Başbakan Erdoğan’ın başörtüsü çıkışı sonrası olaylar hızla gelişti ve MHP ile AK Parti’nin “sağ” duyulu yaklaşımıyla toplumsal uzlaşmanın Meclis’e yansıması sağlanacak gibi görünüyor. Herhalde MHP kendisine 4,5 yıllık bir baraj altı ziyaretine mal olan erkek-ürkek polemiğine bir kez daha girmek istemez.
Aslında bu son çıkış ile başörtüsünün kimleri gerdiği açıkça görüldü: Medya kalemşorları, TÜSİAD çevresi, hard entel çevre…
Yargıtay ve Danıştay başkanlarının tehdit yollu “ihsas-ı rey”leri bu çevrelerin can simidi oldu. Öyle ki tek mahareti parti kapatmak olan emekli kanuncular medya sahnesinde itibar görmeye, her akşam bir başka ulusolcu kanalda çalıp söylemeye başladılar. Özetle “eskiden kapatıp kurtuluyorduk; bak, şimdi kapatılmadı, başımıza bela oldu” kıvamında inciler döküldü.
Demek ki, o beyefendiye kalsa AK Parti çoktan kapanmış, memleket kurtulmuştu.
Demek ki, hukuk denen alan bu kadar kırılgandır ve kişisel müdahalelerle tam tersi sonuçlara yol açabilecek aykırılıklar içermektedir.
Demek ki, AK Parti daha önce kapatılan iki siyasi partiden çok daha ileri gittiğine göre, şimdiki yargıçlar olsaydı, o gün RP ve FP kapatılmayacaktı.
Öte yandan “Bu girişim halkı çatışmaya götürür” diye siyaset meydanına dalan şimdiki Başsavcı, CHP liderinin 27 Nisan öncesi gergin ruh haline kısa bir selam yolladı.
Bakınız neler öngörmüş Sayın Başsavcı: “Türban yasağının kaldırılması üniversiteleri cemaatçi, ayrılıkçı güçlerin laik ve üniter yapıya aykırı faaliyetlerinin alanı haline getirir.”
Testinin kırılmasını önlemek için kızı suya yollamadan önce tokadı peşin basan Nasreddin Hoca bile daha insaflıydı.
Neden mi?
Birincisi, en azından suya yolluyordu. “Su içmek yasak” demiyordu.
İkincisi, testiyi çocuğa teslim etmekten çekinmiyordu.
Üçüncüsü, Hoca mizah yapıyordu.
Halbuki yargıç beyler pek ciddi görünüyor.
Yoksa “Yargıdan AKP’ye muhtıra” manşeti atan dördüncü kuvvet medya, etekleri zil çaldığı halde işi pek ciddi göstermek istiyor olmasın.
Evet, olmasın.
Tavsiye Et
Geçen ay onca gerilimli gündem malzemesi arasında sıkışıp kalan bir teklif vardı. AK Parti Ankara Milletvekili Aşkın Asan, doğum esnasında erkeklerin de eşlerinin yanında bulunmalarını önerdi ve şimdilerde bu dâhiyane fikri(!) kanun teklifi haline getirmeye hazırlanıyor. Meclis’e ilk kez seçilen milletvekillerinin kendilerini gösterme girişimleri hem siyasi hem de psikolojik bakımdan anlaşılabilir bir durumdur. Fakat bu kendini gösterme, seçmene “Bakın, beni seçtiniz; ama boş durmuyorum” mesajı verme halleri sinir bozucu bir uçukluğa varabiliyor. Aşkın Hanım, kendi doğum tecrübelerinden yola çıkarak, baba adayının doğuma katılmasını makul ve muteber kılmaya çalışıyor. Neymiş, “Kadın o an kendini tanrı gibi hisseder” imiş, “Bu anı erkekle birlikte yaşamalı” imiş, bu teklifin gerçekleştirilmesi için sadece iki şey gerekiyormuş: “Öncelikle zihinsel dönüşüm ve hastane altyapısının güçlendirilmesi.”
Zübeyde Hanım Doğum ve Çocuk Hastanesi’ni ziyaret eden sayın vekil, başhekime o bomba soruyu yöneltmiş: “Doğuma erkekler de giriyor mu?” Bu acul ve ucube soru karşısında zavallı başhekimin yüz ifadesini ve bocalamasını düşünebiliyor musunuz? “Evet, efendim, elbette isteyen giriyor” dese, “Ne demek, erkeğin doğumda ne işi var?” azarıyla karşılaşmayacağından emin değil. Ya da “isteyen değil, her erkek mecbur girmeli” gibi uç bir tarafa da savrulabilir azarın yönü. “Hayır, sayın vekilim, erkekleri doğuma almıyoruz” demiş ve “Olmaz öyle şey, baba doğuma girmeyi mutlaka istemelidir” cevabıyla karşılaşmış. Yani başhekim, her halükarda kaybetmeye mahkumdu ve kaybetti. İşte tragedya!
“Baba doğuma girmeyi istemeli” imiş. Peki, anne ve baba adaylarının fikrini soran var mı? Hadi erkekler kanun zoruyla (ya da kadın zoruyla) doğumhaneye sokuşturuldu diyelim; Aşkın Hanım, doğum sırasında her kadının kendisi gibi (bir bakıma tanrı) hisler taşıdığına nasıl emin olabiliyor? Elbette doğum, Yaratıcı’nın bahşettiği mucizevi anlardan biri; fakat aynı zamanda kadın ve erkek için en mahrem duyguların yaşandığı anlardan biri değil mi?
Bunlara rağmen, isteyen kadın ve erkekler doğum olayını beraberce yaşasın. Bunun için sadece “hastane altyapısının güçlendirilmesi” yeterli zaten. Kimsenin buna itiraz edeceğini de sanmıyorum. Ancak Asan Hanım’ın teklifinde benim “sinir bozucu” diye nitelediğim şey, işin faşizan uygulamaları çağrıştıran zorunluluk boyutu. Size ne Hanımefendi, vatandaşın tek ya da müşterek doğum yapmasından? Zihinsel dönüşüm dediğiniz kavramı bu kadar ucuzlatmak ve kanun zoruyla dayatmak da ne oluyor?
Bu orijinal öneriyi ülke gündemine taşımak için milletvekili olduysanız ve 22 Temmuz 2007’den bu yana millete vekil olma adına aklınıza gelen en parlak fikir buysa, size de yazık, millete de!
Belki Meclis’te kendinizi gösterdiniz; ama bunca ciddi ve acil gündem arasında gereksiz ve tatsız bir gösteri oldu bu.
Tavsiye Et
İkinci Cumhuriyet ifadesi 1990’ların başından itibaren, çoğu kez bir grup liberal aydınla özdeşleştirilerek kullanılıyor. Açıkça İkinci Cumhuriyet’i savunan aydınlar, işin başında “Numaracı Cumhuriyetçi” ilan edildikleri için sesleri artık pek gür çıkmıyor. Ancak yeni Anayasa tartışmalarının canlandığı 2007 sonu ve 2008 başında da başta bazı Hürriyet yazarları olmak üzere “hard” enteller “ince ince” işliyor bu kavramı.
Oysa mesela YÖK’ün eski başkanı olan, şimdilerde ise Galatasaray Üniversitesi fiilî rektörü olmaya hazırlanan Erdoğan Teziç’in, 100 Soruda Siyasi Partiler kitabında 1961 Anayasası’ndan sonra kurulan yeni düzeni İkinci Cumhuriyet olarak nitelediğini biliyor muydunuz?
Peki, Cumhuriyet gazetesinin aynı günlerde sık sık İkinci Cumhuriyet’i manşetten selamladığını…
O hesaba göre 12 Mart 1971’den sonra Üçüncü, 12 Eylül 1980’den sonra Dördüncü, 28 Şubat 1997’den sonra da Beşinci Cumhuriyet kurulmuş olmalı. Ama anlaşılan o ki, bizim “hard” enteller, Cemal Gürsel Paşa’nın İkinci Cumhuriyet’inin liberaller tarafından iktibas ve iltimas edilmesine bozuluyor.
Her iki tarafın da “numaracı” olduğu ortaya çıktığına göre, gelin, yeni Anayasa sonrası oluşacak yapıya Beşinci Cumhuriyet diyelim. Hem bizim muasır medeniyetler seviyesine ulaşma konusundaki aşağılık kompleksimizin kaynağı öznelerden biri olan Fransızlardan neyimiz eksik?
Tavsiye Et
Taraf gazetesinin köşe yazarının bu başlığı attığını görünce “İşte bu” demişim, “ironi dediğin böyle olur!” Herkesin dilinde bir kriz tellallığıdır gidiyor ya; kimi lüks araç sahiplerini uyarıyor, kimi dolar biriktirenleri, kimi avrocuları… Süleyman Yaşar da İngiliz sterlini biriktirenler üzerinden dalgasını geçiyor diye düşünmüştüm. Çok safmışım.
Meğerse yazarımız kemal-i ciddiyetle döşendiği köşesinde, elinde İngiliz sterlini tutan vatandaşları gerçekten de uyarıyormuş.
Türkiye bir sterlin cenneti olmuşsa bilmiyorum. Belki de Süleyman Bey, sterlinin başına bir iş gelmesi halinde “Ben demiştim” demenin zevkini sürecektir. Sterline bir şey olmadığı takdirde ise ne sterlini, ne de Süleyman Bey’in tutmayan kehanetlerini hatırlayan olacaktır.
Her iki durumda da yazarımızın kâr hanesi dolu olacak.
Tavsiye Et
Yine aynı günlerde pek çok televizyon haberinde ezberletilmek istenircesine dakikalarca maruz kaldığımız, aracın altında sürüklenen anne haberini böyle veriyor Yeni Şafak: “Hayatı kayıyordu.” Kucağındaki bebeği bir vatandaş tarafından kurtarılan, kendisi ise metrelerce karlı zeminde otomobilin altında kayan kadına reva görülen başlık bu. İnsan yaşamı üzerinden bile kelime oyunu yapmak, cesaret ile küstahlık arasındaki çizginin ayırt edilememesi ile ilgili olsa gerek.
Tavsiye Et