Söyleşi: Ümit AKSOY, Hilal TURAN
Türkiye bir seçimi daha geride bıraktı. Ama görülüyor ki aslında gerçek seçim(ler) şimdi başlıyor. Başta cumhurbaşkanlığı meselesi olmak üzere, var olan bütün yüklü alanlar, kendi sahip oldukları anlamdan daha fazlasına göndermede bulunan sembolik sorun bölgeleri olarak karşımızda durmakta. Bu anlamda, sürekli olarak iktidar olunan fakat bir türlü muktedir olunamayan bu kısa Cumhuriyet tarihini, bir semboller savaşı olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmasa gerek. 22 Temmuz sonrasında şekillenen süreç ise, ister devlet ister toplum düzeyinde olsun, belki de bizleri sembollerin ötesinde siyaset yapmanın mümkünlüğüne götürecek bir eşiğe getirmiş durumda.
Biz de bu ay, Doç. Dr. Ferhat Kentel’le Türkiye’nin, Türk siyasetinin artık kaçınılmaz hale gelen seçimini, bu seçimlerin ifade ettiği değeri, siyasetin normalleşmesini ve milliyetçiliğin sosyo-patolojik durumlarını konuştuk. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Kentel’in, modernite, yeni sosyal hareketler, kimlik, İslami hareketler, etnik cemaatler alanlarında/konularında çok sayıda makalesi bulunuyor. Son olarak TESEV için Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte yürüttüğü çalışma Milletin Bölünmez Bütünlüğü: Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilikler başlığıyla yayımlandı.
Türk toplumu, belki de en önemli seçimini, samimi olmakla olmamak arasında yapacak. Ve hiç şüphesiz bu samimiyet sınavında, fildişi kuleye çıkmamış namuslu akademisyenler önemli bir ayağı oluşturacaklar. Ferhat Kentel, entelektüel birikimi ve samimi duruşuyla bizlere ufuk açıcı bir değerlendirme sunuyor.
Malumunuz üzere geçtiğimiz Nisan ayında bir Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci ‘yaşayamadık’. Siyaset dışı aktörler ve bunların siyasetteki uzantılarının da müdahalesiyle bir şekilde engellendi bu süreç ve 22 Temmuz’da seçimlere gittik. Seçimlerin ortaya koyduğu tabloyu hem siyasal hem de sosyolojik dönüşüm açısından nasıl okumak gerekir sizce?
22 Temmuz seçimleri Türkiye’de siyasetin normalleşmesi yönünde çok önemli bir adım oldu. Siyasetin normalleşmesi, toplumda farklı değerlerin, taleplerin, ifade tarzlarının en azından siyasete yansıyabilmesi, siyasi olarak konuşulabiliyor olması demektir. Seçim sonuçlarından anladığımız, 4 senelik AK Parti iktidarı sürecinin toplum tarafından en azından olumsuzlanmadığıydı. Yani toplum, AK Parti ile devam etmek istedi ve AK Parti vasıtasıyla özünde bir tür barışma ve uzlaşma arayışı içinde olduğunu, suni gerilimlere taraf olmak istemediğini gösterdi. Tabandaki bu uzlaşma arayışı ile yukarıdaki siyasetin normalleşmesini bir arada düşündüğümüzde Türk toplumunun bütün farklılıklarıyla birlikte aslında konuşmak istediğini söyleyebiliriz. Türkiye’de toplum, içindeki tüm faklılıkları, en genel haliyle yaşamak, bu konuda tecrübe sahibi olmak istiyor. Çünkü Türk modernleşmesi dediğimiz mühendislik projesinde toplum, devletin ya da içindeki otoriter zihniyeti temsil eden siyasal aktörlerin, beğenmedikleri gelişmeler karşısında sürekli müdahale ettikleri bir çocuk yerine konuldu. Ancak artık bu toplum, “Ben büyüdüm” diyor. “Bırak da başıma her ne bela alacaksam alayım, sorumluluk benim üzerimde olsun” diyor. Bu sürecin başımıza belalar açma ihtimali de mevcut gerçekten. Zira hükümete inanılmaz bir kapitalist mantık hâkim şu anda. Bütün o neo-liberal politikalar, özelleştirmeler, her şeyin satılabilir olması, tarımın çöküşü, Kemal Unakıtan’ın dilini falan da eklerseniz gayet ciddi bir kriz var. Bütün bunlara rağmen “Tamam ben bu riskleri almaya hazırım” diyen bir toplumumuz var. Büyümek, üstündeki o otoriter baba figüründen kurtulmak isteyen bir toplum. Bu anlamda biz de en azından daha konuşulabilir bir toplum olma yolunda ilerliyoruz. Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu tablo, toplumda halen takiyye yapmadan, şeffaf biçimde konuşma olanaklarının var olduğunu gösteriyor.
Toplum gerginlik istemiyor ama diğer yandan rüştünü de ispatlamak istiyor. Bunlar arasında bir zıtlık yok mu? Yani ne istiyor halk gerçekten? Ve istediklerini gerçekten AK Parti’nin sağlayabileceğini mi düşünüyor?
Türkiye toplumu, gerçekte adam yerine konmak istiyor. Tüm beklentilerin özü bu. Adam yerine konmak; yani dayak yememek; kimliğinden, kişiliğinden, renginden, inancından, kıyafetinden ya da fakirliğinden ötürü hakarete uğramamak, aşağılanmamak istiyor. Her toplumda hiyerarşi, çatışma, sınıfsal-kültürel dengesizlikler var; en azından bunların gerçekleşme potansiyelleri var. Ama bütün bunların ne şiddette yaşandığı önemli. Bunun şiddetini anlayabilmek için bir toplumda modernleşme stratejisi tarafından tespit edilmiş temsillere uymayan insanların, bu temsiller karşısındaki pozisyonuna bakmak gerekir. Eğer “radikal bir aşağılanma” yaşıyorsanız, tepkileriniz de radikal olur. Böyle bir durumda oyundan çıkma ihtimali de çok yükselir; ama neticede bu da çözüm değil. Dağa çıkmak, seçimlerde oy vermemek, vergi vermemek gibi bir sürü oyuna girmeme yolları var. Ancak bütün bunları yapmak, aynı zamanda başkalarıyla ilişki kuramamak demek. Yani insan olmanın en asgari şartlarından birini yerine getiremiyorsun oyundan çıktığında. Dolayısıyla çatışmanın ortadan kaldırılması ve çatışma olmaksızın kendi olabilme isteğinin hemen her toplumda bir temel eksen haline geldiğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin ayrıcalıklı durumu ise burada aşağılanma düzeyinin çok yüksek olması.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına bu denli şiddetle karşı çıkılmasının temel nedeni nedir sizce? Türk siyasi tarihi bağlamında nereye oturtuyorsunuz bu cumhurbaşkanlığı kavgasını?
Abdullah Gül’e tepkinin bu kadar yoğun olmasının temel referansını Türk modernleşmesinin gözetleme kulelerinde aramak lazım. Yani Türkiye’deki gerilim eksenlerine baktığınız zaman, bunların tam da o gözetleme kulelerinin, temel köşe taşlarının ciğerine dokunduğunu hissediyorsunuz. Kürt meselesi, İslamcılık/laiklik ekseni, Ermeni meselesi… Bütün bunlar o büyük modern Türk ulus-devleti kurgusundaki en önemli yerleri işaret ediyor. Siz modern Cumhuriyeti karşınızda bir öteki inşa ederek kurguluyorsunuz. Sonra bir gün sizin o gayrimeşru ilan ettiğiniz, özel alanlara itmeye, ehlileştirmeye çalıştığınız ötekilerden biri olan İslam’ın içinden birtakım toplumsal aktörler çıkıyor. Ve bunlar en az sizin kadar modern oluyorlar. Aslında modern Türk devletinin kurucuları kendi içlerinde bastırmış olduğu o ötekilik halini bir anda karşılarında görüyorlar. Üstelik de bu öteki, karşısına alternatif bir dil olarak çıkıyor. Bütün bu İslam, Kürtlük, Ermeni meseleleri o büyük kurgunun en temel köşe taşları ve bunların herhangi birinde alternatif bir dil, bu kurgu açısından ciddi tehlike oluşturuyor.
Cumhurbaşkanlığı da bu kurgunun en yoğunlaştığı yer. Her anlamda devletin zirvesi; coğrafi olarak Çankaya tepesi, başkomutan, cumhurun başı vs. Her şey yüksekte yani. Ancak öyle bir cumhurbaşkanı geliyor ki, onun tarihi hiç de o sizin öngörmüş olduğunuz temsillere uygun bir tarih değil. Bugün bu sistemin içine girmiş ve sistemin içinden konuşuyor; ancak eşi hâlâ o sistemin temsillerine uymuyor. Bu, devletin kurucu temsilleri açısından, travmatik bir durum. Toplumsal düzeyde baktığınızda ise devletle toplumun o kadar ayrı şeyler olmadığını görüyorsunuz. O toplumsal kesimler bizzat devlet gibi kendi içinde bazı şeyleri bastırarak birtakım süreçler yaşamış, kurucu temsiller açısından utanılacak şeylerini adeta üzerinden atmış. Mesela ben lisedeyken annemin başörtülü olmasından utanırdım. Onun diploma törenine gelmesini istememiştim; çünkü arkadaşlarıma karşı mahcup olacaktım. Bunun gibi dünya kadar hikaye var. Hepimiz kendimizden utanıyoruz. İslamcılık içinde bile bu var. Neticede burjuvalaşmanın başlamasıyla birlikte örneğin daha kaliteli sitelere yerleşenler, öteki mahallelerdeki insanlara daha farklı gözle bakmaya başlıyorlar. Çünkü medenileşmek projesi, yani o ideal modern insan temsiline uymak, zaten bizzat utandırma üzerine kurulu olan bir süreç. Utandıracaksınız ki ötekiler de kendilerini size benzetmeye çalışacaklar. Utandıracaksınız ki, başörtüsünü atacak; dilini, lehçesini düzeltecek. Dolayısıyla Abdullah Gül ve eşi, bütün mütevazılıklarıyla, ötekileştirilen bir toplumsal hikayeyi taşıyor oraya. Sistemin unutmak istedikleri, bir anda karşısına çıkıyor. Bununla baş edebilmesi için ise ciddi bir oto-tedavi sürecinden geçmesi gerekiyor.
Türk toplumunda bahsettiğiniz o aşağılanmadan gelen yoğun bir incinmişlik ve ötelenmişlik duygusu var. Bu duyguyla cumhurbaşkanlığı seçimi arasında bağ kurmak da mümkün mü sizce? Seçim öncesinde Abdullah Gül’e karşı yoğun bir propagandanın yapılması, bu kadar heterojen bir kitleyi AK Parti etrafında bir araya getirmiş olabilir mi?
Evet, o incinmişlik metaforu bence çok önemli. Abdullah Gül başbakan olduğunda Kayseri’de baba evine gidip anne-babasının elini öpmüştü. Ev hakikaten süper mütevazı bir evdi. Benim çocukluğumun evi gibiydi. Yani ben Türkiye ortalamasına göre öğretim üyesi olmuş, nispeten piramidin üstlerinde bir yere yerleşmişim. Ama biliyorum ki geçmişimde o görüntülerdekine benzer bir hikaye var. Toplumun önemli kesimi böyle mütevazı bir hayat yaşıyor ve Abdullah Gül tam da böyle bir özdeşleştirmeyi sağlayabilecek bir insan. Tabii ki Gül, aynı zamanda Türkiye’yi AB sürecinde Brüksel’de inanılmaz bir şekilde temsil eden, Kıbrıs meselesindeki tavırlarıyla Rum Kesimi’nin bütün o bağnazlıkları karşısında Kıbrıslı Türklerin açık toplumcu bir düşünceye çok daha yakın olduğunu gösteren bir dışişleri bakanı oldu. Türkiye’de böyle başarılı bir siyasetçiyle karşılaşmak çok da kolay değil. Üstelik AK Parti içinde bütün ilişkilerinde en mütevazı kişilerden biri. Hiçbir zaman sesini yükseltmemiştir mesela, bağırıp çağırmamıştır.
Biz zaten sıradan hayatımızda esas olarak mütevazı değil miyiz? Dolayısıyla ben bu insanla özdeşleştiriyorum kendimi. Sembolleri araçsallaştırarak savaşan birileri, bu insana eşinin başörtüsü yahut geçmişte verdiği demeçler gibi üzerinde konuşmaya bile değmeyecek şeyler nedeniyle saldırıyorlar. Dolayısıyla bu hikayeyle özdeşlik kuran insanlar, aslında kendilerine hakaret edilmiş gibi hissediyorlar. O zaman “Evet, ben Abdullah Gül için oy veririm”e gidiyor olay.
Abdullah Gül’le ilgili tartışmaların bilhassa eşi Hayrunnisa Gül’ün başörtüsü üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz. Bütün bu tartışmalar, aslında biraz da kadınlar üzerinden yapılan bir tür erkekler arası sembolik iktidar mücadelesinin göstergesi olarak okunabilir mi? Çankaya’nın yukarıda olmasından tutun da Hayrunnisa Gül’ün başörtüsüne kadar aslında bütün bu semboller, bizi siyasetin kapı dışı edildiği bir noktaya mı götürüyor?
Türk modernleşmesinin kendisini en rahat gösterebildiği, egemenliğini tesis edebildiği yerlerden biri aslında kadın bedeni. Atatürk’ün ya da ilk Cumhuriyet seçkinlerinin pratiklerine baktığınız zaman modernleşmek adına kadınların başörtülerinin çıkarıldığını görüyoruz. Devlet, kadın vasıtasıyla topluma modernleştiğini gösteriyor bir bakıma. Dolayısıyla kadın aslında siyasileştiriliyor. Eğer kadın vasıtasıyla siyaset yapılıyorsa muhalefetin de kadın üzerinden olması çok normal. O zaman kadınlar da başörtüsü haklarını talep ediyor ve yine bir bakıma kendi bedenleri üzerinden siyaset yapıyorlar. Çünkü zaten kendi bedenleri bir araç olmuş burada. Ne yapabilirler ki? Yokmuş gibi mi davranacaklar? Kadın bizatihi sembolik bir şeye dönüşüyor dolayısıyla. O yüzden kadınlar arasındaki kavgalar çok daha radikal gerçekleşiyor. Yani gündelik hayatta, örneğin başörtülü kadınlara karşı tepkiler çok daha bariz; çünkü kadın söz konusu olduğunda farklılık çok daha fazla görünür oluyor. Dolayısıyla kadınlar, aslında kadın olarak iş ve okul hayatında yahut aile içinde yaşamış olduğu bir sürü eşitsizliği konuşmak yerine, başka bir dilin içinde hapsolmaya ve tam da o sembolik düzeyde kavga etmeye başlıyorlar. Bu tür sembolik savaşlar nedeniyle biz zaten bir tür kurgu olan kimliklerimizin içinden konuşmaya başlıyoruz. Kimlikler bütün hikayemizi anlatır diye düşünüyoruz; ama anlatmıyor aslında. Kimlikler bedenimizin, zihnimizin, hayat pratiklerimizin sadece bir parçasını oluşturuyor. Güneydoğu’da köylü olmanın zorluklarını ancak Türk/Kürt gerilimiyle ifade edebiliyoruz örneğin. Bu durumda benim gerçek gündelik hayatım görünmez oluyor. Halbuki siyaset tam da bunun görünür ve konuşulabilir olmasıdır. Buradan seçimler meselesine gelirsek, otoriter modernleşmenin bütün o uzantıları, aktörleri, tezahürleri olan sembollerle mücadeleden, sembolik savaşlardan çıkmanın yolunu aslında bu son seçimler galiba gösterdi. Zira AK Parti’ye sadece mütedeyyin kesimler oy vermedi. AK Parti her kesimden insanların oy verdiği karmaşık bir koalisyon oluşturdu adeta. Bu koalisyonun tam da o bahsettiğimiz sembollerin tahakkümünden kurtulma yönünde bir kapı açtığını söylemek mümkün.
AK Parti hükümeti, bilhassa neo-liberal politikaları itibariyle değerlendirdiğimizde muhalefetsiz bir iktidar gibi görünüyor. Siz yazılarınızda özellikle yeni bir sol siyasete ihtiyaç olduğunu sürekli dile getiriyorsunuz. Böyle bir imkan görüyor musunuz şu an siyasetin önünde? CHP’nin kendini revize etmesi gerektiği yönünde tartışmalar var. Sizce CHP yeni bir dil üretme imkanına sahip bir parti mi?
CHP’den böyle bir dilin üremesi bana imkansız gibi gözüküyor; ama tabii bilemeyiz. CHP içinde de dengeler değişebilir. Ancak bunun için öncelikle CHP’nin dışında bir çekim merkezi oluşması gerekiyor.
AK Parti şu anda bu karmaşıklığıyla, koalisyon haliyle çok fazla şeyi aynı anda anlatıyor. Ancak bu kitlenin içindeki insanların kendi dertlerini her zaman bu liberal dilin içerisinde aktarabilmeleri çok da mümkün gözükmüyor. Çünkü şu anda AK Parti’nin temsil ettiği liberal ekonomik dil, sınıfsal adaleti çok fazla göz önüne alan bir dil değil. Peki sınıfsal adaleti isteyen insanlar ne yapacaklar? Ayrıca AK Parti’nin bütün o ilerici, dönüştürücü özellikleri bu liberal söylemler vasıtasıyla gerçekten muhafazakâr bir dile dönüşebilir. Yani iktidarın dili olabilir AK Parti. Hele bir de devletin müdahalelerini aşabilirse, kendi başına bir iktidar söylemi kurup, muhafazakârlaşmasına tanık olabiliriz. AK Parti bugün hâlâ bir tür muhalefeti de kendi içinde taşıyor. Ancak muhalif özelliklerini kaybettiği zaman, işte orada sosyal adaleti anlayacak sol içeriğe sahip bir dil gerekecek. Ancak bu sol hareketin de öncelikle kendisini devletçi çizgiden ayrıştırması lazım. Bu yeni sol hareketin toplumu eğitilmesi gereken bir şey olarak görmeyip, meselelere toplum zaviyesinden bakabilmesi, onun dertlerini hissedebilmesi gerekiyor. Kastettiğim, öğreten değil, aynı zamanda öğrenen, daha mütevazı bir sol. Kendisini daha geleneksel yollarla ifade etmesi ve topluma yakın olması, bunun için de başta bahsettiğimiz o kendi içindekine karşı utanç duygusunu aşması gerekiyor. Dolayısıyla Müslümanlık denen şeyin de bu solun içinde zaten yer alması gerekiyor. Burada topluma saygı adına göstermelik bir tavrı değil, daha içselleştirilmiş bir tavrı kastediyorum. “Rasyonel olan bilim Tanrı’nın olmadığını gösteriyor” demekten vazgeçip, kendisinin bilimsel yoluyla ötekisinin dindar yolunun en azından demokrasi açısından eşit yollar olduğunu görebilecek bir zihniyet gerekiyor.
Seçim öncesinde TSK tarafından etkileri halen devam eden bir muhtıra yayımlandı. Gündemimizde sürekli doğal sürece müdahale etmesi beklenen bir güç odağı var. Ordu gibi doğası gereği militarist bir yapının dışında toplumda da militer bir dilin hâkim olduğunu görüyoruz. Sıkıştığında empatiyi sürekli devletle kuran bir toplum var. Yeni dönemde bu dilin şu anda siyasetin gerçek taşıyıcısı haline gelen AK Parti eliyle aşılması mümkün olur mu?
Bu tür militarizm ve milliyetçilik gibi söylemler aslında daha çok konjonktürle belirlenen şeyler. Yani eğer ortalıkta başka bir dil kalmadıysa ve kendinizi anlatmanızın en garanti yolu buysa, bu dilin içine giriyorsunuz. Çünkü atmosfer, soluduğunuz hava bu. Atmosfer değiştiği zaman zaten insanlar da o dili konuşmaktan vazgeçiyorlar ve başka diller ortaya çıkıyor. AK Parti’nin bu militarist dile karşı ille de bir şey yapması gerekmiyor. Aslında sadece kendi dilinden konuşması gerekiyor belki de. Bu karmaşıklık halinin siyasallaşmasını mümkün kılacak bir yol izlerse, zaten başka dillere gerek kalmayacak.
Kendimizi anlatmak için bu dilin dışına çıktığımızda Kürt milliyetçiliğinin şiddeti, ötekinin şiddeti olarak Türk milliyetçiliğinin şiddetini besleyen bir durum olmaktan çıkacak. Bunlar tabii ki karşılıklı olacak şeyler. Sadece birisinin bu dilin dışına çıkmasıyla olmaz. Böylelikle kutuplaşmanın iki dili arasındaki ara alan genişler. Özellikle kriz anlarında, semboller daha konuşulur hale gelir ve bu ara alan kaybolur. Kutuplaşmayı zayıflatan bir AK Parti dili, bu ara alanın açılmasını sağlayacaktır. O ara alan genişlediği zaman insanlar da milliyetçi dile savrulmaktan kurtulacaklardır.
Milliyetçilik konusuna gelmişken, siz iddia edilenin aksine kitabınızda (Milletin Bölünmez Bütünlüğü: Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilikler) milliyetçiliğin yükselmediğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Milliyetçilik yükselmiyorsa eğer toplumda giderek arttığını gördüğümüz militer tutumu nasıl açıklamak gerekir?
Ulus-devletin yaşamış olduğu güvensizlik hali bireylere de yansıyor ve dolayısıyla ben kendimi güvensizlik içinde hissediyorum. Belki tam da bu güvensizlik halinden ötürü ulus-devlet bütün sembolleriyle birlikte bu kadar görünür oluyor. Bu semboller meşruiyetini kaybettikçe daha fazla vurgulanmaya başlanıyor. Örneğin Türk bayrağının hepimiz için anlamı var. Ama Türk bayrağı giderek büyümeye, dev direklere çıkmaya başladıysa, belli ki o gözetleme kulelerinde artık bir zayıflama var demektir. Çünkü toplumun sembolleri kabullenişi azaldıkça, sistem de onu daha fazla öne çıkarmaya başlıyor. Dolayısıyla milliyetçiliğin yükseldiği iddiasıyla kastedilen şey aslen bu güvensizlik hali ve korku dilinin yükselişidir. Biz de o hâkim dile adapte oluyoruz. Doğrusu eğer bu korku, devlet ve siyaset düzeyinde aşılabilirse, bireyler de bu dili aşacaktır.
O halde milliyetçiliğin kendisi de, aslında bu konuşmanın başında da bahsettiğiniz gibi, bir tür sembol haline mi geliyor? Yani modern toplumlardaki güvensizliği ve sayısız karmaşayı anlatamayan bir kelime haline mi dönüyor aslında?
Biz toplumda yaşayan bir birey olarak kendimizi en çok ne zaman güvende hissederiz? Hiçbir şey değişmediğinde, referanslarımız aynı olduğunda, ha bire yeni birtakım girdilerle kendimizi düşünmek zorunda kalmayız. Çocukla annesi arasındaki ilişkide, çocuk hep annesini görürse, ondan süt emerse ve onu beslediğini bilirse, baba ona şefkat gösterirse vs. o aile havasında çocuk kendini güvende hisseder. Ama bunun tersi olmaya başlarsa güven duygusu ortadan kalkar.
Köyün sadeliğinde değil, kentin karmaşıklığında yaşıyoruz biz artık. Yaşadığımız kent, gecekondumuzu polisin yıkma korkusu, şiddet olayları, kapkaçlar, çocuğumuzu nasıl okutacağımız, parayı nasıl kazanacağımız gibi bir sürü endişe belirliyor hayatımızı. Dolayısıyla bu sürekli güvensizliklerle dolu hayatla baş etmenin yollarını arıyoruz, bunlara karşı inanılmaz çabalarla hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Hayatta kalma mücadelesi vermenin dünya kadar yolu var. Hırsızlık yapabilirim, gecemi gündüzüme katarak çok çalışabilirim, birilerinden yardım toplamaya çalışırım ya da cemaat örgütlenmesine giderim. Her şeyi ‘bizimkiler’le beraber yapmaya çalışırım. “Biz Türkler”, “Biz Erzurumlular” aynı mahalleye yerleşip, dertlerimize birbirimize cemaat dayanışması göstererek deva bulabiliriz. Bunlar hayatta varolabilme yollarıdır. Yani stratejinin içinde yaşama taktikleridir. Bazen hiçbir şey demeden boyun eğip geçersiniz, içinize atarsınız, isyanınızı içinizde büyütürsünüz. Haksızlık karşısında örneğin “bir gün bir hesap sorarım” dersiniz.
Aslında bütün bu yaşamış olduğumuz karmaşadan kaynaklanan korkular, sembolik anlatımını milliyetçilik içinde buluyor. Milliyetçilik tüm korkularını; gündelik hayat korkusunu, bölünme korkusunu, vatan-millet elden gidiyor korkusunu vs. derleyip toparlayan çok güçlü bir dil olarak karşına çıkıyor. Bu dili birtakım sol örgütler de kullanıyor aslında. Yani şiddet sadece sağ milliyetçi kesimden gelmiyor. Şiddetin dili o kadar güçlü ki, bu gücün karşısında onu benimsemekten başka çareniz kalmıyor. Halbuki şiddet benim derdim değil aslında. “Ben çocuğumun okumasını istiyorum.” Bu cümlenin içinde şiddet yok. Ama çocuğumu okula kaydettirmeye gittiğimde rüşvet istendiği zaman başka şeyler aklıma gelmeye başlıyor. Okul müdürü rüşvet isterken nasıl ‘hırsız’sa, vatanı bölenler de hırsızlarla eklemleniveriyor bir anda. Ben o anda zihnimde okul yönetimiyle ülke yönetimini özdeşleştiriyorum.
Siz yine bu çalışmanızda Türkiye’de milliyetçiliğin birleştirici değil, parçalayıcı olduğundan bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Her kentte örneğin Çorum’da, Tekirdağ’da, Hakkari’de oraya özgü sorunlar yaşanıyor. Buralarda yaşayan insanlar, tüm bu mevcut ‘bölenler’, ‘parçalayanlar’ söylemine karşı bir bütün olmak durumunda hissediyor kendisini. Dolayısıyla Çorum’da yaşayanlar da bu dili kendi kentlerine uyarlıyor. Örneğin, “Biz Çorumluları bölmeye çalışanlar var”, “Dışarıdan içeriye giren hainler var” dilini kullanmaya başlıyorlar. Dolayısıyla Çorum Amasya’dan, Tekirdağ Kırklareli’nden kopuyor. Hatta aynı şehir içindeki farklı gruplar birbirinden kopuyor. Bu, güvensizlik durumunun en alt düzeyi aslında. Bu dilin en üst düzeyi ise ırkçılık. Irkçılık kavramından sadece bir ırka düşmanlığı anlamamalıyız. Mesela başörtüsüne karşı ırkçılık da olabilir. Yani ırkçılık illaki bir ırka karşı duyulan bir nefret şeklinde değil, ‘öteki’ni ırklaştırarak hatta ona bir öz atfederek yapılıyor. Çorumlunun Kürt’ten öz itibariyle çok da bir farkı yok. Her ikisi de, bu topraklarda beraber yaşamış insanlar. Ama bu bahsettiğimiz dil yerleştiğinde Kürtler de Çorumlular da farklı bir öze sahip insanlar haline geliyor. Dolayısıyla ‘öz’ lafına girdiğiniz andan itibaren ırkçılık söz konusu oluyor galiba. Halaçoğlu’nun açıklaması da buna benzer bir şeydi.
Seçimlerle birlikte DTP de bağımsız milletvekilleri aracılığıyla Meclis’e grup oluşturacak bir çoğunlukla girdi. DTP kendisini silahsız yani bahsettiğimiz o dilin dışına çıkarak ifade etme şansına sahip olan; ama aynı zamanda bir tür kimlik siyasetini de ifade eden bir parti. Sizce Meclis’e girmiş bir DTP ve Güneydoğu’daki oy oranı %50’yi aşan AK Parti, Kürt meselesinde yeni bir açılım getirebilirler mi?
Bir defa DTP’nin Meclis’e girmesi bence inanılmaz olumlu bir potansiyel taşıyor. En başta toplum adam yerine konmak istiyor demiştik. Bu durum en azından bir kesime aracılık yapacak, ona kendisini ifade etme olanağı tanıyacak. Yani bu insanlar “Ben birilerine oy veriyorum ama bir türlü onları piramidin tepesinde göremiyorum” diye düşünmeyecek. Güneydoğu’da yaşayan bir Kürt, orada temsil edildiğini görecek. Bu, psikolojik olarak bir rahatlamayı sağlayacaktır öncelikle. Ancak bu rahatlamanın dışında başka meseleler de var tabii ki. Neticede DTP, çok da öyle bağımsız bir örgüt değil, PKK ile tam olarak üst üste örtüşmese de birbirlerine değen, tekabül eden şeyler var arada. Bunu da gözden kaçırmamak lazım. Muhtemelen bu örgüt, karar alma mekanizmalarında etkin olmaya çalışacak ve dolayısıyla da DTP’li milletvekilleri çok rahat bir dönem geçirmeyecekler. Sürekli bir gerilim yaşayacaklar. DTP, bu gerilimi aşabildiği oranda sivil siyasete katkı sağlayabilecektir. Kimlik siyaseti meselesinde haklısınız tabii. Kimlik diye sembolleşen şey aslında içinde bir sürü boyut taşıyor; ama siz bunu siyaset etme biçimine dönüştürdüğünüzde o boyutları görünmez kılıp sadece tek bir boyuttan konuşmaya başlıyorsunuz. Kimlik siyaseti, tarihî süreçte ulus-devletin ve modern seküler milliyetçiliğin izlemiş olduğu tek bir tornadan çıkan bireyler stratejisine karşı bir tür muhalif ve demokratik pozisyon alma olanağı da sağladı aslında. Yani farklılığın altını çizerek eşitlik söylemi geliştirdi. Kimlik siyaseti farklılıklara saygı gösterilmesi talebinin muhalefette temsilcisi oldu. Ama bu siyasetin şöyle bir handikabı da var. Sen kendi kimliğin ve kültürünle muhalefet ederken, yani dolayısıyla demokratik bir mücadele verirken, bir yandan da kendi içine kapanıyorsun. O zaman da bireyler kendi cemaatine kapanan insanlar haline geliyor. Bu durumda bu potansiyel ilerici ve demokratik pozisyon, madalyonun diğer tarafına bakıldığında kendi içinde totaliterleşen başka bir otoriter yapıyı da meydana getiriyor. O halde şöyle düşünmek lazım. Kimlikler evet anlamlıdır; ama abartmanın âlemi yok. Ya da en azından buna bir mesafeyle bakabilmek gerekiyor. “Kimlik hâlâ benim için anlamlı, ben bunun vasıtasıyla kendimi anlatıyorum. Ama bunu mutlaklaştıramam. Kimlik, göreli bir şeydir” diyebilmek lazım.
Baskın Oran’ın ‘seçilememesi’ bu kimlik siyasetinin bir sonucuydu diyebilir miyiz o zaman?
Evet, orada muhtemelen Baskın Oran kendisinin DTP ile mesafeli olduğunu söyledi. O zaman karşı taraf da “Biz de sana mesafe koyuyoruz” dedi ve dolayısıyla iki ayrı dil konuşmaya başlandı o noktada. Mikro düzeyde bir tür kimlik siyaseti girmiş oldu araya. Kimlikler çok kültürcülük vasıtasıyla geldi, cemaatler buna karşı bir direnç gösterdiler; ama galiba artık yeni bir aşamadayız. Yeni bir siyaset dili gerekiyor bize. Kimlikler saf ve homojen değil zaten. Kimlikler bir kurgu. Biz daha kültürler arası bir şeyiz aslında. Aynı anda bir sürü şeyiz. Dolayısıyla kimlik siyaseti bize yetmiyor artık.
Paylaş
Tavsiye Et