BAĞINDA bahçesinde ürün yetiştirenlerin yakından tanıdığı bir beladır ayrık otu. Arsız tabiatıyla, diğer bütün bitkilerin ihtiyacı olan suyu ve besini topraktan (ç)alarak büyür. Yanında, yöresinde bulunan bütün bitkiler ne doğru dürüst besin, ne de yeterli ölçüde su alabilir. Siz bu duruma hayıflanarak toprağa su ve gübre verdikçe ayrık otları müthiş bir hızla çoğalarak bütün sathı kaplar ve verdiklerinizi de sonuna kadar emer. Ayrık otu için çizdiğimiz bu canavar tablosuna atacağımız son fırça darbesi ise onun bütün görünümünü değiştirir. Ayrık otu yapıp-ettiklerinde bir bilinç ve kasıttan uzaktır.
Esasen toplumlarda yolsuzluk yapanların karakteri ayrık otunun karakterinden pek farklı değildir. Yolsuzluk, şeffaf olmayan ve düzgün işlemeyen devlet mekanizması zemininde yeşerir. Gıdasını, başkalarının hakkını gasp etmeyi makul görecek kadar muhteris ve ahlaken zayıf idarecilerden alır. Ayrık otu rahatsızlık verir, ortalığı sarar ama bitki olduğu için masumdur. Bu karakterdeki insanlar ise suçlu... Milletin büyümesi için gerekli olan maddi kaynakları sömüren bireyler, yolsuzluk yaparken kullandıkları yöntemlerle ve bizatihi yolsuzluk yapmakla toplum değerlerini de yozlaştırırlar.
“Teşbihte hata olmaz” diyerek yaptığımız bu girişten sonra “yolsuzluk nedir?”den başlayarak temel birkaç soruyu cevaplayalım.
Yolsuzluk kavramı, evrensel olarak bildiğimiz insan hakları, demokrasi kavramları kadar evrensel; üstüne üstlük bunlardan çok daha eski bir geçmişe sahiptir. O, her coğrafyanın ve zamanın kendine has özellikleriyle ortaya çıkar. Hititlerden Ortaçağ Avrupa’sına, Osmanlı’dan Amerika’ya kadar zamanının en güçlü devletlerinde bile önemli bir toplumsal sorun olarak görülür. Zamana ve mekana göre çeşitli kılıklara giren bu kavramın tanımlanması da bu sebeple kolay değildir.
Ancak günümüzde en çok kabul gören tanıma göre yolsuzluk; kamu imkanlarının kişisel çıkar sağlamak amacıyla ve kamuyu zarara uğratacak şekilde kullanılmasıdır.
Bu tanım çerçevesinde rüşvet, görevi kötüye kullanma, adam kayırma gibi birçok suç yolsuzluk sınırları içine girebilir. Ancak bu eylemlerin yolsuzluk sayılmaksızın bir suç teşkil etmeleri de mümkündür. Örneğin; hakkı olan bir şeyi görevli kişinin zorluk çıkarması sebebiyle alamayan bir insan, hakkını almak üzere görevliye maddi çıkar sağlarsa, bu, rüşvet olarak isimlendirilebilir. Ancak kişi normalde sahip olamayacağı bir şeyi elde etmek üzere görevliye çıkar sağlarsa, bu, yolsuzluk tanımının kapsamına girer.
Türkiye Yolsuzluğun Neresinde?
Genel bir kaide olmamakla birlikte Türkiye’de ve dünyada büyük yolsuzlukların birkaç ayağı bulunuyor. İlk ayağı yolsuzluğu yapan, yani kamudan haksız çıkar sağlayan kişi(ler) oluşturuyor. Bu kişi veya kişiler bazen “iş” adamı, bazen de politikacı olabiliyor. İkinci ayak, yolsuzluğu yapana bu imkanı sağlayan ve işi denetlemekle yükümlü olan kamu görevlisi; üçüncü ayak ise, suç oluştuktan sonra suçluyu yakalamak ve yargılamakla yükümlü kişiler ya da bazen kamuoyunda yolsuzluk yapan kişinin imajını düzeltecek basın-yayın organları olabiliyor. Bu unsurların tamamının iyi tasarlanmış bir yolsuzluk olayında en temel aktörler olarak rol alabileceğini dünyadaki örnekleri sayesinde öğrendik.
Yolsuzluğun dünya çapında yayılmasıyla birlikte, yolsuzluk karşıtı örgütlerin sayısı da arttı. Uluslararası Şeffaflık (Transparency International) kurumu da bu örgütlerin önde gelenlerinden biri. Kurum, bir yandan yolsuzluğun sebepleri ve çözüm yolları ile ilgili çalışmalar yürütürken, diğer taraftan belirli aralıklarla ülkeler bazında şeffaflık araştırmaları yaparak bunları kamuoyuna duyurmakta. Sonuncusu 2002 yılında yayımlanan bu raporda 102 ülke en “şeffaf”tan en “kirlenmiş”e doğru sıralanıyor. Türkiye bu listede 64’üncü sıraya yerleşmiş durumda. Bu kurumun yolsuzluk kriterleri moda tabiriyle “la yus’el” olmasa da, yayımlanan raporların bir gerçeğin altını çizdiğine kimse karşı çıkamaz. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de kamuoyunun bilgisine sunulan yolsuzluklar da, bu tespitin bir sağlamasıdır. Yayımlanan raporlar ve kamuoyuna yansıyan haberler bize şunu haykırıyor: “Türkiye boğazına kadar yolsuzluk batağının içinde…”
Türkiye’de yolsuzlukların artışı ile ekonomik liberalleşme arasında irtibat kuranlar çoktur. Ekonomide liberalleşmenin kademeli olması gerektiğini savunanlar, Türkiye’de birden yükselen yolsuzluk dalgasını bu hızlı geçişe bağlarlar. Bugün Türkiye bir liberalleşme sürecini yaşamış ve elinde birtakım artılar ve eksiler kalmıştır. Şimdi bu süreç sonunda elde kalan eksilerin bir kısmını hep beraber hatırlayalım.
Kimler Geldi Kimler Geçti…
1980’lere döndüğümüzde kuşkusuz hatırlamamız gereken ilk isim Yahya Demirel olacaktır. Her ne kadar Y. Demirel’in meşhur hayali ihracat yolsuzluğu 1976 yılına dayansa da yakalanması ve cezaya çarptırılması 1980 sonrasında olmuştur. Olay özetle şöyledir: Bakanlar Kurulu 1973 yılında orman ürünlerinin ihracatını teşvik etmek üzere bir karar çıkarır. Bu karara göre ihracatçı, ihraç ettiği mal değerinin %25’i kadar vergi iadesi ve %50’si kadar da Orman Bakanlığı’ndan iade alacaktır. Yani toplamda ihracatçı ihraç ettiği mal değerinin %75’ini geri alacaktır. Kayıtlara göre Yahya Demirel farklı zamanlarda İtalya, Kıbrıs ve Libya’ya “demonte ceviz kaplama birinci sınıf yatak ve yemek odası takımı” ihraç etmiş ve 1976 rakamlarına göre ihraç değerinin %75’i olan 20 milyon lira vergi iadesini almıştı. Buraya kadar her şey normal gözüküyor. Ancak gönderilen malın belirtilen niteliklere uygun mobilya değil de “sunta” olduğu anlaşılınca Yahya Demirel’in foyası ortaya çıktı. Bundan sonra uzun süren bir kaçış macerası başladı. Demirel 1976’da tutuklandı. Akabinde 1978’de İsviçre’ye kaçtı. 1984’te yurda dönerek tutuklandı ve 1986’da tahliye oldu.
Bu olaydan sonra 1988’de Yahya Demirel’in sahte teminat mektubu ile Şekerbank’ı 20 milyon dolar dolandırmak ve arandığı bir dönemde Kıbrıs’ta kurduğu banka için Sümerbank’tan mevduat aktarmak gibi bir takım diğer faaliyetleri de siciline eklendi. Kısa süreli hapse giriş çıkışlarını saymazsak Yahya Demirel kayda değer bir ceza almadı.
Yetmişlerden seksenlere miras kalan bir başka dosya ise; Ecevit’in 1977’de 11 bağımsız milletvekiline, kuracağı hükümete destek karşılığında bakanlık önerdiği ve pazarlıklar belediyeye ait Güneş Moteli’nde yapıldığı için Güneş Motel Olayı diye anılan görüşmeler neticesinde bakan olan Tuncay Mataracı, Şerafettin Elçi ve İsmail Özdağlar’ın yargılanmasıdır. Üç bakandan Mataracı, 1982 yılında sonuçlanan davasında, rüşvet almak suçundan 36 yıl hapis ve 787 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Elçi ise rüşvetin yanı sıra görevini kötüye kullanma suçundan da yargılandı. Bu dava 1983 yılında nihayete erdiğinde Elçi, görevini kötüye kullanmaktan 2 yıl 4 ay hapis cezası aldı. Özdağlar ise 1985 yılında aynı suçtan 2 yıl hapis ve 30 bin lira ağır para cezasına çarptırıldı.
Tabii ki 1980’lerin kendine has yolsuzlukları da vardır. Bunların arasında Kemal Horzum olayı öne çıkar. Aslında Horzum olayı, kendisinden sonra cereyan eden Şekerbank yolsuzluğu ile benzerliği bakımından ilginçtir. Horzum’un şirketleri yabancı bankalardan kredi istemiş ve kefil olarak da Emlak Bankası (Kızılay Şubesi) gösterilmişti. Yabancı banka kefaleti teyit etmek için Emlak Bankası’yla irtibat kurdu. Bu aşamada yolsuzluğun ikinci ayağı olan ve Horzum’la işbirliği yapan banka müdürü gizli şifreyle onay yanıtı gönderdi. Yabancı banka krediyi verdi; ama Emlak Bankası merkezinin bundan haberi yoktu. Son etapta Horzum’un şirketleri ortadan kayboldu; yabancı banka ise vadesi gelince kefil olan bankanın kapısına dayandı. Emlak Bankası uluslararası prestij kaybına uğramamak için parayı bankaya ödemek zorunda kaldı. Bankanın bu işten zararı 80 milyon dolar olmuştu. 1985 yılında İsviçre’ye kaçan Horzum 3 yıl sonra Türkiye’ye iade edildi. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye oldu. Ancak 1989’da bir daha tutuklandı. Ocak 1990’da Horzum’a 12 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Bundan sadece birkaç yıl sonra, 1994’te Horzum tahliye oldu.
1993 senesi yolsuzluk kelimesinin bol telaffuz edildiği bir yıldı. “Otoyol Yolsuzluğu”, “İLKSAN Yolsuzluğu” “İSKİ Yolsuzluğu” bu senenin en popüler olmayı başaran olaylarıydı. Otoyol Yolsuzluğu olarak adlandırılan olayda Bayındırlık Eski Bakanları Safa Giray ile Cengiz Altınkaya ve daha sonra da, Danıştay’ın kararı üzerine, Karayolları Eski Genel Müdürü Atalay Coşkunoğlu “Otoyol ihaleleri sözleşmelerinde fiyat farkı ödenmeyeceği”ne ilişkin hüküm bulunmasına rağmen, müteahhit firmalara fiyat farkı ödedikleri ve böylelikle devleti zarara uğrattıkları iddiasıyla Ocak 1993’te Yüce Divan’a sevk edildiler. Yüce Divan’daki yargılama sonucu 1995’de Giray, Altınkaya ve Coşkunoğlu suçsuz bulundu. 1996 yılında Atalay Coşkunoğlu haksız servet edinmek, mal bildiriminde bulunmamak, rüşvet ve yolsuzlukla mücadele yasasına aykırı davranmak suçlarından dolayı yeniden yargı önüne çıktı. Coşkunoğlu bu sefer 3 yıl hapis ve on milyon lira para cezası aldı. 7 ay cezaevinde kaldıktan sonra Mart 1998’de tahliye edilen Coşkunoğlu, cezasının büyük bir bölümünü sağlık nedenlerinden dolayı hastanede geçirdi.
Süleyman Demirel’i sıkıntıya sokan ve Tercüman Gazetesi’nin sahibi Kemal Ilıcak’ın da ölümüne sebep olan İLKSAN, dönemin en büyük skandalı olarak kayıtlara geçti. AY-BA şirketinin sahibi Sedat Çolak, Pendik civarında 120 milyar liraya aldığı 6300 dönüm araziyi 346 milyar liraya İLKSAN’a satmıştı. Ekonomik sıkıntı çeken ve Demirel ile ilişkilerinin iyi olduğu söylenen Kemal Ilıcak’ın bu satışa aracılık ederek çıkar sağlayacağı ve böylece sıkıntıdan kurtulacağı yönündeki iddiaların sonu, Ilıcak’ın beyin kanamasından ölmesine kadar vardı. Olayın farklı bir boyutu ise Milli Eğitim Bakanlığı’nın, bakan yurtdışındayken arsanın alınması için İLKSAN’a 300 milyar liralık bir ödenek aktarımı yapmasıydı. Demirel bu arsanın alınması talimatını kendisinin verdiğini ve paranın da yine kendi emriyle ödendiğini söyledi. Siyasi literatürümüze “verdimse ben verdim” şeklinde giren sözün aslı da buraya dayanmaktadır. Özal’ın ani ölümünün gündemin ilk sırasına oturmasıyla perde arkasına itilen olayın mahkeme aşaması 4 yıl sürdü. Davanın sonunda İLKSAN Yönetim Kurulu Başkanı Büyükkaya 9 yıl 9 ay; Kemal Ilıcak’tan sonra Tercüman Gazetesi’nin başına geçen Çolak ise 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
1993 yazında İstanbullular musluklarından hava sesi dinlerken, suyun başını tutan Ergun Göknel’in cebini doldurmakla meşgul olduğu daha sonra anlaşıldı. Göknel’in hakkındaki rüşvet iddiaları eşine ödediği yüksek meblağlı boşanma tazminatı neticesinde ortaya çıktı. O zaman için 45 milyon lira maaş alan Göknel’in eşine 8 milyar lira tazminat ödediği ve sonrasında eşi Nurdan Erbuğ’un açıklamalarıyla Göknel’in muhtelif firmalardan yüksek miktarda rüşvet aldığı kamuoyuna yansıdı. Klor alımındaki yolsuzluk nedeniyle Göknel 8 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı ve ceza süresi dolmadan aftan yararlanarak Ağustos 1998’de tahliye oldu.
Göknel olayı bütün sıcaklığıyla devam ederken Türkiye Eylül 1994’te gözlerini başka bir olaya çevirdi: Emlak Bankası eski Genel Müdürü Engin Civan silahlı saldırıya uğrayarak yaralandı. Aradan birkaç gün geçmeden olayın aslı belli oldu. İşadamı Selim Edes, Engin Civan’a Emlak Bankası’ndan kredi almak üzere rüşvet vermiş; ancak ne krediyi alabilmiş, ne de verdiği para geri gelmişti. Bunun üzerine Edes, mafya dünyası ünlülerinden Alaattin Çakıcı ile anlaşarak Civan’ı vurdurmuştu. Olay ortaya çıkınca Civan 7 yıl 6 ay hapis cezası aldı; ama 550 gün hapiste yattı ve infaz yasasından faydalanarak tahliye oldu. Hapis cezası dışında kendisine verilen 62.5 milyar lira para cezasının ilk taksitini ödedikten sonra ABD’ye kaçtı. Geri kalan taksitleri ödemediği için hakkında yeniden tutuklama kararı çıkartılan Civan bunları ödeyerek ABD’de yaşamını sürdürmeye devam etti. Selim Edes ise 1 yıl 8 ay hapis ve 111 milyar lira para cezasına çarptırıldı. Hapis cezasını çeken Edes 1995’te tahliye oldu; ancak cezasının yanlış hesaplandığı ve 45 gün daha hapis yatması gerektiği, Edes ABD’ye gittikten sonra ortaya çıktı. Amerika’da para cezasının taksitlerini 1998 yılına kadar ödeyerek bitirdi. Hakkında farklı davalar bulunan Edes 2001 yılında şartlı salıverme yasasından yararlanmak üzere Türkiye’ye geldi ve 45 gününü bu şekilde sildirerek geri döndü.
Yolsuzluk cephesinde 1995 ve 1996 yıllarında işadamlarından çok, siyasilerin adları geçti. Çiller’in örtülü ödenekten Selçuk Parsadan adlı dolandırıcıya ödeme yapması bunların en akılda kalanı. Ancak Kasım 1996’daki Susurluk kazası, Türk yolsuzluk tarihinde bir dönüm noktası oldu. Susurluk’un önemi, yolsuzluk yapanlar için belki de çok sıradan olan siyaset-mafya-bürokrasi ilişkilerinin en açık şekliyle gün yüzüne çıkmasında yatıyordu. Susurluk mevzuu bu yazımızın çerçevesine sığdırılamayacak kadar geniş olduğu için bu konuyu irdelemeyi ileriye bırakıyoruz. Kazanın olduğu dönemlerde Refah Partisi, Tansu Çiller aleyhine meclis soruşturması isteminde bulundu. Bu soruşturma talebinin sebebi TEDAŞ’ın bazı ihalelerinde usulsüzlük ve yolsuzluk yapıldığının tespit edilmesine rağmen Tansu Çiller’in gerekli işlemleri yapmayarak ve ihalelerin belli firmalara verilmesini sağlayarak devleti zarara uğrattığı ve görevini kötüye kullandığı iddialarıydı. Hemen ardından yine Refah Partisi, TOFAŞ’taki devlete ait hissenin satış yolu ile özelleştirilmesi sırasında nüfuzunu kullanmak ve ihaleye fesat karıştırmak suretiyle devleti zarara uğratmaktan Çiller hakkında bir meclis soruşturma önergesi daha verdi. Siyasi hesaplar neticesinde Çiller, bu önergeleri veren Refah Partisi’nin oylarıyla Yüce Divan’a gitmekten kurtuldu. Ortaya atılan iddialara göre, bu yolsuzluklarla da devlet milyarlarca dolar zarara uğratılmıştı.
1997’de Gülay Aslıtürk, Şişli Belediye Başkanı iken zimmetine para geçirerek, belediye yetkilerini kötüye kullanmakla suçlandı. Bu yolla trilyonlarca lira gelir elde edip sonra Londra’ya kaçması uzunca bir süre konuşuldu. Aslıtürk Londra’da bir kere tutuklansa da kefaletle serbest bırakıldı. Bu yılların diğer bir yolsuzluk iddiası da, 1998’de TBMM salonunun yenilenmesi sırasında, dönemin Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’nin müteahhit firmalardan iki daire ve bir yazlık aldığıydı. İddialara göre Kalemli aldığı daireler ve yazlığa karşılık meclis salonunu yüksek fiyatla yapan firmaların haksız kazançlarına göz yummuştu. 1999’da çıkartılan af kapsamında Kalemli’nin yolsuzluk dosyası da tarihe gömülüyordu.
Bankacılık sektöründe 1998 sonunda başlayan ve hâlâ devam eden sorunlar esas itibarıyla başlangıçta tanımladığımız yolsuzluk kapsamına girmiyor. Söz konusu olaylar daha ziyade bankalar kanununun ihlali, görevi kötüye kullanma ve dolandırıcılık suçları kapsamında değerlendirilmelidir. Ancak bankaları batıran kişilere bankacılık lisanslarının verilmesi, kamu denetim görevlilerinin gerekli ihtimamı göstermemesi veya denetim raporlarında ortaya çıkarılan usulsüzlüklerin sümen altı edilmesi sonucunda bankaların TMSF kapsamına alınması, “banka yolsuzlukları” diye ayrı bir kategori oluşmasına neden oldu. Bankalar vergi mükelleflerinin sırtına 40 milyar doları bulan bir maliyet daha yükledi. İmar Bankası vakâsıyla son günlerde yeniden gündeme gelen “banka yolsuzlukları” ayrı bir inceleme konusu. Ülkemizdeki yolsuzlukların çokluğu bize hepsini birden inceleme imkanı tanımıyor. Ancak 2000’e kadar getirebildiğimiz bu sürecin devamı bir sonraki sayımızda yer alacak.
Yolsuzluk sadece bizim ülkemizin değil, bütün dünya devletlerinin sorunu. Bu sorunun az görüldüğü ülkeler, yönetimde şeffaflığın sağlandığı ve denetimin iyi yapıldığı yerler. Biz de şeffaflığı artırma, denetimi fazlalaştırma ve ahlaki değerlerin öncelenmesini sağlama yollarıyla bu musibetten kurtulabiliriz. Bunun için de gözünü budaktan sakınmayan güçlü ve dürüst bir siyasi irade ve daha önemlisi toplumsal bir duyarlılık gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et