Söyleşi: Nuh YILMAZ
Soğuk Savaş döneminde ortak düşman Sovyetler Birliği tehdidi üzerinden şekillenen ve NATO çatısı altında kurumsallaşan Türkiye-ABD ilişkileri, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılıp iki kutuplu dünya düzeninin sona ermesinin ardından müttefiklik temelli bir seyir izlemeyi sürdürdü. Zira Türkiye’nin ABD nezdindeki jeo-stratejik önemi devam ediyor ve iki ülkenin çıkarları Balkanlar, Kafkaslar ve kısmen de Ortadoğu’da örtüşüyordu. Ancak 11 Eylül’den sonra teröre karşı küresel savaş ilan eden ABD ile Türkiye’nin çıkarları Ortadoğu’da çelişmeye, hatta çatışmaya başladı. Türk halkının baskısı sayesinde 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’te reddedilmesi iki ülke ilişkilerinde travmatik bir etki yaparken, Irak işgalinin yansımaları yaşanan çıkar çatışmasını daha da derinleştirdi.
Türkiye, Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunun bağımsız bir devlete dönüşme çabalarından büyük rahatsızlık duyarken; ABD, Irak’taki başlıca müttefiki olarak gördüğü Kürtlerin bölgelerinde oluşturdukları istikrarın devam etmesini istiyor. Ancak PKK’nın Kuzey Irak’ta elde ettiği hareket serbestîsinin son aylarda Türkiye’ye terörün tırmanması olarak yansıması, ABD’nin tavşana kaç tazıya tut politikalarının sınırlarını epeyce zorluyor. Biz de Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan bu çalkantıları Washington’daki Brooking Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar ile konuştuk. Ortadoğu, Kürt milliyetçiliği, siyasal İslam ve Avrupa’daki Müslümanlar gibi konularda uzman olan Taşpınar, National War College ile Johns Hopkins Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapıyor. Ve yaşanan tüm sorunlara rağmen iki ülke ilişkilerinin düzeleceğini belirtiyor.
Türk-Amerikan ilişkilerine tarihî perspektiften baktığınızda günümüzdeki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soğuk Savaş döneminde Türk-Amerikan ilişkileri bugünkünden çok daha farklı bir platform üzerindeydi. O dönemde ortak düşman kavramımız vardı. Türkiye’nin en ciddi ideolojik düşmanı ve aynı zamanda toprak bütünlüğüne yönelik bir tehlike olarak gösterilen SSCB’nin komşumuz ve bizim de NATO üyesi olmamız, ABD’yle bir bakıma “ortak düşman” tanımı çerçevesinde bir ortaklık getiriyordu. Soğuk Savaş bittiğinden beri Türk-Amerikan ilişkilerindeki en büyük sorun, yeni bir ortak düşman tarifinin yapılamıyor olması. Bu da Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgenin son derece zor bir bölge olmasından kaynaklanıyor. ABD için Türkiye’nin jeo-stratejik değeri halen devam ediyor. 11 Eylül sonrasında Türkiye Müslüman, laik ve demokratik bir ülke olarak da önem kazandı. Fakat bütün bu jeo-stratejik önemimize ve ABD’de pek çok kişi tarafından hâlâ bir model olarak görülmemize rağmen “ortak bir düşman”ımız yok artık. ABD’nin terörizme karşı savaş ilan ettiği bir dönemde ortak bir terörizm anlayışına bile sahip değiliz.
Stratejik ittifakın ortak dost-düşman ayrımına dayandığını kabul edersek, bu durumda artık bu ittifakın devam etmediğini söyleyebilir miyiz?
Evet. İki tarafın yaptığı konuşmalarda da sürekli “Aynı değerleri paylaşıyoruz” vurgusu yapılıyor. Tamam, ortak değerler mevcut; yani iki taraf da demokrasiyi, Türkiye’nin Batılı bir istikamette gitmesini istiyor. Fakat realist açıdan baktığımızda uluslararası ilişkilerde “ortak düşman” tanımı, yani ortak çıkarlar çok önemli. Mesela Irak’ta ABD’nin çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarları kağıt üzerinde uyuşuyor olmasına rağmen, Türkiye tarafında ABD, Kürt meselesine ya da PKK’ya bakışı nedeniyle bizzat düşman olarak algılanıyor. Çünkü ABD bizim düşmanımızın yanında gözüküyor; PKK’ya bizimle aynı derecede düşmanlık duymuyormuş gibi bir izlenim bırakıyor. Mesela Başbakan’ın Beyaz Saray’daki görüşmesinde ABD Başkanı Bush’un “PKK terör örgütüdür ve bizim ortak düşmanımızdır” demesi Türk basınında çok ciddi bir başarıymış gibi algılanıyor. Bu aslında çok acı bir durum; çünkü ABD Dışişleri Bakanlığı zaten yaklaşık 10 yıldır PKK’yı terörist bir örgüt olarak kabul ediyor. Ama demek ki Türkiye’de öyle bir algılama var ki, Başkan Bush tarafından yapılan bu tip bir açıklama bile başarı hanesine yazılabiliyor.
Şu anda ortak düşman tanımı olmamasından kaynaklanan sıkıntılar, özellikle İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra çıkarların iyiden iyiye çatıştığı bir reel-politik durumun oluşmasıyla mı alakalı?
Kesinlikle öyle. Yani Kürt meselesi ve PKK, Türkiye’nin ABD’ye bakışını belirleyen temel unsur haline geldi. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin en ciddi iki kimlik sorunu siyasal İslam ve Kürt meselesidir. Bu iki sorunu ABD nasıl algılıyor ona bakmak lazım. Mesela Türkiye’de özellikle laikçi kesim, ABD’nin Türkiye’de AK Parti’yi desteklediğine ve ılımlı bir İslam modeli yaratmaya çalıştığına inanıyor. Bu anlamda bir bakıma Türkiye’nin kendi laikçi refleksleriyle ABD’nin dış politikası arasında bir çatışma çıkıyor. 11 Eylül sonrası ABD, İslam Dünyası’nda medeniyetler çatışmasına alternatif bir ülke aramaya başladı ve en doğal aday Türkiye’ydi. Çünkü Türkiye Müslüman, laik, demokrat ve aynı zamanda Batı’ya yakın, müttefik bir ülkeydi. Dolayısıyla Huntington’ın tezlerine ters düşen konumdaydı ve ABD, bilhassa da yeni-muhafazakârlar bunu kullanmak istedi.
Tabii bu devlet nezdinde, özellikle Kemalist kesimde büyük bir alerjiye neden oldu. Bu bizi bir bakıma “kötü Müslüman Vahhabiler”e karşı ABD’nin “iyi Müslüman”ları yapacak ve İslam Dünyası’na doğru itip Kemalizm’den yavaş yavaş uzaklaştıracak tehlikeli bir emperyalist oyun gibi algılandı. Dolayısıyla ABD, Türkiye’nin irtica, laiklik ve ılımlı İslam tartışmalarında hiç olmadığı kadar önemli bir role sahip olmaya başladı. Bu bir bakıma Türkiye’deki anti-Amerikancılığın bir ayağını oluşturdu. Diğer ayak ise Kürt meselesi ile bağlantılı. Bu konuda da çoğunluk ABD’yi Kürtleri destekleyen, Irak’ın bölünmesine neden olan, Barzani ve Talabani’nin arkasında duran, PKK’ya karşı bir şey yapmayan bir ülke olarak görüyor. Dolayısıyla artık Türkiye’nin kendi sorunları olan Kürt meselesi ve ılımlı İslam meselesinde bütünüyle ABD odaklı bir analiz yapılıyor. Zaten bizim komplo teorileriyle dünyaya bakmaya hep meylimiz vardır. Sevrfobya, yani Osmanlı Devleti’nin dağılmasının getirdiği beka korkumuz, bugün Amerikan dış politikasıyla birebir örtüşüyor. Ve öyle bir yere varıldı ki artık, bırakın ortak düşman tanımı yapabilmeyi, ABD’nin kendisi düşman haline geldi.
O halde ilişkilerde artık yapısal bir dönüşüm olduğunu söylüyorsunuz.
Evet. Dolayısıyla bu sadece Bush’la değil, Türkiye’nin kimlik sorunlarının bugün dünyanın tek süper gücünün politikalarıyla çatışmasıyla alakalı. Türkiye son zamanlarda yapılan kamuoyu araştırmalarına göre en anti-Amerikan ülke konumunda. Pakistan, Filistin, Mısır ve Ürdün’de bile ABD’ye bakış bizden daha olumlu. Bu ülkeler daha mı az etkileniyorlar ABD’nin dış politikasından? Hayır. Ama bizim İslam ve Kürt meselelerimiz gibi girift sorunları yok. Türkiye’nin kendi kimlik sorunları anti-Amerikanizmi yaratıyor.
Son ayları yoğun biçimde Kuzey Irak tartışmalarıyla geçirdik. Bütün bu söyledikleriniz çerçevesinde Türkiye-ABD ilişkilerinde Kuzey Irak’ın konumu nereye düşüyor? Türk-Amerikan ilişkilerinde bütün bu ortak düşman algısının yokluğuna, Anti-Amerikanizme ve stratejik ittifakın değişme durumlarına rağmen, Kuzey Irak’ta Türkiye ve ABD ortak bir şey yapabilir mi?
Kuzey Irak, Türkiye için, PKK ile ilgili yaşanan son dönemlerdeki sorunun neredeyse ana merkezi. ABD açısından ise yaşanan Irak fiyaskosu içinde tek elde tutulur başarı, istikrar abidesi. Merkezde ve güneyde olduğu gibi bir emniyet ve terörizm sorunu yok kuzeyde. Tabii Türkiye’den bakılınca ateş düştüğü yeri yakıyor. Bizim bütün terör sorunumuz Kandil Dağı’ndan çıkıyor diye düşünüyoruz. Dolayısıyla Kandil’e, Kuzey Irak’a bir operasyon işin çok önemli bir boyutu. Ancak ben kendi analizlerimde sorunun iç dinamiklerine bakmayı daha mantıklı buluyorum. Çünkü ancak içeride kanayan bir yara varsa dış dinamikler Türkiye’yi zayıflatmak için bunu kullanabilir.
O yüzden önce “PKK, DTP nedir? Bunları ne derecede Kürt milliyetçiliğinden farklı bir yere koyabiliriz?” sorularına cevap aramalıyız. Kürt milliyetçiliği bence artık lambadan çıkmış ve bir daha içine koyamayacağımız bir cin gibi. Biz hâlâ asimilasyonda, Kürtleri bir şekilde Türk haline getirme konusunda ısrar eder ve bunun içeride başarılı olduğunu öne sürersek, hiçbir zaman Kürt meselesinin en ciddi boyutu olan milliyetçilik boyutunu anlayamayız. Ben Kuzey Irak merkezli bir tartışmayı çok mantıklı bulmuyorum şu aşamada. Fakat maalesef Türkiye’deki tartışma bütünüyle ABD, Kuzey Irak ve diğer dış dinamikler odaklı olduğu için neredeyse Türkiye artık sadece PKK ile değil, Barzani ile de savaşmak durumundaymış gibi bir hava yaratılıyor. Ülkenin en önemli gazetesinin başyazarı Barzani’yi suçlayabiliyor ve ona karşı bir şeyler yapılması gerektiğini söyleyebiliyor. Bu açıdan baktığımızda Türkiye-ABD ilişkilerinin ne kadar zor bir dönemden geçtiğini daha iyi görüyoruz. Bütün bunların üzerine bir de Ermeni meselesiyle İslam meselesini eklediğimizde neredeyse kendi stratejik ortağımızla savaş yapmak isteyen bir ülke gibi görünüyoruz.
Türk-Amerikan ilişkileri bu meselenin tali bir boyutu mu demek istiyorsunuz? Yani elbette Türkiye ile ABD’nin Kuzey Irak’ta çıkarları çatışabilir veya uyuşabilir; ama asıl mesele şu anda Türkiye’nin kendi iç sorununu buraya taşıması ve bunu çözemediği için sıkıntının oluşması mı?
Tamamen öyle. 1925’teki Şeyh Sait isyanını, İngilizler kışkırttı diye mi yoksa Kemalizm’e, milliyetçiliğe, yeni bir devletin kurulmasına, hilafetin kaldırılmasına karşı bir ayaklanmadır diye mi analiz edeceğiz? Dışarıdan İngilizler bunu kullandı, hatta destek verdi muhtemelen; ama bu yine de İngiltere nedeniyle Şeyh Sait isyanı çıktı anlamına gelmez. Bugün yapılan analizlerde PKK, Batı nedeniyle varolan ve dolayısıyla Batı başkentlerinde halledilebilecek bir sorun olarak görülüyor. Emperyalizmin Türkiye’deki maşası gibi bir analiz yapılabiliyor örneğin. Bunu İslamcı kesim de, solcu kesim de yapabiliyor. Çünkü temellerinde, Türkiye’nin en önemli genetik özelliği olan milliyetçilik var. Dolayısıyla iki taraf da bu milliyetçi potada buluşup Batı’yı suçlayabiliyor. Halbuki “Kürt meselesinde biz ne hata yaptık, 1980-83 döneminde neler yapıldı, Diyarbakır Askerî Cezaevi’nde neler oldu?” soruları hiç sorulmuyor. Kendimizi karşı tarafın yerine koyamıyoruz; en büyük sorun empati yapamamamız. Türk milliyetçiliği Kürt milliyetçiliğini doğuruyor; ama Türk milliyetçiliği meşru konumdayken Kürt milliyetçiliği ne tarafa gidecek? “Kürtler milliyetçi olmasın kardeşim” diyebilir miyiz? Milliyetçiliğe karşı bir söylem tutturursak, onun zararlı bir ideoloji olabileceğini söylersek belki bir başarı elde edebiliriz. Ama Türkiye’nin bugün geldiği noktada milliyetçilik en çok prim yapan ideoloji. AK Parti bile maalesef merkeze yaklaştıkça, milliyetçileşebiliyor.
Kürt meselesine sizin tabirinizle içeriden baktığımızda, meselenin başlıca iki aktörü olan ordu ve hükümet nerede duruyor? Hangi aktör daha etkili bu noktada?
Kabaca bir genelleme yapmak gerekirse, TSK’nın Kürt politikası genelde Türkiye’nin geleneksel Kemalist yaklaşımına çok yakın çizgide seyrediyor; yani dış tehdit algılaması üzerine kurulu. Özellikle bu oluşmakta olan Kürt devletini kırmızı çizgiler çerçevesinde değerlendiren, Kerkük’te çok ciddi sorun yaşayan, ama yine de bu meselede Türkiye’nin Barzani ile konuşmasını istemeyen ve Ortadoğu’ya çok fazla bulaşmasından rahatsız olan, Batı’ya doğru gitmesini isteyen bir dış politika söz konusu. Batı’yla sorunlar yaşadığında da bu sefer Rusya’ya doğru bakabilen bir dış politika bu. Çünkü Rusya’da Batılı bir ülke; ama tam demokratik değil. Dolayısıyla belirli açılardan bize uygun bir ülke. Bu nedenle Kemalist dış politikada Rusya’nın önemli bir yeri var. Avrasya açılımları yani “gerekirse NATO’dan çıkarız, Avrasya tipi bir strateji izleriz” düşüncesi Kemalizm’le örtüşüyor.
Sadece bir milliyetçilik konusu değil yani…
Batıcılıkla karışık bir otoriterlik. Yani Batıcılık ya da AB projesi eğer demokratikleşme, Kürt ve İslam meseleleriyle bir bakıma iç hesaplaşma ve o kimlikleri içselleştirme demekse, Türkiye’de özellikle Kemalist kesim bunu pek istemiyor. Yani kimliksel ve dinî sorunlarla ilgili çok kültürlülüğe veya daha farklı bir laiklik tanımına açık değil. O nedenle dış politikada eğer AB demokratikleşme ve liberalleşmeyi getiriyorsa, “Biz böyle AB’yi istemiyoruz” diyorlar. Bu dış politika bakış açısının arkasındaki temel unsur, geleneksel Kemalizm. Bunun da yapısal unsurları Hariciye ve TSK.
Buna alternatif olarak ise yeni-Osmanlıcı bir dış politika bakış açısı var. Bu, Türkiye’nin kendi İslamî, Osmanlı ve çok kültürlü kimliğiyle barışmış bir ülke olması anlamına geliyor. Yeni-Osmanlıcılık, Kürt meselesinde ise bence Kürtlerden korkmamayı, tersine onlara hamilik yapmayı esas alan, kendine güvenen bir tavır geliştiriyor. Özal’ın Talabani ve Barzani’ye kırmızı pasaport vermesini ben bu yeni-Osmanlıcılık çerçevesinde değerlendiriyorum. Burada kendine güvenen; kendi Müslüman kimliğiyle, çok kültürlülüğüyle, Osmanlı geçmişi ile barışık; imparatorluk reflekslerine sahip; sürekli parçalanmak korkusuyla değil, bu bölgede ben nasıl daha fazla kazanabilirim ve nasıl daha ciddi bir aktör olabilirim düşüncesiyle hareket eden bir dış politika söz konusu. Mesela Filistin meselesinde, “Hamas’ı İran’a kaptırmayalım” diyor. Hamas’ın gelmesinin amacı ona burada belirli mesajları verebilmek. Çünkü İran aynı zamanda Osmanlı’nın en büyük stratejik rakibiydi. Yeni-Osmanlıcılığın gözünde İran çok makbul bir ülke değil; çünkü belli bir Sünni kimliği de var bu bakış açısının. Mesela Arap-İsrail meselesinde aktör olalım, barış sürecinde ciddi bir yerimiz olsun, İran konusunda biz de konuşalım, Suriye konusunda açılım yapalım vs. diyor. Arap ve İslam dünyasında Türkiye’nin belirli bir rolü olmasını isteyen politika biçimine ben “yeni-Osmanlıcılık” diyorum.
Bunu peki olumlu bir şey olarak mı kullanıyorsunuz? Çünkü olumlu taraflarından bahsettiniz; ama aynı zamanda hegemonik bir söylem olarak da kullandınız.
Şimdi burada kendine güvenebilen, Kürt meselesinde savaş değil barış ve aynı zamanda belirli bir nüfuz sağlamak isteyen, iç sorunlarını demokrasi ve çok kültürlülük çerçevesinde halledebilen, Doğu’ya açılımlar yaparken Ortadoğu, Asya ve Batı’yla da ilişkilerini ihmal etmeyen bir Türkiye gerekiyor. AK Parti’nin yaptığı gibi, AB’yle belirli açılımları yapan, Kıbrıs’ta gerekli tavizi verebilen, mesela Rusya’yla da iyi ilişkileri olan bir Türkiye. Yeni-Osmanlıcılık bence biraz da ülkenin 360 derece hareket edebilmesidir. Osmanlı Batı’nın da içindeydi, Doğu’nun da. “Türkiye’nin merkez ülke olabilmesi” gibi sözler biraz fazla iddialı olabilir tabii. Ama keşke tek sorunumuz Türkiye’nin hayalleri çok geniş bir ülke olması olsa. Ben bu tip bir vizyonu -adına ne koyarsak koyalım- Kürtlerle kavga eden, Avrupa’ya ve Batı’ya sırtını dönmüş, Rusya’yla otoriter yapısı nedeniyle flört eden, Putin’in konuşmalarını web sitesine koyan, “Şanghay’a gideriz, NATO’dan çıkarız, Kürt devletini boğarız, Barzani’yi öldürürüz” diyen bir mantığa çok daha fazla tercih ederim.
Peki, siz Kuzey Irak’a müdahale ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer bir harekât gerçekleşecekse, bu nasıl bir harekât olabilir?
Gerçekçi olmak gerekirse, o bölgeye ABD’ye rağmen ve onun isteği dışında müdahale etmek, Türkiye açısından bilhassa AB ile ilişkilerde çok ciddi kayıplara neden olabilir. O nedenle bence burada yapılması gereken şey, aslında bir şekilde Erbil’le konuşabilmek.
ABD dolayımı ile mi yoksa doğrudan mı?
Her ikisi de olabilir. Aslında bence ideal olan, Abdullah Gül’ün zamanında yapmaya çalıştığı şeydi: Barzani’yi bir şekilde çağırmak. Bunu çok yüksek profilli bir şekilde yapmak zorunda değil; ama belirli mesajları birebir verebilmek önemli. Niye Kuzey Irak Kürtleri, PKK’ya karşı bir şey yapmıyor? Kandil’deki PKK’ya karşı bir şey yapamıyorlar diyelim; peki Süleymaniye ve Erbil’deki ofislerini neden kapatamıyorlar? Belirli bir Kürt dayanışması olabilir; ama bu işin temelinde Kerkük yatıyor. Barzani ve Talabani’nin istediği şey, Kerkük’ü başkent yapmak. Demek ki ortada çok açık bir denklem var. PKK’yı belli ölçülerde kullanıyorlar. Diplomatik yollardan bu denklem nasıl bozulabilir, ona bakılmalı. Ama bunları çözmek için önce diyalog kurmak gerekir. Erbil’le oturup açık bir şekilde onların ne istediği ve bizim ne istediğimizi konuşabilmemiz lazım.
Peki, bu anlamda Türkiye de Kandil’deki bir PKK varlığını Kerkük’e her an müdahale edebilmek için kullanıyor denilebilir mi?
Hayır, PKK diye bir örgüt olmasaydı da Türkiye, Kerkük üzerinde belirli bir hak sahibi olduğunu düşünecekti. Zira hâlâ Misak-ı Milli düşüncesi var. Musul, Kerkük bunun içindeydi; ama bizden alındı. Ayrıca “Kerkük’te petrol var, bu adamlar eğer Kerkük’ü alırlarsa devletleşebilirler” gibi bir korku mevcut. Ancak şu var ki PKK’nın varlığı, bir bakıma Erbil’le konuşmamak için iyi bir mazeret. PKK’nın son zamanlarda terör eylemlerini arttırmış olması, Ankara-Erbil arasında Gül’ün cumhurbaşkanlığından sonra doğabilecek potansiyel bir diyalogu öldürdü. PKK sırf bu açıdan aslında başarılı oldu denebilir. PKK, Türkiye’nin ve Erbil’in değil, DTP ile beraber kendisinin muhatap alınmasını istiyor. Öcalan’ın Mandela olmak gibi hayalleri var. Hapisten çıkıp, AB’ye doğru giden bir Türkiye’de Kürt meselesinde muhatap olarak alınmak istiyor. Kendisinin muhatap olduğunu hissettirmek için de, özellikle seçimleri kaybettikten sonra AK Parti’ye karşı tekrar baskın olmaya ve Barzani’nin onu desteklediği havasını yaratmaya çalışıyor. Barzani de bu tuzağın içine düşüyor. Bunu bozmak ve “PKK’nın arkasında ben yokum” demek yerine, Kerkük meselesinde korktuğu için dayılanabiliyor Türkiye’ye karşı. Dolayısıyla bu ortam içinde PKK, Türkiye ile Erbil’i konuşturmama amacına ulaşıyor. Türkiye’de de devlet mekanizmaları içinde, Erbil’le konuşulmasını istemeyen, Erbil’le konuşulduğu anda Türkiye’nin oradaki bir Kürt devletine evet demek zorunda kalacağını ve içerideki Kürtlerin yüzünü oraya döneceğini düşünen bir sürü insan var. Bu anlamda Türkiye’de Erbil’le konuşulmasını istemeyen bazı aşırı milliyetçi unsurlarla PKK’nın isteği çakışıyor. Burada yapılması gereken şey, Erbil’le konuşabilmek, PKK’yı gayrimeşru bir konuma doğru itebilmek, DTP’yi PKK’dan birazcık kurtarabilmek. DTP’yi kucaklayarak ve PKK ile arasında sorun çıkarabilecek belirli açılımlar yaparak demokratik siyasetin önünü açmak.
Peki, bu meseleye ABD nasıl bakıyor?
Bununla ilgili ABD’de Dışişleri Bakanlığı, Pentagon ve istihbarat birimlerinde analizler yapan akıllı insanlar var. Fakat ABD bu analizleri nasıl hayata geçirebilir, örneğin Türkiye’yi nasıl Erbil’le konuşturabilir, bunu bilemiyorum. ABD, Irak’ta içine düştüğü durumun ve İran’ın bu işgal sonrası giderek güçlenmesinin ardından bugün adeta krizden krize atlıyor. Şu aşamada Türkiye’nin sorunlarıyla ilgilenmek, ABD için bir lüks. Kriz aşamasına gelmeyen hiçbir sorun ABD’nin dikkatini çekmiyor. Türkiye’nin PKK ile ilgili sorunları da hiçbir zaman kriz aşamasına gelmiyor. Bir ara alevleniyor, sonra Başbakan ABD’ye gidiyor, “İstihbarat paylaşımı yapalım” filan denilip geçiştiriliyor. ABD için asıl kriz ise bir çıkış stratejisi geliştiremediği, her gün onlarca kişinin öldüğü, adeta Vietnamlaşan Irak sorunu. Yani Amerikan dış politikası bütünüyle Irak’a odaklı şu anda ve Kürtler de bu dış politikanın merkezinde yer alan bir oyuncu.
PKK ve DTP ağırlık merkezi Türkiye içerisinde olan unsurlar. Bunlar içeride bitirilirse, ağırlık merkezi ABD ile daha yakın ilişki içerisindeki Erbil’e kaymış olmaz mı?
Bence Türkiye’deki Kürtlerin Türkiye’ye bağlılığı meselesi demokratikleşmeyle bağlantılı. Türkiye’deki Kürtlerin talebi demokratikleşme. Siz kendi bölgenizdeki Kürtlere, “Biz demokrasiyi geliştireceğiz, çok kültürlülüğü kabul ediyoruz, dolayısıyla Kürt olarak yaşayabileceksiniz, aynı zamanda ekonomik açıdan da elimizden geldiğince açılımlar yapacağız” dediğiniz zaman bu insanların İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, oradan da Türkiye AB’ye girdiğinde Avrupa’daki akrabalarının yanına gitme hayalleri, Süleymaniye ya da Erbil’e gitmekten daha geçerli olabilir. Kendilerini Türkiye’yle bir bağ içinde görüp, “Ben Türkiyeliyim” demeye başlayabilirler o zaman.
Siz çizdiğiniz çerçevede sorunu büyük ölçüde Türkiye’nin kendi iç dinamikleri ile ilişkilendirdiniz. Ancak ABD’nin eski Terörle Mücadele Özel Temsilcisi Joseph Ralston görevinden ayrılırken daha çok faturayı ABD’ye çıkarttı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii Joseph Ralston tutup benim yaptığım gibi sosyolojik, Kürt meselesinin derinlerine inen, Türkiye’nin kimlik meselelerine bakan bir analiz yapacak birisi değil. O kendi devleti nerelerde hata yaptı buna bakıyor. Ralston’a Türkiye’yi yatıştırmak için “Sen askersin, askerleri anlarsın; Türklerle konuş; Irak’a girmeyip Erbil’le diyalog kursunlar” şeklinde sözde yüksek profilli bir iş verildi. Ancak Ralston ABD yönetiminden istediği ilgiyi göremeyince kızmaya ve yönetimi stratejik vizyonsuzlukla suçlamaya başladı. Gerçekten de bugün Amerikalılar “Kendi elimizle Irak’ı bir altın tepsi içinde İran’a verdik” diyorlar. İran bugün bölgede çok güçlü bir Şii hilali oluşturdu. Lübnan’da Hizbullah, Arap dünyasının en güçlü örgütü oldu çıktı. Ahmedinejad’ın İsrail’e karşı kullandığı, bizim alay ettiğimiz, radikal söylem sonrasında İran, Arap kamuoyunda belirli bir prestij kazandı. Çünkü Arap kamuoyuna göre İran İsrail’e karşı bu lafları edebiliyor ve Hamas’a, Hizbullah’a destek veriyor; Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerdeki Sünni liderler ise hiçbir şey yapmıyorlardı.
Ralston bütün bu dinamikleri gördü; “Türkiye’nin bu Sünni-Şii kırılmasında ne yapacağı çok önemli” dedi. Bugün Türk halkına “Kürt devleti konusunda İran ABD’ye kıyasla bizim yanımızda mı?” diye sorduğunuzda “Evet” cevabı alırsınız. Niye? Çünkü onların da Kürt’ü var, onlar da istemiyor böyle bir devleti. PJAK onlara da saldırıyor. Böylelikle giderek İran’a sempati duyan bir Türk kamuoyu var artık. Avrasya stratejilerinin içinde İran da var. Burada Ralston çok basit bir şekilde diyor ki “PKK konusunda bir şey yapmayarak, kendi elimizle Türkiye’yi de İran’a vermeye başlıyoruz. Niye? Çünkü daha büyük sorunlarımız var. Bizzat yarattığımız Irak bataklığının içinden çıkamıyoruz ve bir de PKK sorunu yaşamayalım diye düşünüyoruz. Türkiye de bu arada en anti-Amerikan ülke oldu çıktı” diyor ve bunu stratejik vizyonsuzluk olarak tanımlıyor.
Türkiye’nin genel gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz peki?
Ben Türkiye’nin gidişatı hakkında kötümser değilim. Türkiye bence kendisini dengeleyebilecek pragmatik bir ülke. Şu anda AK Parti gibi pragmatik refleksleri olan bir parti hükümet olduğu için de şanslı. Zira AK Parti, militarist eğilimleri dengeleyebiliyor. AK Parti eğer AB yolunda demokratikleşmeye sıkıca sarılırsa, benim özlediğim parti olur. Ancak %47 almış bir parti kaçınılmaz olarak giderek merkeze yaklaşır. AK Parti’nin bunu yapmaması lazım. Çünkü merkeze yaklaştıkça, merkezin hastalıklarını da kapabiliyor; otoriterleşebiliyor, milliyetçileşebiliyor. İslamcı kimliği olan AK Parti rejim nezdinde AB’ye adeta muhtaçtı. Çünkü İslamcı kimliği rejim konusunda kan uyuşmazlığı yaratıyordu. Bugün artık İslamcılığını kaybetmiş, liberalleşmiş, merkeze yanaşmış, kendinden daha emin bir AK Parti’nin “Ne ihtiyacım var benim AB’ye” diyebilme ihtimali beni korkutuyor açıkçası.
Niye çok kötümser değilim? Çünkü Türkiye yavaş yavaş Osmanlı kimliğini öne çıkararak sorunlarını hallediyor; hem Müslüman kimliğiyle hem de çok kültürlülüğüyle barışma aşamasına geliyor. Devlet, imparatorluk geleneği olduğu için bu güçler dengesini iyi görerek, gereksiz yere 50 bin askerle Kuzey Irak’a girmiyor mesela. Demek ki bir pragmatizm var. Bu askerde de var; o da değişiyor.
Ben Amerikalıları korkutmak istediğim zaman “Türkiye Fransa olur, dikkat edin” diyorum. Yani işler yolunda gitmezse en kötü ihtimalle Türkiye, NATO’nun askerî kanadından çıkar. Rusya’yla, Çin’le, Hindistan’la daha ciddi ilişkiler kurar. AB’ye doğru giderken bunları Batı’yla kavga etmeden yapabilirsek -ama bu arada AB’nin de nereye doğru gideceği çok önemli-, o dengeleri iyi yönetebilirsek 360 derece politika izleyebiliriz.
Bu gidişatı olumsuz yönde ne etkileyebilir?
Bu denklemde bilinmeyen, Kürt meselesi. Türkiye’yi kötü bir yere getirebilir bu mesele; ama bahsettiğim parametreler içerisinde çözüm bulabilirse, o zaman Türkiye’nin önü çok açılır. Kişi başına düşen gelir artar, liberalleşir, demokratikleşir, kendine güvenen bir ülke olur.
ABD ile ilişkileri de bu çerçevede mi ele almak lazım?
Evet, ABD ile ilişkiler de düzelecektir.
Paylaş
Tavsiye Et