Bazen yuh diyorum kendime!
Ben ne biçim bir adamım.
Ne oynak bir kalemim var.
Ruhum, klavyenin üstünde bir o yana bir bu yana süzülen parmaklarımdan daha kıvrak.
Eklemlerimin sürati asla ruhumun döneklik süratine yetişemiyor.
Bir yazının başına oturduğumda sonunu nasıl getireceğimi dahi kestiremiyorum çoğu zaman.
Her an bir telefon gelebilir.
Yeni bir rapor yayımlanabilir.
Konjonktür değişebilir. Borsa dalgalanabilir.
Anketlerdeki göstergeler alt üst olabilir.
Kredi ihtiyacı doğabilir.
Bunun için daima uyanık olmalıyım.
Yaş tahtaya basmamalıyım.
‘Looser’ olmamalıyım.
Ve bu hengame arasında;
Asla ama asla aynaya bakmamalıyım.
Çünkü orada Dorian Gray’in portresini göreceğimden korkuyorum.
Gerçi sinekkaydı sakal, havalı Amerikan baş traşım ve teki havaya kaykılmış kaşım var.
Marka gözlüklerimin ardından, cinmişim, herkesi çarparmışım gibi havalı bakıyorum.
Ama aynaya bakmaya korkuyorum.
Bilgisayarın başına her oturuşumda da sanki Ali Desidero karşıma geçiyor;
“Haydi hayırlı traşlar!” diye haykırıyor.
Aynada suretim, yazımda cibilliyetim karşıma dikiliyor.
İkisi arasındaki açı farkı beni korkutuyor.
Böyle zamanlarda sığınacak bir liman arıyorum.
Köşe yazarı arkadaşların zaman zaman üç aşağı beş yukarı benimle aynı duyguları paylaştığına inanıyorum.
LİMAN
Belki inanmayacaksınız ama bu limanı buldum.
Maldiv Adaları gibi uzak bir yerde değil bu liman.
Burnumuzun dibinde.
Ama biraz gayretle şu satırları okuma zahmetine katlanmanız lazım:
Bilim dünyasının, hayat felsefesinin girdabına kapıldığı çok ilginç ve dramatik bir hikayeye ulaştım.
Hepimiz için derslerle dolu bir ‘döneklik’ hikayesine.
“Buz balığı” ailesi, normal kanı olan öteki balıklar gibi okyanusta mutlu bir hayat sürdürüyordu.
Ancak bundan 55 milyon yıl önce iklimde acayip bir değişiklik meydana geldi ve okyanus sularının sıcaklığı 68 Fahrenhayt’tan 38 Fahrenhayt’a düştü.
Çok az okyanus canlısı bu ani düşüşe dayanabildi.
Bunlardan biri de buz balığıydı.
Dayandı ama ne pahasına?..
Buz balığı, soğuğa dayanıklı hale gelebilmek ve hayatını idame ettirebilmek için mucizevi bir değişimi gerçekleştirdi.
Kanındaki kırmızı hücrelerin oranını yüzde 1’e indirdi.
Bu da yetmedi.
Bu defa tarihin ilk ‘antifrizini’ keşfetti.
Hayatta kalma yemini eden bünyesi, donmayı engelleyen bir nevi antifriz proteini yarattı.
Böylece buz balığı, adına da uygun şekilde, sıfırın altındaki sularda bile hayatını idame ettirmeyi başardı.
Yani bugün bu balığın damarlarında fiilen buzlu su akıyor.
Peki bu balık için ‘kansız’ sıfatını kullanabilir miyiz?
Yoksa bu küçük balık, hayat mücadelesi veren tüm canlıların azizi midir?
Benim inancım şu:
Hayatta kalabilmek için ‘kanını’ bile değiştirmek zorunda kalan bu canlı, gerçek bir tabiat kahramanıdır.
Ve hepimize verdiği hayat bilgisi dersi de şudur:
“Dönüşebilmek, dönebilmek, hayatta kalmanın, ilerlemenin temel kanunudur...”
İşte bu nedenle buz balığının önünde saygıyla eğiliyorum...
Sn. Özkök’ün döneklikle ilgili yazdığı diğer yazılarından da alıntı yapmıştım zaman zaman.
Onlar da son derece orijinal ve aynaya kolayca bakmamı sağlayan yazılardı.
Ama hiç biri “yuh kansız!” diye bana sataştıklarında utanmamı engelleyen bilimsellikte değildi.
Biri köşesinde benim için “kansız adam” diye yazdığında moralim acayip bozuluyordu.
Geçenlerde derginin önüne toplanan bir güruh “kansız, kansız!” diye tempo tuttular.
İnanır mısınız o orijinal bilimsel yazının verdiği moralle umurumda bile değildi kalabalık.
Pencereden, Sn. Yazar’ın kestiğim kupürünü salladım koca gruba.
“Empati kurun şu balıkla biraz, empati” diye bağırdım.
“Akıllı olun oğlum, akıllı” diye de ekledim.
Koca grup anında dağıldı.
Şimdi ben nasıl medyunu şükran olmam Sn. Özkök’e.
Medyunu şükran olma sebebim sadece bu da değil.
ANTİFRİZ
Özal’la birlikte Türkiye’nin iklimi değiştiğinde kendi antifrizini nasıl geliştirdiğini de açıklamış sevgili Özkök:
Beni demode bir solculuktan kurtarıp, serbest pazar ve hür düşünce fikrine getiren insan, rahmetli Turgut Özal oldu.
Almanya’dan Cezayir’e uçarken, Türk milleti adına Cezayir halkından özür dilediği o konuşma ile.
Ona ilk yakınlığımı, işte o gün, o siyasi cesarette hissettim.
Oysa aynı günlerde Türkiye İşçi Partisi’nin Yürüyüş dergisinde onun aleyhine yazılar yazıyordum.
Ama ondan bana kalan asıl miras, hayatımın hiçbir anında aklımdan çıkmayan şu cümlesiydi: “Hayallerime bile yetişemezler...”
Bugün çok daha iyi anlıyorum ki, yetişemeyiz.
Antifrizini geliştirdikten sonra Özal’la ilişkisini nasıl geliştirdiğini de anlatıyor bizlere:
Dün Mehmet Barlas’ın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanağını okşarken çekilmiş fotoğrafına bakarken gerilere döndüm.
Rahmetli Turgut Özal, Houston’da prostat ameliyatı geçirmişti.
İçimden bir ses, ama gazeteci sesim değil, tamamen insan sesim bana şunu söylüyordu:
“Git hastanede ziyaret et.”
Bir gazetenin genel yayın yönetmeninin, şapkasını çıkarıp böyle bir şey yapmaya hakkı var mıdır?
Doğrusu bir saniye bile düşünmedim.
Bir odada yatıyordu.
Yatağının başucuna oturdum.
“Sırf beni ziyaret etmek için mi geldin?” diye sordu.
“Evet, sadece geçmiş olsun demek için geldim” dedim.
Muzip bir gülüşle, “Şimdi seni tefe koyacaklar” dedi.
“Umurumda bile değil” diye cevap verdim.
Ha bu arada gazetecilik açısından da şans yüzüme güldü.
Anadolu Ajansı’nın bir haberi geldi.
Ermeniler, Nahçıvan’a saldırmış.
Özal, bunu işitir işitmez şu tepkiyi verdi:
“Sokacaksın iki tümen, görecekler günlerini”
Bu cümle ertesi gün Hürriyet’in manşetindeydi.
İçindeki insan sesi ile hasta ziyaretini gerçekleştiren yazar içindeki gazeteci sesine de mani olamayarak manşeti patlatmış.
Tam bir Dr. Jekyll ve Mr. Hyde hikayesi.
İnsanın aklını başından alan kadın sesi, su sesi, para sesi üçlüsünün yanına gazeteci sesinin eklenmesi medyunu şükranlığımın diğer bir sebebi.
OKŞA BENİ
Medyunu şükranlığımın başka sebepleri de var:
Dün Barlas’la konuştum.
“Daha önce Özal’ın da yanağını okşamıştım” dedi.
“Cezaevindeyken de Tayyip Bey’i ziyarete gitmiş, elimi yanağına koymuş ‘Bu da geçer’ demiştim. Başbakan’ın ekonomi konusunda konuşmasını beğendiğim için yine elimi yanağına koyup ‘Bu çizgiyi bozma’ dedim” diye devam etti.
Barlas ve benim gibi düşünen gazeteciler bu sektörde azınlıktayız.
Çoğunluk, gazetecilerin siyasilerle, işadamlarıyla arasına çok yüksek duvarlar çekmesi, hiçbir şekilde arkadaşlık ilişkisine girmemesi gerektiğini düşünür.
Ama nedense aynı kişiler, sendikacılarla, kültür insanlarıyla, kendileri gibi düşünen siyasetçilerle böyle ilişkiler kurmaktan geri durmazlar.
Bence doğrusu da budur.
Sonunda bizler de insanız ve bazı insanlara sempati, bazılarına antipati duyuyoruz.
Takdir duygularımızı iletmek istiyoruz.
Yani ben bu fotoğrafa baktığım zaman, sadece insani bir dokunuş gördüm.
Ve şuna da kesinlikle inanıyorum.
Biz gazetecilerin böyle dokunuşlara ihtiyacı var.
Alicenaplığın bu yüksek çıtası da beni kendisine hayran bırakıyor.
Kim kimin başını, yanağını okşar söyleyin bakalım.
Sevgililer birbirlerinin.
Bir de,
Büyükler küçüklerin.
“Aferin sana, sakın çizgini bozma, göreyim seni, koçum benim”
Bir de gazeteci dokunuşu var.
Gazetecilerin zaman zaman böyle dokunuşlara ve hayat öpücüklerine ihtiyaçları olur.
Siyasilerin de olur tabii.
Hiç Merkez Bankası seçimlerindeki hayıflanışı gibi “Bir kale daha mı düşecek?” diye tek satır yazıyor mu Sn. Yazar.
Hayır. Sadece;
Toplumun gündemini bu sıradan azgın azınlıkların, marjinallerin belirlemesine nasıl izin verdik?
Makul çoğunluk neden sindirildi, evine, köşesine çekildi?
Hayatımızın türbanla imam hatip okulu arasına sıkıştırılmasına neden hayır diyemedik
Çünkü Türkiye hayallerini kaybetti. Yenileşme ruhunu yedi bitirdi.
Meydanı yabanilere bıraktı, diye yazıyor o kadar.
Küçücük bir balık, kanını değiştiriyor.
Şu kadar sene geçmiş koca yabani, marjinal adamlarla kadınlar takıntılarını değiştiremiyorlar.
Üzmeyin şu adamı kardeşim.
O da üzmesin sizi.
SON SÖZ
Okşayayım seni, sen de okşa beni.
Paylaş
Tavsiye Et