Kitap
Jytte Klausen Türkçesi: Mahmut Aydın
Ankara: Liberte Yayınları, 2008
Uzun bir tarihî arka plana yaslanan oryantalist terminolojinin, dünya üzerinde yaşayan Müslümanlara zarar verdiği, artık tartışma dışında kalmış bir vakıa. Müslümanları homojen bir cemaat, Müslümanların olumsuz pratiklerini de İslamiyet’in kendisi olarak sunan söz konusu terminolojiye, içinde bulunduğumuz dönemde, yeniden hayatiyet kazandıran en önemli olay, 11 Eylül 2001’de New York’ta yaşananlar oldu. Bu süreç, eleştirilere göğüs germekte zorlanan oryantalist akla, tartışma kabul etmez bir meşruiyet zemini kazandırdı. Bundan sonra, Müslümanları dinlemek, onlar için iyiden iyiye bir zaman kaybı haline geldi. Bu nedenle, dünya Müslümanlarının, bugün karşı karşıya kaldığı en büyük problemin, dinlenmeye ve anlaşılmaya değer görülmemek olduğunu söylersek, çok da iddialı bir yaklaşım sergilemiş olmayız.
Özellikle, İslamofobinin ve yabancı düşmanlığının, Müslümanlar için gerçek bir tehdit haline gelmeye başlamasında, yukarıda zikredilen öncüllerin çok büyük bir payı var. Bir kısır döngü halini alan bu süreçte, iletişim imkansızlaştı. Hal böyle olunca, muhatabın Müslüman olduğu pek çok zeminde, karşı tarafın, dinlemeyi reddeden, buyurgan bir edayla, süreci şekillendirmeye çalıştığına tanıklık ediyoruz.
Bu, her ne kadar tersine çevrilmesi zor bir durum olsa da, sağlıklı iletişim kanallarını açmaya çalışmak ve süreci tersine çevirmek, hem Müslümanlar hem de onların muhatapları açısından, tarihî bir sorumluluk olarak ortaya çıkıyor. İslamı Yeniden Düşünmek adlı çalışma, tam da bu noktada, sorumluluğun nasıl alınacağını göstermesi açısından önem kazanıyor ve birer nesne olarak değil de, kendilerini anlatan bireyler olarak, Müslümanları muhatap alıyor. “Batı Avrupa’da Siyaset ve Din” alt başlığını taşıyan çalışmada, sivil ve siyasal organizasyonla ilgilenen Müslüman milletvekilleri, şehir meclis üyeleri, doktorlar, mühendisler, profesörler, hâkimler, memurlar, küçük işletme sahipleri ve cemaat aktivistleri kendilerini anlatma fırsatı buluyorlar. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Anton C. Zijderveld
Türkçesi: Kadir Canatan
İstanbul: Pınar Yayınları, 2007
Sosyoloji, geride bıraktığımız yüzyılın sonlarına doğru, giderek bir bilim dalı olma hüviyetinden sıyrılarak, moda deyimle “müşteri odaklı” bir bilgi üretme aracı haline dönüştü. Sosyolojinin bu akıbetinden en fazla sorumlu olan, belki de, Amerikan sosyoloji ekolü oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya hâkimiyetini tescilleyen ABD’nin sosyoloji bilimine yüklediği anlam araçsaldı. Bilgiyi, hegemonyayı sağlayıcı ve kolaylaştırıcı bir unsur olarak telakki eden bu yaklaşımın gelip dayandığı son noktada sosyoloji, uygulamalı siyaset sosyolojisi içerisinde kayboldu. Oysa sosyoloji “toplumdaki sektör ve sorunların sayısı kadar uzmanlık alanına bölünürse, hızla değişen aktüalitenin arkasında yürüme tehlikesi ile karşılaşacaktı.”
Bazı yetkin sosyologların, giderek artan bir oranda, sosyolojinin söz konusu akıbeti konusunda yakındıklarını görüyoruz. Bunlardan biri de, altmışlı yıllarda ünlü din sosyoloğu Peter L. Berger’in asistanlığını yapmış, kent, kültür, mizah, delilik gibi kavramları, sosyoloji literatürü içerisinde yetkin bir biçimde tartışarak, birbirinden değerli eserlere imza atmış velut bir sosyolog olan Anton C. Zijderveld.
Türkçeye Pınar Yayınları tarafından kazandırılan çarpıcı eseri Sahnelik Toplum’da Zijderveld, bu süreci eleştiriyor ve şöyle diyor: “Sosyoloji, temelde entelektüel olarak iğneleyici, meydan okuyucu ve hayatiyet dolu bir bilim dalıdır. Biz onun ruhunu çıkarıp aldık.”
Yazar, benzerlerine sıklıkla rastladığımız sosyoloji giriş kitaplarından farklı olarak, okuruna sosyolojik düşünce ve topluma bakış konusunda bir giriş imkanı sunmayı hedefliyor. Sosyoloji öğrencileri ve akademik eğitim almış profesyonel sosyologlar kadar, genel okuyucu kitlesine de hitap eden değerli bir çalışma. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Dünyayı Yöneten Şirketler
David C. Korten
Türkçesi: Mustafa Cesar
İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2008
Dünyayı kim yönetiyor? Bu, belki de son yılların en popüler sorusu. Zira sınırlarla birbirlerinden ayrılmış ve kendi iç işlerinde bağımsız olarak tanımlanan ulus-devlet anlayışı içerisinde, ulus ötesi şirket kavramı son derece iğreti duruyor. Ya da, ulus ötesi şirketler söz konusu olduğunda, ulus-devlet dediğimiz örgütlenme biçimi, iğreti ve naif bir çerçeve olarak görünüyor.
Etkinliğini giderek artıran küreselleşme karşıtlarının ve dünya sistemindeki adaletsizlikleri gündeme getirme arayışındaki diğer muhalif güçlerin ortaklaştıkları en önemli noktaların başında, ulus ötesi şirketlerin, söz konusu çarpık sistem içindeki rollerinin ve sorumluluklarının aydınlatılması geliyor.
Bu bağlamda, David C. Korten’in, Etkileşim Yayınları tarafından yayımlanan Dünyayı Yöneten Şirketler kitabı, ortaya koyduğu değerli bilgi ve belgelerle, kitlelere ulaşması gereken bir çalışma. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar
Editör: Andrew Edgar, Peter Sedqwick Türkçesi: Mesut Karaşahan
İstanbul: Kitabevi, 2007
Kültürel kuram, kültürün bütün yönlerinin incelenmesini esas alan ve “yirminci yüzyıl boyunca akademik çalışma konusundaki ortodoks yaklaşımlara karşı ortaya atılan kuşku ve eleştirilerin toplamına işaret eden” bir bilimsel çalışma sahası.
Açılım Kitap tarafından, Türkçeye kazandırılan ve editörlüğünü Andrew Edgar ile Peter Sedgwick’in yaptığı Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar adlı çalışma, bu sahadaki temel kavramları okuyucuya tanıtmayı hedefliyor.
Tüketim, emek, hegemonya, norm, sembol, temsil ve kimlik gibi onlarca maddeden oluşan eser, kavramları yerli yersiz kullanma alışkanlığımızı sorgulama zemini hazırlayan, önemli bir referans kitabı. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Şaban Abak Ankara: Ebabil Yayınları, 2007
Kehanetlerine ancak olaylar vuku bulduktan sonra inanılan Kassandra misali, şairin ıstırabı, zamanı herkesten daha iyi anlamasında, yitirilenlerin acısını herkesten çok duymasında yatar. Sezai Karakoç’a “Artık yolun uğramaz bilirim toprağıma/ Ömrüm yanıp yıkılmış harap ölüm sayfası/ Sen orda hakikate çevirirken yalanı/ Ah, yalana çevirdim ben burda hakikati” dedirten bu ıstırap yüzünden şairler dizeleri ile okuyucularına kalbe batan iğne gibi hâli fark ettirmeye ve onları iyiye, doğruya, güzele çekmeye gayret ederler. Bu bağlamda şairler toplumun vicdanıdır, şiirler çoğu zaman uyanış ve kendine geliş çabalarının işaretidir. Şaban Abak, anlattığımız manasıyla şairliği omuzlarında taşıyan en yerinde örneklerden. 1990 yılında basılan ilk şiir kitabı Bağdat’tan Dönen Şiirler’den bu yana, sözleri uzun zamandır kayıp bir türküyü tekrar hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışıyor. Şaban Abak Türkiye Yazarlar Birliği’nin 2007 En İyi Şiir Kitabı Ödülü’nü kazanan Kayıp Atlar Haritası isimli kitabında “Nasıl yetişilir ki sana aşk ile koşuyorsun/ Kalbi dahi yaya bir yolcuyum ben/ Gittin yalnız seni değil, kaybettim kendimi de/ Seni bir arayan var, ya beni kim bulası?” derken aslında, İsmet Özel’in “İçimden şu zalim şüpheyi kaldır/ Ya sen gel ya beni oraya aldır” yakarışında ifade ettiği hâle işaret ediyor. Şaban Abak, atı gidince sadece bineğini değil, mercan saplı hançerini, gül desenli kılıcını, saatini, yazılarını, haritalarını da kaybeden Durmuşoğlu Duran’ın ismiyle müsemma hâlimizi, vicdanımızın sesi olarak ihtar ediyor. Erdem Beyazıd’ın “Bir Şimal rüzgarı değil/ Bir Şamil fırtınası/ Tutsaklık haritası değil/ Bir zafer coğrafyası” dediği dünyayı bize hatırlatan Abak, bizi de Durmuşoğlu Duran’ın peşinden bu coğrafyada yürütüyor: Elimizde bir Hamzanâme, Palandöken’den Allahuekber Dağları’na, dağ başında küçük bir kulübedeki ermişten Hacı Bayram-ı Veli’nin makamına, Durmuşoğlu Duran’ı yaya görmekten utanan Gazi Tuna’ya, Aliya’nın verdiği haberle kıyısına varılan Neretva Nehri’nde kelimelerle tamir edilen Mostar Köprüsü’ne, Akşehir’de Hoca Nasreddin türbesinden Kızılırmak kıyısında görülen hilale ve Bursa’dan Kırım rüzgarlı Karadeniz kıyılarına dek süren, İstanbul’da At Meydanı’nda nihayetlenen serüvenine biz de katılıyoruz; Dağ, Irmak ve Bilge; At ve Akıncı ile beraber.
“Evet battım, bir güneş olarak ama” diyen, “Ben ki aramaya çıktım/ Bulmaya tabir olunur” diyen Şaban Abak’ın mısraları iç sızlatan bir umutla dolduruyor okuyucularını; “bengisu kaynayıp çağlayacak mı birazdan” diye soran bir umutla. /Betül Özel Çiçek
Tavsiye Et
Işık Yanar Ankara: Hece Yayınları, 2007
İlk romanlar hem okuyucu hem de yazar için heyecan vericidir. Bu heyecan bazen ilk romanın beraberinde getirdiği kimi acemiliklerle gölgelenir, bazen de Işık Yanar’ın ilk kitabı ve ilk romanı Dört Âdem’de olduğu gibi okuyucunun dimağında güzel bir tad bırakır. Hece, Tezkire, Dergâh ve Ayvakti gibi dergilerde edebî meseleler üzerine yazı ve makaleleri yayımlanan Yanar, genç edebiyatçılarımızdan. Yanar, ilk romanında, acemi yazar aceleciliğinden arınmış, oturaklı, ayakları yere basan, ne dediğini bilen ama ilk olmanın tazeliğinden uzağa düşmemiş bir dil ortaya koyarak okuyucularını etkilemesini biliyor. Dört kişinin, dört âdemin üstünden anlatılan romanda, kimi zaman anlatanın sesi romanın akışına karışarak anlatılan hikâyenin ritmini tökezletse yahut bazı imla ve yazım hataları gözü rahatsız etse de, bunlar, yazarın cümlelerinin sağlamlığı ve esrarına gölge düşürmüyor. Dört kişinin hayat serüvenini birbirleriyle kesişen yolları üzerinden kurduğu bağlantılarla anlatan Yanar, her bir kahramanı anlatmak için de neredeyse ayrı bir üslup kullanıyor. Yazarın Cihan, Özgür ve Sedat’ı anlattığı bölümlerde farklı, Oruç’u, Oruç’un Bayram ve Cevdet’le ilişkisini aktardığı bölümlerde ayrı anlatım yollarını denemesinin yanı sıra, ayrıntılara da ziyadesiyle önem verdiğini görüyoruz. Romanın sonunun ucu açık bir şekilde bitirilmesi ise dikkat çekici. Yazar bunu geleceğin gerçeğine yaklaştıkça onunla ilgili hayallerimize uzak düşmemize ve hayatın hayallerin üstüne balyoz gibi inmesinin en büyük trajedimiz olmasına bağlıyor. /Betül Özel Çiçek
Tavsiye Et