GEÇTİĞİMİZ ayın belirleyici gündem maddesi Lübnan’da görev yapacak Barış Gücü’ne asker verip vermeyeceğimiz meselesiydi. Fakat burası Türkiye ve Türkiye’de yüksek hararette, ölüm kalım meselesi ciddiyeti içinde tartışılan bir konunun bu kadar kısa bir sürede gündemden kalkması alışık olmadığımız bir durum değil. Üstelik Türkiye gündem açısından hiçbir sıkıntı da çekmiyor. Alın size, Sayın Başbakan’ın korumalarına MHP’lilerin dokunmalarından Elif Şafak’ın davasına kadar onlarca gündem başlığı!
İsmailağa’da Cinayet: Bir Fail-i Meçhul Daha mı?
İsmailağa Camii içerisinde yaşanan cinayet ve linç olaylarını merkeze alarak gerçekleştirilen tarikat-siyaset ilişkileri ve Çarşamba’nın “çağdaş Türkiye” resmine uyup uymadığı bağlamındaki tartışmaların; yeni eğitim ve öğretim yılının ve yeni adlî yılın başlaması vesilesiyle yapılan konuşmalardaki, yayınlanan mesajlardaki “irtica” tehlikesine dikkat çeken açıklamaların Türkiye’de yıllardan beri sürmekte olan ve -hem Cumhurbaşkanlığı, hem de milletvekilliği için yapılacak- seçimlerin tarihi yaklaştıkça daha da artması ve genişlemesi muhtemel görünüyor.
İsmailağa camiinde meydana gelen olayların medyada ele alınma biçimi, birbirinden farklı birçok hedefin üst üste bindiğini gösteriyor. Her şeyden önce bölgede faaliyet gösteren Mahmut Ustaosmanoğlu liderliğindeki cemaatten ve mahallede yaşayan insanların kılık kıyafetlerinden hareketle o bildik irtica kampanyalarına hız verilme isteği gözleniyor. Semtte yoğunlaşan cemaatin ‘çağdaşlık’ ve ‘laiklik’ karşıtı bir yaşam biçimini sürdürdüğü kamuoyunun belleklerine kazınmaya çalışılıyor. Bunlar yapılırken elbette, siyasal iktidardan da, bu yapıları sonlandırmaya yönelik bir adım atması istendi. Bu noktada da, hükümetin işini kolaylaştırmak için cami içerisinde cinayet işlenmesi ve katilin de hemencecik orada linç edilmesi eyleminin altı ısrarla çizildi. Netice itibariyle olay -eğer iddia edildiği gibi polisiye ise- polisiye bir olayın kendi sınırları içerisinde tutulmasına özen gösterilerek çözülmeliydi. Fakat öyle yapılmadı ve olaylar sonrasında medyadaki yayınlar vasıtasıyla, bir anlamda suç mahallindeki izler ya silindi ya da karmakarışık hale getirildi.
Bugün itibariyle, bu cinayetin hangi amaç için işlendiği ve linç edilen kişinin kim olduğu gibi soruların cevabı açık ve kesin bir biçimde verilebilmiş değil. Katilin kim olduğu bilinmesine karşın, bir fail-i meçhulle daha karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir bu. Yazılı ve görsel basının bunca yayını, meselenin bu şekilde kalması için uğraş verildiği izlenimi uyandırıyor. Sorunun alelacele “çağdaş ve laik Türkiye” ile “mürteci Türkiye” ikileminde bir yaşam biçimi çelişkisine indirgenerek ele alınması da olayın fail-i meçhul kalmasına hizmetten öte bir işlev görmüş değil. Medyamız hemencecik tarikat-siyaset ilişkileri bağlamında yayınlar yapmayı, tartışma programları düzenlemeyi ve hatta Türkiye’nin tarikat haritalarını yayınlamayı tercih etti nedense. (Yaptıkları yayınların, hassas olduklarını iddia ettikleri konularda ne derece cahil olduklarını bir kez daha gün yüzüne çıkarmaktan başka bir işe yaramadığını ve bu koşullar sürdükçe de yaramayacağını belirtelim!)
Hâkim medya, ilâveten, kampanyalarını dezenformasyon nitelikli haberlerle süslemeyi de ihmal etmedi. Söz konusu olayın hangi amaca binaen ve kimler tarafından gerçekleştirildiğini sorgulayan, sorgulamak isteyen zihinleri farklı yönlere sevk etmeye yönelik bütün bu yayınlar; işin, medyanın göstermeye çalıştığından farklı sebepleri bulunduğunun ve -şimdilik- meçhul kalması mukadder birileri tarafından yazılan bir oyunun sahnelenmekte olduğunun ipuçlarını veriyor. Taha Kıvanç, gazetedeki köşesinde, “Fener Rum Patrikhanesi ile İsmailağa Camii’nin seslensen duyulacak yakınlıkta bir komşuluk ilişkisi” içerisinde olduklarına dikkat çekerek bu senaryonun ne’liğine bir değinide bulundu. Hiç de yabana atılır bir ipucu değil bu.
Fakat zekice bir çarpıtmayla, cinayetin faili ve sebepleri üzerinde durmak yerine, İsmailağa cemaati ve cemaat mensuplarının yaşam tarzlarından, kılık-kıyafetlerinden hareketle yeni bir irtica kampanyası düzenleme yoluna gidildi. Böylelikle hem olaya ilişkin gerçeklerin ortaya çık(arıl)ması engellendi -gerçeklerin ortaya çıkmasının istenip istenmediği de ayrı bir tartışma konusudur-, hem de yakın bir gelecekte memleketin en önemli gündem maddesi haline geleceği aşikâr olan Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde hükümet ve AKP yöneticilerine mesajlar verilme yolu tutuldu. İsmailağa Cemaati olarak adlandırılan grup üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan kampanya, “içinden dere geçen” türden ahlaksızlık ve yolsuzluk haberleriyle de birleştirilince kimi çevrelerde bunların, 28 Şubat benzeri yeni bir post-modern darbenin semptomları olup olmadığı konusunda şüphelerin oluşmasına yol açtı.
(Bu arada, Başbakan R. T. Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın geçen ay içinde sarf ettikleri iki cümleyi hatırlamakta fayda var: Sayın Başbakan, AKP il başkanlarından, “Önümüzdeki süreç final sürecidir. Bu süreçte bazı faullü hareketler olabilir” diyerek, muhtemel provokasyonlar konusunda dikkatli olmalarını istiyordu. Sayın Baykal ise, Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına doğru gittiğini ve “geç kalınmadan birilerinin onu engellemesi” gereğini ifade ediyor. Bu iki açıklama ve meydana gelen gelişmeler, gerek yolsuzluk dosyalarının, gerekse Çarşamba semtinde yaşayanların kılık kıyafetlerinden hareketle yapılan kampanyaların benzerlerinin önümüzdeki dönemde de devam edeceğinin bir işareti olarak alınabilir mi?)
Papalık Tahtında Bir Çaylak: XVI. Benedikt
Papa XVI. Benedikt, Almanya ziyareti esnasında, Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada -Bizans İmparatoru Paleologos’tan alıntı da olsa- İslam’ı tahkir edici ifadeler kullandı. Papa’nın açıklamaları, Türkiye ve bütün İslam dünyasında yoğun ve şiddetli tepkilere yol açtı. Bu açıklamaları yapan kişinin, Avrupa’nın Hıristiyan temelleri bulunduğunu ve Türkiye’nin, İslamî geçmişi nedeniyle böyle bir birlik içinde yeri olmadığını ilan eden ve Kasım ayında da ülkemizi ziyaret etmesi muhtemel bir kişi olması, söz konusu açıklamaları ve onun ardından gerçekleşen tartışmaları daha da önemli ve anlamlı kılıyor. Bu açıklamaları belli bir planın parçası olarak yapıp yapmadığı sorusunu da akla getiriyor ister istemez.
Papa’nın İslam ve Hz. Muhammed hakkında söyledikleri yeni şeyler değil aslında; Oryantalist arşivde bolca bulunan türden yargılar. Sıradan bir karalama kampanyasına malzeme olan bu yargılar arasında belki de türünün en hafifi sayılabilecek nitelikte olanlar üstelik. Bu yargılara tepki verilmesi, Papa’nın eleştirilmesi ya da karşı cevapların dillendirilmesi elbette garipsenecek bir durum değil.
(Konu İslam/din olunca benzer değerlendirmeleri her fırsatta dile getiren kesimlerin Papa’nın sözlerine yönelik eleştirilerde bulunmaları ilgiye şayandır. Türkiye’nin özgünlüklerini, bir yönüyle de, parçalanmışlığını göstermesi açısından ilgi çekici bir durumla karşı karşıyayız!)
Hatırlanacağı üzere Patrik Bartholomeos’un, 2005 yılında, Ankara’ya danışmadan bir önceki Papa Jean Paul’ü Türkiye’ye davet etmesi nedeniyle ortaya çıkan “emrivaki krizi”; Cumhurbaşkanı Sezer’in, yeni Papa XVI. Benedikt’i Türkiye’ye davet etmesiyle son bulmuştu. Sayın Sezer’in davetini kabul eden Papa’nın 28-30 Kasım tarihlerinde Türkiye’yi ziyaret etmesi bekleniyor. Bu da, Papa’nın konuşmasını daha da bir önemli hale getiriyor.
Papa XVI. Benedikt, Türkiye’nin İslami geçmişi nedeniyle Avrupa Birliği’ne katılmasına/alınmasına soğuk yaklaşan birisi. Bu düşünceleriyle bağlantılı biçimde ele alınacak olursa, yaptığı konuşmada her iki tarafa, hem Avrupa, hem de Türkiye’ye bir mesaj verme kaygısı taşıdığı sonucu çıkarılabilir mi?
Meseleye bir de Türkiye açısından bakacak olursak… Papa’nın, Türkiye ziyareti esnasında takip edeceği resmî ve gayri resmî programın içeriğine ilişkin tartışmalar da (Ayasofya’da dua etmesi ya da Patrikhane’nin lehine bazı açıklamalarda bulunabileceği ihtimali gibi) hatırlandığında Türkiye’de yükselen tepkilerin Papa’nın Türkiye ziyaretini engellemek amacına matuf olduğu da düşünülebilir pekâlâ. Nitekim Mehmet Ali Ağca’nın, avukatı aracılığıyla gazetelerde yayınlanan Papa’ya yönelik “Bu işlerde tecrübeli bir kişi olarak söylüyorum: Türkiye’ye gelme, can güvenliğin tehlikede olabilir!” şeklindeki sözleri de -en azından bir kesimin- Papa’nın Türkiye ziyaretini hiç istemediğine işaret ediyor.
Türkiye’nin Gerçek Gündemi
TBMM’de yasalaşmayı bekleyen kanun tasarıları var. Bunlardan bir tanesi Vakıflar Kanunu tasarısı. Bir diğeri azınlık okulları ile ilgili tasarı. Türkiye kamuoyu her iki tasarı konusunda da, çok sağlıklı bir tartışma ortamından geçmedi. Azınlık okulları yasa tasarısı, CHP’lilerin, yeni düzenlemenin Ruhban Okulu’nun açılmasına yol açacağı gerekçesiyle yaptıkları muhalefet neticesinde hükümet tarafından geri çekildi. Aynı şey, daha önce vakıflarla ilgili yasa tasarısında da vuku bulmuştu. Aslında bunlar, yukarıda vurgulanan konular kadar ve hatta onlardan çok daha fazla, kamuoyunun gündemini belirlemeyi hak ediyor. Türkiye için bunlar, en azından Elif Şafak’ın davasından çok daha hayatîdir. Çünkü Türkiye’nin gerçek gündemi bunlar. Başka bir deyişle, bunlar Türkiye’nin gerçek gündeminin belirlendiği alanlardır. Bu alanlardaki düzenlemeler ise hiç şüphesiz geleceğimizi belirleyecektir.
Paylaş
Tavsiye Et