaygınlaştırılması, pek çok sivil toplum kuruluşunun bir araya gelerek tepkiler ortaya koyması ve bu tepkilerin psikolojik bir savaşa dönüştürülmesi beklentileriyle uyuşmayan bir durum bu. Cılız sayılabilecek seviyede çıkan bazı sesler ise, kamuoyu oluşturucuları tarafından pek ciddiye alınmışa benzemiyor. Görmezden gelmeyi ve sadece duyurmakla yetinmeyi tercih ediyorlar. Bu durumu belki de Türkiye’nin artık siyasi bir olgunluğa eriştiğinin bir göstergesi olarak kabul etmek gerek!
AKP lideri ve kadroları, her şeyden önce, cumhurbaşkanını bu Meclis’in seçmesi konusunda yapmış oldukları tercihin arkasında, -ciddiyetleri sorgulanabilir olmakla birlikte- dillendirilmeye çalışılan tüm tepkilere ve baskılara rağmen, bugüne kadar ısrarla ve başarıyla durdular.
Cumhurbaşkanını mevcut Meclis’in seçecek olması -eğer olağandışı bir müdahale olmazsa- artık kesinleşmiş olmakla birlikte, hâlâ kimlerin aday olacağı belli değil. Belliyse de biz bilmiyoruz. Tayyip Erdoğan’ın adaylığını koyup koymayacağı da şimdilik meçhul. Başbakan bir bakıma muhalefetle ve ismi etrafında spekülasyonlar yapan medya mensuplarıyla dalgasını geçiyor. Muhalefetin ve özellikle de CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Erdoğan’ı hedef alan eleştiri ve saldırılarında kullanılan söylemler ve argümanlar, Başbakan’ı -eğer aday olmayı düşünüyorsa- adaylıktan çekilmesini sağlamaktan çok uzak.
Çoğu zaman olduğu gibi, böylesine kritik olma niteliği kazandırılan seçim/tercih arifelerinde kamuoyunda meselenin yanlış tartışıldığına şahit oluyoruz. Mesele şu ya da bu kişinin cumhurbaşkanlığı makamına gelmesini sağlamak ya da engellemekle sınırlı olarak ele alınıyor. Bu ülke eğer Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığını yaşamayı başarabilmişse, Erdoğan’lı bir dönem yaşamasının ne gibi bir sakıncası olabilir? Aynı argümana farklı bir açıdan da bakabiliriz: Sezer’in yapmış olduğu türden bir cumhurbaşkanlığı, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yapması için yeterli bir gerekçe midir? Derinlikten yoksun kısır çekişme ve tartışmalar, her şeyden önce, -bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde- cumhurbaşkanlığı makamının da, bu ülkenin de değerini düşürüyor.
Tartışılması gereken bir diğer husus da, müstakbel cumhurbaşkanının AKP içinden ya da dışından, Meclis içinden ya da dışından birisi olması ve daha da önemlisi Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ne türden sonuçlar doğuracağıdır.
Sayın Erdoğan’ın dışında bir AKP’linin cumhurbaşkanı olması, AKP için de, muhalefet kesimi için de kabul edilebilir bir durum. Çünkü her iki kesim de, söz konusu seçimi kendi açılarından bir kazanç olarak gösterebilecek gerekçelere sahip olacaklar. Bir taraf, memleketin daha da gerilmesini önlemiş ve aynı zamanda da hem Meclis, hem de AKP içinden birisini cumhurbaşkanlığı makamına oturtmuş olmanın başarısından söz edebilecektir. Zira Sayın Erdoğan’ı cumhurbaşkanı yapmak gibi bir vaatleri hiç olmadı. Karşı taraf da, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını engellediklerinden hareketle başarılı olduklarını söyleyebilecektir. Böyle bir durumda, her iki tarafa da yöneltilebilecek eleştiriler saklıdır. Fakat bu eleştirilerin, Erdoğan’ın ya da AKP ve Meclis dışından birinin cumhurbaşkanı seçilmesi durumlarında yöneltilebilecek eleştiriler yanında cılız kalacağı da aşikâr.
Öte yandan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması da AKP’den başlayarak hükümet kadrolarında çok ciddi bir değişimi beraberinde getirecektir. Bu hareketlenmelerin, iç ve dış politikalarla ilgili niteliksel bir değişime neden olup olmayacağı ise tartışmaya açık. Ayrıca bu değişimler, hem Başbakanlık’tan başlayarak çeşitli bakanlıklara varıncaya kadar gerçekleşecek değişimin merkezinde yer alan aktörlere hem de önümüzdeki süreçte uluslararası arenada ortaya çıkacak muhtemel gelişmelere bağımlı olacaktır. Bu ise cumhurbaşkanlığı seçimini, hem Türkiye için hem de dünya siyasetini yönlendirme gücünü ve imkanını ellerinde bulunduranlar için kritik bir hale getiriyor.
Sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilemeyeceğine yönelik bazı açıklamalar olmakla birlikte dişe dokunur bir iddia ortalıkta gözükmüyor. Bu durum, ya engelleyici bir mesele olmadığı ya da Erdoğan’ın seçilmesini sağlamak için gündemden uzak tutulduğu şeklinde yorumlanabilir. Her iki durumda da, Başbakan’ın önünün açık olduğunu söylemek mümkün.
İkinci bir husus da Erdoğan’ın adaylığına karşı çıkan çevrelerin bu ‘karşıtlığı’nın güçlü ve ortak bir sese dönüşememesi. Önümüzde bir Turgut Özal örneği var. 28 Şubat sürecindeki psikolojik savaş ortamı da henüz unutulmadı. Bugün ise iki örnekten de çok farklı bir manzara söz konusu. Gerçekten de Başbakan’ın cumhurbaşkanlığının rejim için tehlikeli olduğu düşünülüyorsa eğer, bir uzlaşının sağlanamaması ve etkin bir harekete dönüşememesi başlı başına bir muammadır. Muammayı çözebilecek açıklamalar ise, ancak zamanla doğrulanabileceği ya da yanlışlanabileceği için, şimdilik komplo söylemleri olarak kalmaya mahkum.
Bu bağlamda, kamuoyundaki tepkilerin niteliğine ve bu tepkilerin sınırlı kalışına/bırakılışına bakılarak, cumhurbaşkanının kim olacağı ya da -kim seçilirse seçilsin- nasıl bir cumhurbaşkanlığı yapacağı konusunda bir uzlaşmanın sağlanmış olduğu söylenebilir. CHP lideri Baykal’ın dışında herkes bir rahat, bir rahat ki sormayın gitsin! Baykal’ın çıkışlarının da, söylemlerine rağmen, rejimin bekası konusundaki endişelerinden mi yoksa kendisinin ve partisinin geleceğine ilişkin kaygılardan mı kaynaklandığı tartışmaya açık.
Gelecek dönem özellikle bölgemiz için pek çok yeni gelişmeye gebe. Bunların hazırlıklarına uzun zamandır girişildiği kimsenin meçhulü de değil zaten. Özellikle de, bölgede etkinliğini artırmak, kalıcı hale gelebilmek için geleceğe dönük eylemler içerisine giren ABD ve İsrail’in, Rusya’nın ve AB ülkelerinin Türkiye’nin bu tercihini çok yakından takip ettikleri ve müdahale etmek isteyecekleri de her halükarda hesaba katılması gereken bir durum.
Hatırlanacağı üzere Erdoğan’ın yasaklı, Abdullah Gül’ün ise başbakan olduğu dönemde 1 Mart Tezkeresi krizi yaşanmıştı. Sayın Başbakan’ın hâlâ alakalı alakasız yaptığı “1 Mart Tezkeresi geçseydi iyi olurdu” türünden açıklamaların, gerek bugünkü gelişmeler açısından, gerekse de gelecekteki tercihler açısından ne anlama geldiğinin sağlaması önümüzdeki dönemde yapılacaktır. Yeni dönemde de benzer sorun ve gündemlerle karşılaşırsak, Başbakan’ın yaklaşık 4 yıldır -içeride ve dışarıda- rantını yediği bu türden hareketlere girişmeyi tercih etmeyeceğini şimdiden söylemek kehanet olmasa gerektir. Bu yöndeki tercihlerinin ülke içinde nasıl bir siyasi ortam doğuracağını ise şimdiden kestirmek zor.
Başbakan’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasının AKP kadroları tarafından sevinçle karşılanacak olması da şaşırtıcı değil. Çünkü bu vesileyle parti içinde olsun, hükümet yapısında olsun mevcut kadroların yerlerinden oynayacağı, parti içi yapıdan hükümetin değişik birimlerine kadar ciddi bir hareketlenmenin meydana geleceği açık. Bu, elbette, daha yukarıları hedefleyen kadrolar için yeni fırsatların doğması demek. Bu süreçte fırsatları kaçırmak istemeyenler ile yerlerini korumak isteyenler arasında da bir gerilim doğacaktır. Bu hareketliliğin başarılı bir şekilde idare edilememesi ise, partinin bütünlüğü ve bekası açısından ciddi yaralar açar. Turgut Özal’ın köşke çıkma sürecinde ve çıktıktan sonra gerek kendisinin ve gerekse de ANAP’ın yaşadıkları, bu konuda da Erdoğan için ders olma niteliği taşıyor. Fakat seçime günler kala yaşanan bu sükunet ortamı, ilgililerin, bu konuda da gerekli dersi çıkarmış oldukları şeklinde yorumlanabilir.
AKP ve hükümet kadroları içinden başlayarak gerçekleşecek değişikliklerin, iç ve dış politikalarda yaratacağı etki göz önüne alındığında, seçim sonrası süreçte daha da hareketli bir siyaset gündeminin bizleri beklediği söylenebilir. Dolayısıyla da, muhalefet için, asıl hazırlıkların Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesi sonrasına yönelik olacağı düşünülebilir. Meclis dışında kalmış partiler için Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Meclis’e çok sayıda partinin girmesi anlamında, yeni imkanlar doğuracaktır. Erdoğan’a en fazla tepkiyi gösteren kişinin Baykal olması da bu anlamda elbette manidar. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Türkiye’de tartışmaları nihayete erdirmeyecek, tam tersine, pek çok yeni tartışmayı ve gelişmeyi başlatacak.
Kritik soru şu: Şimdilik bir sükunet ortamının var olmasına rağmen, ulusal ve uluslararası düzlemde önemli sonuçlar doğuracağından kimsenin şüphesi olmayan bir seçim tesadüflere terk edilmiş midir acaba?
Son Not: Radikal gazetesinin web sayfalarında “Özlü Söz” başlığı altında küçük fakat esprili ve düşündürücü sözlere yer veriliyor. Bir tanesini sizinle paylaşmak istedim: Sultanbeyli’de çaldığı dört ineği satmak isterken yakalanan bir hırsız, durumu şöyle özetliyordu: “Boş arazide inekleri otlarken görünce birini çalmak istedim. Bir ineği götürürken, diğerleri de beni takip etti.”
Paylaş
Tavsiye Et