22 TEMMUZ seçimlerinin üzerinden iki ay geçti. Dünya bir krizin eşiğinde gidip geliyor. Türkiye’de sanki belli bir duvara gelip dayanmışız gibi gözle görülür bir atalet var. “Görünmez el” piyasalarda heyecan yaratmıyor. Ancak “görünür eller” de toplumsal enerjiyi bloke etmekten geri kalmıyor. Oligarşi, milletin sıradan haklarını alma isteğini bile adeta bir ölüm kalım mücadelesine dönüştürmüş durumda. Ülke zaman kaybedecekmiş, umurlarında değil… Adeta “Kaybedeceğim daha dramatik bir şey yok” der gibiler. Boşuna “pastayı büyütmekten ve bölüşüm sorunlarını azaltmaktan” veya “kayıp 1990’lardan” bahsetmeye kalkışmayın, işe yaramaz. Tarihin her evresinde, çöken toplumlarda kazanan mutlu bir azınlık daima olmuştur ne de olsa. Türkiye’de 1980’lerin iktisadi atılımı, arkasındaki askerî vesayet anayasası nedeniyle sürdürülebilir bir kalkınma hamlesini mümkün kılmadı. Derme-çatma iktisadi serbesti ve reformlar ise 1990’ların başında gelip duvara dayandı. Kısaca Özal döneminde bir zürriyetsiz azınlık, ülkenin yerli ve yerleşik kesimlerinin kazandığı göreceli kazanımları yok etme pahasına 1990’ları tümüyle kayıp hanemize yazdırmayı göze aldı.
Hesapta olmayan bir sürü unsur bir araya gelince 2001 sonrasında bu arsız taife tasfiye edilmeye başlandı. En hesapta olmayan ise muhafazakâr kesimin dış dünyaya açılmayı ve korkusuzca değişmeyi göze alabilmesi ve bunu yapabilecek kapasiteye sahip olmasıydı. Süreklilik içinde değişimi ve dünya ile buluşmayı göze alan, yerli değerlerle evrensel değerlerin sentezinden bugüne göre daha sahici bir hakikatin doğacağını anlayıp buna göre amel eden muhafazakâr kesim, içeride ve dışarıdaki ilkeli entelektüel camiayı da yanına çekti. Baskıcı kesimlerin argümanları tümüyle ellerinden alındı.
Ancak destek olarak kullanılan bütün ‘çapa’lar ekonomiyi ancak buraya kadar taşıyabildi. Bir yandan düzelme sürecinin devamı, öte yandan ortaya çıkan riskleri zamanında algılayıp bertaraf etmek ve fırsatları etkinlikle içselleştirebilmek için devlet aygıtının, devlet etme sanatının kökten değişime uğratılması gerekiyor. Burada temel amacımız da “bir toplumun enerjisini serbest bırakmak, toplumsal katmanlar arasında sıkışıp kalan enerjiyi açığa çıkartmak” olmalıdır.
22 Temmuz seçimlerinin ardından Türkiye bunu hedefleyen yeni bir anayasa yapmaya kilitlenmiş durumda. 1924 Anayasası bir kenara bırakılacak olursa, tarihte ilk defa Türk halkı kendi özgür iradesiyle, son darbe anayasasından tam 25 sene sonra, kendi anayasasını yapmış olacak. Bundan daha büyük bir heyecan ve gündem olabilir mi? Bu anayasanın yapılmasıyla bu millet belki de son asırlarda ilk defa kendini yönetme kabiliyetine sahip olduğunu gösterme fırsatı bulacak. Ancak kendini müstemlekeci olarak şartlandıranlar, tam da bu ‘yetkinliğin’ ortaya çıkmasından endişe ediyorlar. İşte ekonomi tekerini içinde bulunduğu tümsekten çıkarıp çıkaramayacağımız, bu büyük görevin üstesinden gelip gelemeyeceğimize bağlı.
Ne kadar önemlidir, ne kadar geçerliliği vardır tartışması bir kenara, ancak iktisatta başvurduğumuz bir “70 kuralı” var. Buna göre, diyelim ki, bir ülke reel olarak yılda ortalama %7 büyürse, bu ülkenin GSMH’si, yani kabaca milli geliri, 70/7’den, 10 senede ikiye katlanıyor.
DPT’nin öngörülerine göre, geldiğimiz aşamada ülke iyi yönetilmeye devam ederse, istikrar korunursa, yapısal reformlar yapılarak son beş yılda başardığımız gibi %7 civarında bir reel büyüme hızı devam ettirilebilirse, Türkiye 2019 yılında kişi başına düşen milli gelirini 21.000 dolara, yani o tarihteki AB gelir ortalamasının yarısına çıkartmış olacak. Eğer büyüme %4,5 düzeyinde seyrederse, bu sefer, 2019’da kişi başı gelir 13.000 dolarda kalacak. Bu durumda Türkiye ancak 2050 yılında AB’nin gelir seviyesinin yarısını yakalamış olacak.
İyi bir yönetişimden kasıt, yukarıda vurgulandığı tarzda, toplumsal mutabakatı yansıtan bir yasal ortamın ikamesidir. Yapılması gerektiği halde engellenen hukuk ve yargı, kamu yönetimi ve kamu personeli, eğitim-işgücü beceri dönüşümü, sosyal güvenlik ve çalışma mevzuatı, iş ortamının iyileştirilmesi, vergi ve rekabet sistemi alanındaki reformlar, Türkiye’nin önünü kapatmış devasa sorunlar anlamına geliyor. Ancak “fakir olsun, bizim olsun” modeli bazılarına daha cazip geldiğinden markaja devam ediyorlar. Birkaç örnek verelim. Bütçe açığının GSMH’nin %1’ine kadar düştüğü bir ortamda bile sosyal güvenlik açıklarının tek başına milli gelire oranı %5 sınırını devirmiş durumda. Bu genç nüfusla, söz konusu devasa açığa rağmen bütçe açığının %1’in altına düşürülmüş olması, son derece gerekli olan toplumsal alanlardan kaynakların çekilmesi ve buralara aktarılması demek. Yani “laikçi açık” tan biri faiz ödeneği, diğeri de bu sosyal güvenlik açıkları. Faize giden para da GSMH’nin %8’i gibi devasa bir kaynak. (Unutmadan, 2001 sonunda bu oran %23 idi)
Daha kötüsü, eğer Anayasa’ya takılan bu sosyal güvenlik reformu yeni bir anayasa ile çıkartılmazsa, fazla değil, 2020 yılına kadar açıklar milli gelirin %10’una yaklaşacak ki bunu rahatlıkla “iflas 2020” olarak kayıtlara almak mümkün.
Bilindiği üzere bütçe açığının kapatılması, yatırımların finanse edilebilmesi ve iç ve dış borçların ödenebilmesi artan ulusal tasarruflarla mümkün olacak. En büyük tasarruf kaynağı ise bu yapılacak sosyal güvenlik reformu. Aksi takdirde 2001 öncesinin çöken mali yapısı, ölü reel ekonomisi ve azgın enflasyonu geri döner.
Yine laikçi saplantı yüzünden 2 trilyon dolara varan “helal gıda” pazarında Türkiye hâlâ yok. Buna, Anayasa’nın eşitlik, din ve vicdan hürriyeti, din ve devlet işlerinin ayrılığı gibi maddelerine aykırı olduğu, ayrımcılığı körüklediği gibi ortak akılda karşılığı olmayan iddialarla karşı çıkıyorlar.
Bir başka önemli husus, günümüzde bilhassa sermayenin tabana yayılması, ortaklıkların geliştirilmesi ve iflas kanunlarının piyasa ile uyumlu hale getirilmesi. Bütün bunları sağlamak üzere ticaret kanununun günün şartlarında çıkartılması gerekiyor. Eldeki kanun 1915’lerden kalma ve iş yapmak üzere değil, yaptırmamak üzere çıkartıldığından girişimcinin elini kolunu bağlıyor, ticaret kültürünün gelişmesini ve derinleşmesini engelliyor.
Bu şekilde örneklerin sayısını çoğaltmak mümkün, ancak artık bu aşamada gereksiz. Son söz olarak, Türkiye ekonomisinin gelip dayandığı duvarı aşması için yeni ve sivil bir anayasanın yapılıp hayata geçirilmesi elzemdir.
Paylaş
Tavsiye Et