Konuşan. M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ
Türk siyasal yaşamında sempatik bulunan, meydanlarda çok alkış alan, ama bu görüntüyü sandığa bir türlü yansıtamayan liderler vardır; Hasan Celal Güzel ve merhum Osman Bölükbaşı gibi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ise partisi gerek amblemi, gerekse söylemiyle benzer bir kaderi paylaşıyor. İlgi görüyor; ama seçim ittifakları dışında Meclis’e girme şansı bulamıyor.
Ankara Tuna Caddesi’ndeki mütevazı parti binasına girerken neredeyse hiçbir kontrol, üst araması ve sorguya maruz kalmadık ve kısa sürede kendimizi “Genel Başkan” yazılı kapının önünde buluverdik. Doğrusu, Hrant Dink cinayetinden sonra BBP ve liderinin basında sıkça gündeme geldiğini düşününce, daha sıkı güvenlik önlemleriyle karşılaşmak yadırgatıcı olmazdı.
12 Eylül Darbesi’nin ardından kapatılan Ülkü Ocakları’nın son genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, 12 Eylül’ün önde gelen milliyetçi mağdurlarından birisi. Aynı günlerde başka bir nedenle, Kürt kökenli kişilerin Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gördüklerini hatırlattığımızda sistemin hatalar yaptığını söylüyor. Türkiye’nin doğusundaki sorunu etnik bir adla tanımlamamaya özen gösteren Yazıcıoğlu, “terörle mücadele” konusunda da, sistemin sorunlar ürettiğini düşünüyor. Örneğin, terörist ile vatandaş ayrımının yapılamaması ve vatandaşın desteğinin alınamaması gibi…
Milliyetçilik, ulusalcılık gibi kavramsal/kuramsal tartışmaları pek sevmediği izlenimi veriyor Yazıcıoğlu. Bunun yerine güncel ve pratik konularda konuşmaya yatkın ve konuşurken daha çok “kürsüden hitap” üslubunu tercih ediyor.
Bu söyleşiden ona dair çıkan resim şu: Kişisel konularda ketum, güncelde hatip, teoriden uzak; sıcak bir Anadolu adamı.
Elbette takdir okuyucunun...
Ulus ve millet ya da ulusalcılık ve milliyetçilik; biri Moğolca, diğeri Arapça kökenli iki kelime. Bir de öz Türkçe olan ‘budun’ var; fakat günlük kullanımda yok. Sizce bu kelimeler arasındaki fark ne? Türklüğü tanımlamaya bunlardan hangisi daha elverişli?
Şimdi ulus, daha alt bir kavram; daha doğrudan etnik kökeni ifade ediyor. Ancak millet daha geniş bir kavram ve daha çok tarihsel süreç içerisinde gelişmiş bir toplumu ifade ediyor. Dolayısıyla bugün millet dediğimiz zaman hem Türkiye’nin dışındakileri, hem de Türkiye’nin içindeki Türkleri, vatandaşlarımızı ifade edebiliyor. Tabii bugün bu kavramları kullanırken muhtevasını da düşündüğünüz zaman millet daha kucaklayıcı, daha geniş, kapsayıcı bir alan oluşturuyor. Kur’an-ı Kerim’de “millet-i İbrahim” deniyor; buradan hareketle millet dendiği zaman bazı kesimler ümmeti de ifade etmiş oluyorlar. Ama Türk milleti dediğiniz zaman, hem Türklüğün hususiyetini ifade ediyor, hem de tarihsel süreç içerisinde yayıldığımız alanda Türklerin ilişki kurduğu, birlikte yaşamaya karar verdiği, kader birliği yaptığı unsurları da içine almış oluyor.
Sizce Türklük nasıl tanımlanmalı; Türkiyelilik kavramı ile Türklük kavramı arasında bir fark görüyor musunuz? Sizin kafatası milliyetçiliğini değil, ırkçılığa dayalı olmayan Türklüğü savunduğunuzu biliyoruz. Hukuk ölçülerine dayalı milliyetçilik derken kastettiğiniz nedir? Kan bağı değil herhalde… Türklüğün siyasal bir bilinç olarak algılanması mı?
Şimdi dünyada saf bir ırktan bahsetmek, kan tahlillerine, gen tahlillerine bakarak bir saf ırk arayışı içerisine girmek hem gerekli değil, hem de mümkün değil. Çünkü Türk milletinin tarih içerisinde üstlenmiş olduğu misyon, bu misyonun gerektirdiği ve oluşturduğu medeniyetler, egemenlik dairesi içerisine çektiği ve idare ettiği unsurlar dikkate alındığı takdirde, Türk milletinin coğrafyalara sığmayan bir tarihe sahip olduğu görülür. Tarih içerisinde kazandığımız en yüce değer olan İslam’la tanıştıktan sonra, tabii İslam ortak paydasında, daha geniş alanda ilişkiler oluşturulmaya başlanmıştır. Ve bir sosyolojik gerçek olarak, İslam’ın getirmiş olduğu yakınlaşmayla, kız alıp-verme gibi yollarla aile birlikteliklerinin oluşması çok daha kolaylaşmıştır. Anadolu’ya gelecek olursak, Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlarımız -Kürt, Türkmen, Laz, Çerkez, Boşnak- aralarında kız alıp verdiler; akrabalık bağları oluştu. Birkaç göbek ileriye geçtiği zaman hangisinin baskın karakteri oluşturduğu belirsiz hale geliyor. Dolayısıyla Anadolu coğrafyasında biz bir kazanda kaynadık, karıştık, mayalandık. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlanmış olan herkesin adı ‘Türk’tür. Bu anayasal bir kavramdır. Ancak bu anayasal kavramla birlikte Türkiye’nin sınırları ötesinde var olan ve bizimle soy bağlantısı içerisinde olan Türkler de var. O zaman o Türklerle bu Türkler arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağız? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlanmış olan herkes Türk’tür, deyince vatandaşlık bağıyla bağlı olmayanlar, dışarıda kalanlar ne olacak? Onlar Türk değil mi? Biz, Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlananlar Türk’tür, dediğimizde Türk kavramını bir üst kimlik olarak kabul etmiş oluyoruz. Lozan Antlaşması’yla çok isabetli bir şekilde Müslüman olanlar bir millet sayılmış, gayrimüslim olanlar da azınlık olarak kabul edilmişlerdir. Tabii Müslüman olanlar İslam ortak paydasında bir millet kabul edilince, bunun adına ne diyeceğiz diye soruldu. Bunun adı, ‘Türk’ diye ifade edilmiştir. Yani burada ‘İslam’ ortak payda, ‘Türklük’ üst kimlik olarak kabul edilmiştir. Formül budur. Peki, azınlık olanlar ne oldu? Azınlık olanlar da vatandaşlık bağıyla bağlandıkları için bu üst kimliğe atıfta bulunmak suretiyle onlar da Türk kabul edilmişlerdir. Ancak onların bir hususiyetleri vardır. Onlar Türk olmamak gibi bir hakka sahipler. Yani bu yine anayasayla güvence altına alınmıştır. Onlar Türkiye’de vatandaş olarak eşit haklara sahiptirler. Herkes hukuk karşısında eşittir. Ancak Türkiyelilik kavramı bunu ifade etmeye yetmemektedir. Evet, hepimiz Türkiyeliyiz; ama kimiz diye sorulduğu zaman Türk’üz diyeceğiz. Yani dışarıda nerelisin diye sorulursa, Türkiyeliyim dersin; kimsiniz diye sorulunca Türk’üm dersin. Türkiyelilik zorlama bir kavram oluyor. Yani Türkiyelilik kavramını ortaya atmış olanlar zorlama bir şekilde Türklük kavramını geriye itmek, onu bir alt kimliğe dönüştürmek, birçok etnik unsurdan birisi olarak ifade etmek suretiyle bir-iki aşama ötesinde bu mozaiğin -kendilerine ait bir kavram olarak söylüyorum- parçalanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Halbuki Türkiye’de oluşturulmuş olan, bir Türk ebrusudur. Bu ebru bir kere yapılmıştır; bir daha bozarsanız, asla yapamazsınız. Herkes aklını başına alacak. Lozan’da ortaya konulmuş olan ölçü gayet isabetlidir; bunu bir kere bozduktan sonra bir daha o fırsatı bulmak kolay değildir. O bakımdan Türklük kavramını bir alt kimlik haline getirmek, sadece bir etnisiteye dönüştürmek Türkiye’nin bütünlüğünü bozar. Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlet olarak kurulmuştur ve folklorik özellikleriyle, nüanslarıyla kültürel altyapısı vardır. Bu altyapının üzerinde İslam ortak paydasında ve Türklük üst kimliğinde buluşmuşuz; bunu bu şekilde anlamak doğru olandır.
Burada tersinden bir soru sormak istiyorum. Türkiyelilik kavramını öne çıkarmak ebruyu bozar, dediniz. Peki, ülkenin doğusundaki acil ve somut sorunu da göz önünde bulundurduğumuzda, Türklük kavramında ısrar etmek Türkiye’yi bölünmekten kurtarmaya yetecek mi?
Meseleye iyi niyetle bakmadığınız takdirde zaten her halükarda o noktaya gelinir. Mesela Yugoslavya’da önce bir fantezi olarak ülkeyi federasyonlaştırmaya çalıştılar. Arkasından federasyonu ellerinde tutamadılar ve sonuçta ülke parçalandı gitti. Yugoslavya’da yapı bozulduktan sonra otuz-kırk yıl bile bekleyememişlerdir. Birkaç yıl içerisinde darmadağın olmuştur. Şimdi Türkiye’yi federatif bir yapıya dönüştürme projeleri var. Bu projenin ileriki aşamasında asıl varılmak istenen hedef, Türkiye içerisinden yeni devletlerin çıkartılmasını sağlamaktır. Önce “iki millet, bir devlet” kavramını getirelim, diyorlar. Anayasamızdaki “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü tartışılamaz” ifadesini çıkaralım, onun yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ortaklık devleti olarak ifade edelim, diyorlar. Onu kabul ettiğimiz takdirde devamında ortaklığımızın çok fazla gitme şansı gözükmüyor. “Ben ortaklıktan ayrılıyorum, hissem ne kadarsa verin” noktasına getirilecek, sonra da self-determinasyona altyapı oluşturulmuş olacaktır. Buna meydan vermemek lazım. Elbette herkesin kendisini ifade etme özgürlüğünü sağlamak gerekiyor. Bu noktada vatandaşların aşiretiyle, boyuyla, mezhebiyle kendi farklılıklarını ifade edebilmeleri Türklük üst kimliğinde buluşmamıza mani değildir.
Türkiye’nin doğusunda terör sorunu, Güneydoğu sorunu, Kürt sorunu gibi adlandırmalarla bir sorundan bahsediliyor. Her halükarda ortada bir sorun var; ama tanımlar birbirini tutmuyor. Siz bu tanımlardan herhangi birini benimsiyor musunuz? Ve bu sorunun çözümü için ilk elden, acilen neler öneriyorsunuz?
Bir defa “Kürt sorunu” diye bir kavramı doğru bulmuyorum. Çünkü sorunu etnik olarak koyarsanız, çözümünü de etnik açıdan yapmak mecburiyetinde kalırsınız. Kürt sorunu dediğiniz zaman, demek ki Türkiye’de Kürtler sorundur. Öyleyse Kürtler’in bu sorununu nasıl çözeceğiz? Arkasından da “Madem Kürtler sorundur, o halde Kürtlere göre bir çözüm üretelim” önerisi gelecek masaya ve “Siz bunun bir sorun olduğunu kabul ettiğinize göre o zaman çözün” diyecekler. Nitekim Sayın Başbakan bunu attı ortaya, ondan sonra ‘çöz’ dediler. Hemen Apo içeriden demeç verdi; “Çok isabetli; Sayın Başbakan bu yolda devam etsin” dedi. Ve çözümü de söyledi, “Kürt sorununun çözümü için atılacak birinci adım anayasa değişikliğidir. Türkiye’nin bir ortaklık devleti olduğunu kabul etmektir. Türkiye’yi, Türkler ve Kürtlerin kurduğu bir devlet olarak kabul etmeliyiz” dedi. Peki, Türkiye’de böyle baktığınız zaman başka unsurlar yok mu? Yani Çerkezlerin hiç mi etkisi olmamış? Dolayısıyla “Önce anayasadaki maddeyi değiştirelim, ortaklık devleti olduğunu söyleyelim; sonra da Kürtlerin eğitim, dil gibi sorunlarını bir bir çözelim” deniyor. Dünyanın her yerinde hâkim unsur olarak ortak bir dil, tek resmî dil kabul edilir. Resmî yazışmalar böyle yapılır; her yöreye göre ayrı resmî yazışma yapılmaz, ayrı eğitim dili kullanılmaz. O diller günlük hayatta, ilişkilerde, yayınlarda kullanılabilir; bunlar ayrı bir konu. Ama tevhidi nasıl sağlayacaksınız? Şimdi İstanbul’daki bir Kürt kardeşimiz için ayrı bir okul mu sağlayacağız? O okulda ayrı bir dille mi eğitim yapacağız? Bu da bir tür ayrımcılık sayılacak. Hem sonrasında bunun üstesinden gelebilme şansınız yoktur. Mesela bir Kürt kardeşimiz öğretmen olduysa, onu sadece Kürtlerin olduğu yerlere mi öğretmen olarak göndereceğiz? Bu bölücülüktür, ayrımcılıktır. Şimdi Türkiye’nin güzelliğine bakın: Diyarbakır’dan bir kardeşimiz gidiyor Edirne’de öğretmenlik yapıyor. Edirneli bir öğretmen kardeşimiz gidiyor Van’da öğretmenlik yapıyor, orada biri bir kıza âşık oluyor. Diğeri gittiği yerde bir delikanlıya âşık oluyor, evleniyorlar, çocukları doğuyor. O çocuklardan birisi kalkıyor savcı oluyor; o da gidiyor Rize’ye, Rize’de birisiyle evleniyor. Ondan sonra geliyor onun çocuğu Ordu’da bir Gürcü’yle evleniyor. Anadolu bu. Asırlardır biz burada birlikteyiz. Şimdi Kürt sorunu diye bir kavram ortaya koymak doğru değildir. Türkiye’nin sorunları var...
“Bu da sadece onlardan birisidir” mi diyorsunuz?
Türkiye’nin sorunları var. O sorunların içerisinde şunlar vardır: Bölgelerarası kalkınmışlık farklılığı bir sorundur. Bölgelerarası kalkınmayı dengelemek bir çözümdür. Sistemi buna göre düzenlemek ve tabiatın getirdiği avantajlarla devletin imkanlarını dengelemek gerekiyor. O zaman bölgelerarası denge olur. Bir yere tabiat alabildiğine vermiş, bir yere vermemiş. O halde buna göre yatırımlarınızı yönlendireceksiniz. Göç, bu ülkenin bir sorunudur. Göçü önlemek bir çözüm projesidir. Büyük şehirlerdeki gettolaşmalar, çarpık kentleşme, dejenerasyon ve kapkaçtan gaspa, tinerci sokak çocuklarına kadar uzanan olumsuzluklar bir sorundur. Bu sorunun çözümü köyden şehre, şehirden büyük şehre doğru akan sağlıksız göçü durdurmaktır. Bunun için de insanımızın doğduğu yerde karnını doyurabileceği, doğduğu yerde medeniyetin kolaylıklarından yararlanabileceği, insanca eğitim ve sağlık hizmeti alabileceği, iş sahibi olabileceği imkanları ona sağlamak bir çözümdür. Ülkemizin bir yöresindeki üretimin başka bir yöreye naklini, limanlara, havaalanlarına ulaşımını; insanımızın ürettiğini dışarıya pazarlamasını sağlamak bir çözümdür. Yani ülkede işsizlik, üretimsizlik, ihracat yapamamak birer sorundur. Ülkemizin her bir köşesini limanlara kolayca bağlayabilecek, kargo taşımacılığına elverişli havaalanlarını yapmak; üretimi, istihdamı, ihracatı arttırarak ülkenin topyekun kalkınmasını sağlamak da bir çözümdür. Şimdi biz ülkemizde eğitimdeki yetersizlik ve dengesizliği, fırsat eşitsizliğini bir sorun olarak görüyoruz. Öyleyse ülkenin her bir köşesine eğitimi götürmek, toplumun her kesimini cehaletten kurtarmak ve onların eğitimde fırsat eşitliğini sağlayabilecek şekilde devletin kaynaklarından yararlanmasını temin etmek bir çözümdür. Buna ait projelerimizin olması lazımdır. Ben şöyle düşünüyorum: Kürt’e göre bir çözüm, Çerkez’e göre bir çözüm, Türkmen’e, Alevi’ye, Sünni’ye göre bir çözüm değil, Türkiye’ye göre bir çözüm üretmemiz lazım. Her birimiz için yararlı olan budur. Terör bir sorundur. Terörle mücadele hepimizin işidir ve sonuçta teröristle Kürt’ü birbirinden ayırmak, çözümlerin en önemlilerinden birisidir. Terörle, teröristle mücadele edeceğiz; ama aynı aşirettendir, aynı ailedendir, aile yakınlığı vardır diye diğer vatandaşımızı kesinlikle rahatsız etmeyeceğiz. O vatandaşımızı potansiyel suçlu haline getirmeyecek yöntemleri bulmak da bir çözümdür.
Peki, bu hassas ayrım şimdiye kadar sağlıklı bir şekilde yapılabildi mi?
Hayır, bunlar yapılamadı. Burada sistemin ürettiği sorunlar var. Terörle mücadelede önceliklerimizi belirleyemedik. Terörle mücadele, sosyo-psikolojik yanlarıyla da eksiklikleri kapatmaya yönelik geniş bir mücadele alanı olarak düşünülmediği, terörün dış kaynakları doğru hesap edilip kurutulamadığı ve lojistik destek alanları kesilemediği için doğru dürüst yapılmamıştır. Terörle mücadele sadece askerlerin işi gibi düşünülmüş ve sadece güvenlik güçlerimizin teröristi kovalaması, yakalaması, içeriye atması gibi görülmüştür. Dolayısıyla çok daha kapsamlı bakılması gerekirdi. Bir taraftan terör unsurlarına altyapı sağlayan, onların insan kaynaklarını oluşturan alanları kurutmamız lazım; bu işsizliktir, yoksullaşmadır, cehalettir, eğitimsizliktir. Öyleyse insanlar aşıyla, işiyle ve ülkede uygulanan adalet mekanizmasıyla kendilerine özgüvenlerini arttıracak ve bu özgüven içerisinde devletiyle barışık hale gelecekler ve terör, insan kaynağı olarak vatandaşımızı kullanamayacak. Bir defa bu istismar alanlarını kapatacağız. Bunun için ne lazımdır? Güneydoğumuzda yaylaları kuzularımızla, hayvancılığımızla dolu dolu kullanmamız; ovaları yeşertmemiz; GAP’ı entegre bir proje olarak tamamlamamız ve güneydoğuyu Ortadoğu’nun ambarı haline getirmemiz lazım. Güneydoğunun işsizliğini, yoksullaşmasını ve en önemlisi göçünü engellememiz lazım. Aynı zamanda buna paralel olarak terörle ve teröristle mücadelede onun anladığı dilden, tavizsiz, çok kararlı olmalı; milleti yanımıza alarak ve yöre halkına güven vererek onlarla bütünleşmeliyiz.
Son günlerde sıkça söylense de, özellikle Mümtaz’er Türköne Hoca’nın yüksek sesle dile getirdiği bir tespit var. Kendisi 12 Eylül’den sonra bir Türk milliyetçisi olarak Mamak Cezaevi’nde yaşadıklarını hatırlatıyor ve birtakım insanların da aynı günlerde Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gördüklerini söylüyor. Diyarbakır’daki Kürtlerin gördüğü muamele hasmane bir Kürt milliyetçiliğini doğuruyor. Böylece Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği birbirine düşman ve birbirinin antitezi haline getiriliyor. Siz bu yaklaşıma katılıyor musunuz?
Tabii burada sistemin yıllardır kullandığı argümanlar itici olmuştur; toparlayıcı olmamıştır ve ortak değerlerimizi öne çıkarmak yerine dışlayıcı ve öteleyici olmuştur. Bunların etkileri mutlaka vardır ve dış odaklar Türkiye’de istismar alanları bulabilmişlerdir. 12 Eylül harekatından sonra cezaevlerinde uygulanan yöntemler tabii ki devletle bütün bağları koparacak şekilde gerçekleşti. Mesela 12 Eylül harekatından sonra cezaevlerindeki sözde eğitim diye yapılan uygulamalar… Üniversite öğrencisine erata verilen eğitim verilmeye kalkışılmıştır. Bunu da copla, sopayla, dayakla bir terbiye metodu tarzında yapmışlardır.
Örneğin, Türk milliyetçisine zorla İstiklal Marşı söyletmek gibi mi?
Evet. Türk milliyetçisi olmaktan dolayı yargılanan bir kişiye, daha yüksek sesle İstiklal Marşı söyleyeceksin, diye dayatırsanız; ondan sonra İstiklal Marşı’nı bir cop gibi kullanmaya kalkışırsanız bu ters etki yapar. Maalesef buna benzer bir yığın olumsuzluklar yaşanmış ve bunların sonucunda çeşitli tepkiler de doğmuştur. Ama öyle ya da böyle, bunun sadece içeride böyle birkaç psikolojik unsurun etkileriyle meydana geldiğini söylemek biraz da işi daraltır. Türkiye zor bir coğrafyadır. Bu coğrafya üzerinde birliğimizi sağlamamız ve o birliğin üzerinden ortak bir devleti sürdürülebilir hale getirmemiz elbette kolay değildir. Çünkü asırlardır bu coğrafyaya hükmetmek isteyen emperyalist güçler, Batılı unsurlar hiçbir zaman bizi rahat bırakmamışlardır, bırakmayacaklardır da. Şimdi çağımızda artık işgaller yok, sınırlar değişmeyecek zannediyorduk; tam tersine görüldüğü gibi, çok rahatlıkla Atlantik’in ötesinden bir devlet geliyor, Afganistan’ı, Irak’ı işgal ediyor ve sizinle komşu oluyor. Şimdi bütün bunlardan sonra Sevr bir paranoyadır, bölünme sadece bir korkudur, bu ülkede dış odakların topraklarımızı işgal etmesi bir hayaldir, diye düşünmek doğru değildir. Önümüzde olan, gerçeklerdir. Bunlara karşı mücadele etmek bizim görevimizdir. Devletin birliğini, milletin bütünlüğünü korumamız ve vatanımızın üzerinde her birimiz kendi hususiyetlerimizi mutluluk içerisinde en iyi şekilde yaşarken aynı zamanda kendimizi güven içerisinde hissetmemiz gerekiyor. Bunu verecek olan devlet ve sistemdir.
Biraz güncele gelirsek; geçmişte Nizam-ı Âlem Ocakları, bugün de Alperen Ocakları diri ve dinamik bir gençlik potansiyeline sahip olarak göründü. Ancak son günlerde bu potansiyel, Danıştay baskını ve sonrasında Hrant Dink cinayeti gibi istenmeyen olaylarla basında yer buldu. Acaba, iradeniz dışında bir yere mi çekilmek isteniyorsunuz? Siz durumu nasıl görüyor ve ne gibi tedbirler almayı düşünüyorsunuz?
Şimdi Büyük Birlik Partisi, çok dinamik bir tabana ve iyi yetişmiş kadrolara sahiptir. Birçok araştırmada, eğitim seviyesi en yüksek parti olarak BBP çıkmaktadır; o bakımdan ülke sorunlarına, dünyadaki gelişmelere karşı duyarlı bir harekettir. İnsan kaynağı olarak partimizle aynı değerleri paylaşan gençlik hareketi olan Nizam-ı Âlem Ocakları ve sonradan kurulan Alperen Ocakları da milliyetçi, vatansever, manevi değerlere bağlı, demokrat kişilikli, hukukun üstünlüğüne inanan ve bir sevgi medeniyetinin peşinde koşan bir gençlik hareketidir. Bu gençlik hareketi de ülke ve dünya sorunlarına çok duyarlıdır, refleksleri çok yüksektir. Ondan dolayı da çok gündeme gelmiştir. Protesto gösterileri, yürüyüşler, etkinlikler yapmışlar; ama hep demokratik çerçevede kalmışlardır. Pankart ve afişler asarlar, dergi çıkarırlar, internet sitelerinde görüşlerini ifade ederler, panel düzenlerler; ama şiddet kullanmazlar. Onların sınırı şiddete kadardır. Dolayısıyla BBP, bu dinamizmi ve duyarlı yapısıyla gelişen ve gittikçe daha fazla gündeme giren bir harekettir. Aslında BBP son günlerdeki olaylarla değil; katılımlarla güçlenen bir parti olduğu için gündeme geldi. Bunun üzerine, derhal bir kısım olaylarla ilişkilendirilmek suretiyle; eski fotoğrafları yeni bilgilerle, eski davranışları yeni olaylarla birleştirerek, mizansenlerle kamuoyunda farklı bir imaja oturtulmak istendi. Bence bu bir projedir. Türkiye’de iktidarlar dışarıda kurgulanıp içeride uygulanıyor, diyorum. Hep konjonktüre göre iktidarlar çıkarılıyor. BBP bu oyunu bozan bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Hiçbir iç ve dış güç odağından icazet almayan, doğrudan millete dayanan özgün yapısı ve kendine ait duruşuyla iktidara yürüyen bir hareket BBP. Bu özgün yapısıyla Meclis’e girme ve iktidar olma ihtimali kimi çevreleri rahatsız etmiş, kaygılandırmış olabilir. Ama biz onların kaygılanmasını istiyoruz zaten.
İç ve dış odaklardan söz etmişken, cevabı kısa bir soru: Sizce derin devlet nedir, var mıdır, gerekli midir?
Derin devlet… Bir defa gerçekte çete, mafya olan, rüşvet ve soygunla uğraşan ve devletin kaynaklarını kullanarak menfaat elde eden şebekeleşmeleri devlet kavramıyla birlikte ifade etmek devlete saygısızlıktır ve doğru da değildir. Bunun adı derin ya da sığ devlet değil; çeteleşmedir, mafyalaşmadır. Devletin tarihten gelen birikimleriyle geleceğe yönelik ülküler, idealler ve hedefler doğrultusunda derinleşmesi, devletin kurumlarının da ülkenin menfaatlerini uluslararası camiada korumak ve o çıkarlar doğrultusunda milli güvenliği savunmak için derinleşmesi ihtiyaçtır. Bu konuda elli/yüz/iki yüz yıllık perspektifler yapacak, bu perspektiflere göre devlete ve millete hedef gösterecek kurumlarımızın olması lazım elbette.
Bu mevcut “derin devlet” tanımından farklı bir şey; daha çok “bilge devlet”i ifade ediyor?
Evet. Bunun adı bilge devlet olur. Ancak idealleri, hedefleri olan dünya devleti olabilir. Mesela Amerika’nın daha evvel bir Yeşil Hat Projesi vardı. Ondan sonra Büyük Ortadoğu ve İsrail projeleri var. Şimdi devlet budur; kendince hedefler belirliyor ve gereğini de yapıyor. Sizin hedefleriniz olmayacak mı? Şimdi derin devlet kavramıyla çeteleşmeyi, mafyalaşmayı aynı paralele koyarak kullanırsanız, çetelere bir ulviyet katar, onlara bir hususiyet ve güç vehmettirirsiniz. Bunu kim yapıyorsa, tam tersine onlara hizmet ediyor demektir. Peki, bunları kim düzeltecek? Bunu ancak muktedir bir iktidar düzeltir. Yönetme hakkı siyasete aittir. Siyaset gelir ve bunları düzeltir. Kurumların yerli yerine oturtulması, her şeyin hukuk içine alınması iktidarların işidir. İktidarlar acziyet içindeyse çeteleşme, mafyalaşma devlet haline gelir.
Bu açıdan AK Parti iktidarına on üzerinden kaç verirsiniz?
Bu alanda AK Parti’ye on üzerinden ancak bir veririm. Çünkü hâlâ muhalefette gibi konuşmaktadır. Bir defa siyaseti demokratikleştirmemiş, kendi içinde demokratikleşmemiştir ki Türkiye’yi demokratikleştirsin. Devletin kurumlarının insan haklarına yönelik işleyişinde etkili olamamıştır iktidar.
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine bakışınızı merak ediyorum. BBP, AB’ye karşı mı?
Karşıdır. AB’ye ‘hayır’ diyor; AB süreci derhal durdurulmalıdır, diyor. Onun yerine Türk Birliği süreciyle meşgul olmalıyız. Kendi coğrafyamızda önderlik yapabileceğimiz çok yönlü, çok unsurlu, helezonik bir dış politikayı esas kabul etmeliyiz. Çünkü AB artık bir ihanet projesine dönüştü Türkiye için.
Son olarak kişisel bir soru: Geçmişe dönüp baktığınızda şöyle bir muhasebe yaptığınız oluyor mu? Merhum Türkeş’in başında bulunduğu MHP’den ayrılıp BBP’yi kurdunuz. Ardından Refah-Yol Koalisyonu başbakan değiştirip devam etseydi, kilit parti olarak koalisyonda yer alacaktınız; ama Cumhurbaşkanı Demirel, görevi ANAP’a verdi. Bundan sonra BBP, sempatik bulunan ama hep Meclis dışında kalan bir parti oldu. Acaba, “MHP içinde kalsaydım ve Devlet Bahçeli’nin başkan seçildiği kongrede ben de yarışsaydım” diye düşündüğünüz oldu mu?
Ben hep inandığımı yaptım. Yaptıklarım ve savunduklarım, inandıklarımdır. Elbette insanız ve hatalarımız da olmuştur. Ama hatalarımız bile inandıklarımızdır. Bir pişmanlık duygusu içinde değilim. Tarihî olayları tarihin o günkü şartlarına göre değerlendirmeliyiz.
Paylaş
Tavsiye Et