Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2008) > Söyleşiyorum > Abdullah GÜL*: “Türkiye küresel barışın teminatıdır”
Söyleşiyorum
Abdullah GÜL*: “Türkiye küresel barışın teminatıdır”
*Dışişleri Bakanı
Söyleşi: Yalçın Çetinkaya
Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin bir tek büyük komşusu vardı: SSCB. Bugün Irak’ta ABD ile, Kıbrıs ve Trakya’da AB ile, kuzeyde ise Rusya ile yüz yüzeyiz. Bu üç küresel güç ile ortak çıkar ve anlayışa dayalı yeni bir dış politika vizyonu nasıl belirlenecek? Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Türkiye’nin dış politikasında yeni ufuklar çerçevesinde bir söyleşi gerçekleştirdik. Abdullah Gül, Türkiye’yi hâlâ geçmiş dönemin parametreleriyle anlamaya çalışmanın büyük bir yanılgı olduğunu belirtti. Dünyada, kaba güç kullanımının kimseye yarar sağlamadığı; bunun yerine meşruiyet, çok boyutlu ortaklık, dinamik diplomasi, şeffaflık ve hesap sorulabilirlik, iyi yönetişim kavramlarının öne çıktığı bir süreç yaşandığına dikkat çekti. Bu temel ilkeler yerleşirken uluslararası sistemin sarsıntılar geçirdiğini belirten Gül, Türkiye’nin geçici fırtınalardan kendini koruyacak yeteneğe ve birikime sahip olduğunun altını çizdi. Türkiye’nin siyasî zenginliği, insan kaynakları, ekonomik ve askerî büyüklüğü, stratejik ve coğrafî konumuyla dünyaya daha geniş bir açıdan bakması ve uluslararası gelişmeleri sadece riskler değil fakat aynı zamanda fırsatlar açısından da değerlendirmesi gerektiğine işaret eden Gül, küresel barışın ve istikrarın kaynağı olma potansiyeli taşıyan Türkiye’nin küresel hürriyet, eşitlik ve kardeşliği yaşatmanın da önünü açacağını söyledi.
 
1990’lı yıllara kadar Türkiye’nin dış politikası durağan bir görünüm arz ediyordu. Türkiye, bir süper güç olan SSCB’nin komşusu idi ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bu ülkenin Türkiye’den bazı taleplerde bulunmasının etkisiyle, Türkiye Batı kampında yer almıştı. Bugün ise Türkiye, üç küresel güçle komşu haline gelmiştir. Batımızda -tam üye olmak istediğimiz- AB ile, güneyimizde -Irak’ı işgal etmiş olan- ABD ile, kuzeyimizde ve doğumuzda SSCB’den boşalan yeri doldurmaya çalışan Rusya ile komşuyuz. Bu güçlerin hepsinin de -her ne kadar SSCB kadar açıkça ifade edilmese de- Türkiye’den talepleri ve beklentileri var. Uluslararası ilişkilerin bu dinamik ortamında Türkiye’nin dış politikası nasıl şekillenmeli, hangi temeller üzerine inşa edilmelidir?
Abdullah Gül: Sizin de belirttiğiniz gibi dış politikada yeni döneme girmiş bulunuyoruz. Türkiye, 1990’lı yıllar boyunca yaşadığı siyasî ve ekonomik istikrarsızlığın maliyetlerini ödemek zorunda kalmış, maruz kalınan yönetim zaafı çok değerli yılların kaybedilmesine yol açmıştır. İftiharla söyleyebilirim ki, bugün Türkiye’nin manzarası birkaç yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak ölçüde değişmiştir. Hükümetimiz yeni dönemin gerektirdiği dinamik dış politika anlayışı çerçevesinde büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Böylece geliştirdiğimiz yeni anlayış, dışişlerindeki çok değerli arkadaşlarımıza da yeni bir dinamizm ve güç kazandırmış, Türkiye bir üst lige yükselmiştir. Bu yeni dönemde çok taraflılığın, bölgesel işbirliği ve entegrasyon ile aynı zamanda küreselleşmenin, çağdaş demokrasi ve yönetişimin, uluslararası toplumun temel ilkeleri olarak belirlendiğini görüyoruz. Bu ilkelere uyum sağlayamayanlar marjinalleşiyor ve neticede de ağır bedeller ödemek durumunda kalıyor. Bu temel ilke ve unsurların bazen ihlal edildiği bir gerçek. Ancak ihlalin menfi sonuçları giderek katlanıyor, toplumları geriye götürüyor ve yıpratıyor. Dolayısıyla bizim dış politikamızda temel aldığımız üç unsur var. Bunları, küreselleşmenin getirdiği yeni ortama uygun, dinamik ve çok boyutlu bir dış politika; Türkiye’ye ilk planda bölgesel etkinlik kazandırmayı hedefleyen ama diğer bölgelerdeki durumumuzu da ihmal etmeyen kısa-orta-uzun vadelere göre yapılandırılmış stratejik planlama anlayışı; uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak çağdaş, şeffaf iyi bir yönetim oluşturmak şeklinde özetleyebiliriz.
Dış politikayı hâlâ eski dönemin parametreleriyle okumaya çalışanlar yeni durumu anlayamıyor ve hata yapıyor. Soğuk Savaş döneminin tek boyutlu politika anlayışı da, stratejik konumu pazarlayarak statükoyu muhafaza etme perspektifi de geçmişte kaldı. Bunlarla bugünün dünyasında ayakta kalmanız mümkün değil. Israr ederseniz bedel ödersiniz. Artık bağımlılık teorisi de, bağımsızlık teorisi de tek başlarına açıklayıcılıklarını kaybetti. Her şeyinizle bir tarafa bağlanarak tek boyutlu bir politika izleme konforu kalmadığı gibi, dünyayı yok sayarak kendi burnunuzun dikine gitme şansınız da söz konusu değil. Şimdi hakim olan görüş, karşılıklı bağımlılık içinde bütün tarafların kazançlı çıkacağı bir ortaklık sistemini kurmak. Kıbrıs sorununa yaklaşımımızda “kazan-kazan” dediğimiz yaklaşım bunun en güzel örneği.
 
Yeri gelmişken müsaadenizle Kıbrıs konusunu biraz açalım. Ciddi bir politika değişikliği oldu ve aslında büyük risk aldınız. Sonuçtan memnun musunuz? Kıbrıs konusunda Türkiye başarılı oldu mu?
Kıbrıs’ta gelinen nokta bir son değildir. Bir mesafe almış olabiliriz. Ama bu bir son değil, sadece bir başlangıcın sonu. Şimdi yeni bir durum var. Bu yeni durumu soğukkanlılıkla değerlendirmek ve stratejik planlama yapmak durumundayız. Kıbrıs meselesinde kat ettiğimiz mesafeye bakalım. Bu bizim AB ile ilişkilerimizde en ciddi sorunlardan biriydi. Bugün kazandığımız konuma bakarsanız; tam bir çözüm olmadı ama geçmiş yıllarla mukayese ettiğimizde Kıbrıs meselesinde inanılmaz bir üstünlük elde edildi. Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin bulunduğu noktayı geçmişle kıyaslayalım. Doğru veya yanlış; hep haksız görülen konumdaydık. Uluslararası hukuku ihlal etme iddiasıyla suçlanan, dünya tarafından tanınmayan, ambargo altında dünyadan dışlanan, davalarla sıkıştırılan bir konumdayken durumu lehimize çevirmeyi başardık. Bunun somut sonuçlarını kısa süreç içerisinde mutlaka göreceğiz. Üç ay önce; ‘tamam şu reformları yaparız ama nasıl olacak da bu büyük engel, Kıbrıs meselesi kalkacak’ sorusu hep aklımızın bir köşesindeydi. Çünkü Kıbrıs’ta çözüm bir ön şart olmasa da hepimiz siyasi realite olarak önümüzde engel olarak durduğunu görüyorduk. Üstelik AB’yi bir tarafa bırakın, dünyanın geldiği noktada mevcut konumumuzu sürdürmek, çözümsüzlüğü ilelebet devam ettirmek ve statükoyu korumak da mümkün değildi. Tam manasıyla köşeye sıkışmıştık. Yine hatırlanacağı üzere aynı dönemde Irak krizi dolayısıyla da üzerimizde büyük baskı vardı. Büyük bir memnuniyetle söyleyebilirim ki hükümetimiz ve dışişleri bürokrasimiz el ele, her biri çok zorlu bu iki büyük dış politika sınavından büyük bir başarıyla geçmiştir. Tabii bunda Kıbrıs Türk toplumunun ve değerli liderlerinin de büyük payı var. Sınırları açarak inisiyatifi ele geçirdik ve ondan sonra karşı tarafı sıkıştıran hep biz olduk. Gelinen noktada ise Kıbrıs, engel olmak bir tarafa, artı hanemize yazılan bir husus haline geldi. Burada muhataplarımızın en büyük yanılgısı Türkiye’yi hâlâ eski dönemlerin parametreleriyle değerlendirmeleri oldu. Ben Yunan meslektaşlarıma, Rum muhataplarıma, BM’ye şunu açıkça söyledim: “Bir hata yapıyorsunuz, Türkiye’yi geçen seneki Türkiye gibi düşünüyorsunuz.” Halbuki Türkiye eski Türkiye değil. Türkiye’deki karar mekanizmalarının eskiden olduğu gibi işleyeceğini zannetmeleri hataydı. Herkes, son anda yine Türkiye’nin başka yüzü gözükecek anlayışı içerisindeydi. Onun için samimi bir şekilde hepsini uyardım. Sonuçta böyle düşünenler yanıldıklarını anladılar. Açıkçası birinci tercihimiz her iki taraftan da ‘evet’ çıkması ve sorunun tamamen çözülmesiydi. Sonuçta ikinci en iyi sonuç çıktı. Biz bunda samimiyiz ve bu, samimiyetimizden kuşku duyanlara iyi bir ders oldu. Her iki tarafın kazancıyla sağlanan çözüm sürekli olur. İşte “kazan-kazan” anlayışı bu.
 
Türkiye’nin dış politikasına getirdiğiniz bu açılım, güç kullanımı konusundaki yaklaşımınız akademi dünyasında da büyük yankı uyandırdı. Türkiye’nin “Hobbes çizgisinden Kant çizgisine geçmesi” adeta bir politika devrimi olarak nitelendirildi. Bu değişimin temeli nedir?
Uluslararası sistem, demin saydığım temel ilkelerin yerleşmesi sürecinde sarsıntılar geçiriyor. Türkiye, uluslararası sistemdeki bozulma anlarından, geçici fırtınalardan kendini koruyacak yeteneğe ve birikime sahiptir. Türkiye’nin siyasî zenginliği, insan kaynakları, ekonomik ve askerî büyüklüğü, stratejik ve coğrafî konumuyla dünyaya daha geniş bir açıdan bakması ve uluslararası gelişmeleri sadece riskler değil; fakat aynı zamanda fırsatlar açısından da değerlendirmesi gerekir. Türkiye’nin nüfuzu salt siyasî, ekonomik ve askerî gücünün toplamından çok ileride. Artık Türkiye, bölgesine ve uluslararası sisteme sadece dar bir güvenlik penceresinden bakmıyor. Gerçi birden fazla bölgenin kesişme noktasında yer alan ülkemizin çevresinde çok sayıda sorun olduğunu biliyoruz. Ancak artık etrafımızın hasımlarla çevrili olduğu varsayımına dayanan çatışma psikolojisinden hızla çıkarak, çevremizle işbirliği ve diyalog ortamının kurucu aktörlüğünü benimsemek durumundayız. Türkiye için sadece reel politik dengeleri gözeten bekle-gör politikası devri kapandı. Bugün değerlere dayanan bir dış politika izliyoruz ve bu, böyle sürecek. Çok taraflılığın, bölgesel işbirliği ve entegrasyonun, çağdaş demokrasi ve yönetişimin savunucusu olmak zorundayız. Şeffaf, modern ve çevresinde olumlu değişiklikleri teşvik eden bir politikayla ülkemiz ve halkımız için daha iyi bir gelecek inşa edebileceğimize inanıyoruz. Bölge ve dünya ekonomisine katkı yeteneğimizin de var olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla hükümetimizin dış politikası, uzlaşma kültürünü yaşayan ve yayan bir içerik ve dinamizme sahiptir. Türkiye’nin dış politikası zorlamalara değil, ikna, teşvik, öncülük ve örnek olmaya dayalı bir çerçevede şekillendirilmektedir. Artık kaba güç (hard power) değil yumuşak güç (soft power) dönemindeyiz.
Geçmişte Türkiye’nin imajı hep şuydu: Türkiye’nin gücü vardır ve hemen gücünü gösterir. 1990’lı yıllarda dış politikamız diplomatik tabiriyle casus belli, yani savaş sebebi kavramına sıkışıp kalmıştı. Böyle bir imaj, böyle bir anlayış hakimdi. Ama son iki sene içerisinde yepyeni bir Türkiye imajı doğdu. Türkiye’nin o gücü yine vardır. O gücü ile daima onur duymakta ve artırmak için ne gerekiyorsa onu planlamaktadır. Ama ondan çok daha fazla, yumuşak gücünü kullanan bir ülke olarak ön plana çıkmıştır ki bu daha etkilidir. Türkiye güç kullanımı tehdidiyle değil; daha çok uluslararası hukukun normları, savunduğu değerler, ekonomik ve demografik gücü ve diplomatik dinamizmi ile saygın olmaya başlamıştır. Bunu benimsemiş durumdayız. Büyük bir ülkeyi idare ancak böyle bir özgüvenle gerçekleşir.
Çevremizde ve küresel planda barış ve istikrar eksik olduğunda bundan doğrudan olumsuz etkilenen halkımızın huzurunu ve ekmeğini, sınırlarımızın ötesindeki kavga ve gürültülere ipotek etmemek niyetindeyiz. Çatışmaların önlenmesi ve barışın inşasında Türkiye edilgen bir seyirci değil, aktif bir katkı sağlayıcı olmak durumunda. Bundan böyle istesek de sadece dengeyi gözeten, seyirci konumunda bir ülke olamayız. “Herkese hoş görüneyim de bana değmesinler” zihniyetinin ötesinde; inisiyatifler alan, ileriye dönük bazı hareketler yapan, evrensel değerleri savunan bir ülke olmak zorundayız ve oluyoruz. Bakın burada Rusya ile ilişkilerimizi örnek verebilirim.
 
Zaten sorumuzun bir kısmı da oydu.
Evet. Türkiye ile Rusya arasında geçmişin alışkanlıklarından kaynaklanan, geçmişten tevarüs edilen sorunlar, Avrasya’nın gerçek potansiyelinin hayata geçirilmesinin önünde de engel olarak durmaktadır. Avrasya Türkiye için bazı çevrelerin takdim ettiği gibi bir güç ve nüfuz mücadelesinin sahnesi değildir. Aksine bölgede güvenlik risklerinin giderilmesi ve istikrarlı bir gelişmenin koşullarının oluşturulması temel hedefimizdir. Bu uğraşın sonuç vermesi için de bölgesel işbirliğinin zaruri olduğuna inanıyoruz. Avrasya’da istikrar ve güvenlik risklerinin giderilmesinde ve bölgesel işbirliğine ivme kazandırılmasında Rusya Federasyonu’nu önemli bir ortak olarak görüyoruz. Rusya ile ilişkilerimizi aslında son gezimde Rusya Federasyonu Başkanı Putin en iyi biçimde ifade etti: “Çok boyutlu ortaklık.” Bunu bilinçli bir şekilde söylediğine inanıyorum. Özellikle Türkiye’nin iki sene içerisinde ortaya koyduğu bağımsız karar alma tavrı, Türkiye’deki demokrasinin tahmin edilemeyecek bir şekilde açık ve düzgün çalışması, Türkiye’ye inanılmaz bir saygınlık kazandırdı. Bunun en çok farkında olan ülkelerin başında Rusya geliyor. Dolayısıyla Rusya ile ortaklığın çok boyutlu bir şekilde geliştirilmesi Avrasya’nın istikrarında ve Avrasya’daki işbirliğinde çok önemli. Bu coğrafyada birlikte hareket etme alışkanlığı yerleşiyor. Rusya ile Avrasya eylem planı çerçevesinde gerçekleştirmekte olduğumuz istişareler, bu işbirliğine önemli katkı sağlıyor.
 
AB ile tam üyelik perspektifinde ilişkide bulunan, Büyük Orta Doğu Projesi bağlamında rol üstleneceği anlaşılan NATO’ya yarım yüzyıldır üye olan Türkiye’nin İslam dünyasındaki yeri ne olacak? Bu bağlamda Büyük Orta Doğu Projesi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
Karadeniz’den Akdeniz’e, Kafkaslardan Orta Doğu’ya uzanan bölgelerde olumlu değişimi desteklemeye mecburuz. Çünkü gerilim ve çatışma yerine, işbirliği ve refah üreten bir ortam yaratılmasına yardımcı olmamız gerektiğine inanıyoruz. Bu, Büyük Orta Doğu Projesi için de geçerli. Türkiye’nin bu konuda kendi doğrusunu söylemesi lazım. Yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığım anlayış içindeki Türkiye, bölgenin reforma ihtiyacı varsa bunu kendi adına ve bölge içinden konuşarak dile getirmeli. ABD’nin projesinin bir parçası olarak değil, AB’nin uzantısı olarak değil, bu bölgenin coğrafyasına en derin şekilde sahip çıkan bir mirasın temsilcileri olarak konuşmalıyız ve ‘evet, bugün bölgenin çok ciddi reforma ihtiyacı var’ diyebilmeliyiz. İslam dünyası, dünyanın en derin ve köklü siyaset birikimine sahip ama siyasal meşruiyet sorunu var. Dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahip ama dünyanın ilk on ekonomisine giren bir İslam ülkesi olmadığı gibi ülkelerin kendi içinde de tabana yayılmış bir ekonomik refah yok. Yine coğrafyamız tarihin en eski ve zengin kültürel mirasına sahip ama hem kendi içindeki kültür uyumu, hem de evrensel kültüre katkı anlamında başarısızız. Yenilenmiş bir vizyonla hareket etmeliyiz. Bu vizyon iyi yönetişimin, saydamlığın ve hesap sorulabilirliğin hüküm süreceği, temel haklar ve özgürlüklerle kadın-erkek eşitliğinin üstün tutulacağı bir değerler temeline dayanmak zorunda. Siyasal katılımcılığı artırmalı ve desteklemeliyiz. Gücümüzü manevî değerlerimizden almalıyız ama rasyonel düşünceyi de rehber edinmeliyiz. Eksikliklerimizi ortaya koyarken çekingen davranmamalıyız ama apolojetik, özür dileyici bir tavra girmekten de kaçınmalıyız. Reel tabloyu görmek ve tepki göstermek ama başkaları adına veya dışarıdan konuşmamak lazım. Türkiye kendi adına konuşacak kadar güçlü bir birikime sahip. Mayıs 2003’te İKÖ’nün Tahran’daki toplantısında İslam dünyasının içinde bulunduğu ve katiyetle hak etmediği geri kalmışlığın ve sorunların aşılmasının yolunun öncelikle hepimizin kendi evimizi düzene koymamızdan geçtiğini açık bir şekilde söyledim. Ama bunu içeriden bir üslupla ifade ettim; misyoner bir ruh ve dışarıdan bakan bir perspektifle değil.
NATO’nun esas görev alanı belli ve bunun dışındaki konularda henüz bir görüş birliği sağlanabilmiş değil. Biliyorsunuz mesela Almanya Başbakanı Schröder, Amerikan yönetimi tarafından desteklenen, NATO’nun Irak’ta görevlendirilmesi planına kuşkuyla yaklaştığını, Irak’ta güvenliği uzun vadede ancak Müslüman ülkelerin sağlayabileceğini söyledi. Önümüze gelen her projeye otomatik bir şekilde ‘evet’ diyen, onun noksanlarını, yanlışlarını sadece kendi aramızda konuşan bir ülke değiliz. Sadece komşu ülkelerle işbirliğini artırmanın yollarını aramakla kalmıyoruz; NATO’nun, AB ortak dış ve savunma politikasının, İKÖ’nün ve taraf olduğumuz diğer örgütlerin etkinliğinin artırılması yolunda da çaba sarf ediyoruz. Bu çerçeve içerisinde İKÖ’nün daha etkin bir hale gelmesi, orada bazı reformların gerçekleşebilmesi için teşkilatın genel sekreterliğine de bildiğiniz gibi adaylığımızı koyduk. Yine aynı şekilde 1961’den sonra ilk defa 2009-2010 dönemi için BM Güvenlik Konseyi’ne adaylığımızı ilan ettik ve ilgili bütün ülkelerden destek taahhütleri alıyoruz. Bütün bunlar Türkiye’nin kabuğundan sıyrılması, bölgesel ve küresel düzeyde etkinliğini artırması, söyleyeceği sözün etkili hale gelmesi için yapılıyor. Bu yıl İKÖ Dışişleri Bakanları Zirvesi’ne, NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne ve AB-İKÖ Ortak Forumu’na ev sahipliği yapacağız.
 
Irak krizi NATO’daki çatlağı derinleştirdi. Tarafların ortak çıkarlarının devam etmesi NATO’nun mevcudiyetinin tartışma konusu olmasını engelliyorsa da, NATO bundan sonra Atlantik rekabetinin müzakere edileceği bir zemin olacağa benziyor. Atlantik’in iki yakası arasında yaşanan küresel rekabet ortamında Türkiye dengeyi nasıl sağlamalı?
AB-Amerika denklemi içinde Türkiye’nin rolünün rasyonel ve yapıcı bir çerçeveye oturtulması, bu ilişkilerin kesinlikle birbirlerine alternatif olarak yansıtılmaması gerekir. Atlantik’in iki yakası ile ilişkilerimiz, bir stratejik bütünlük içinde birbirini tamamlayan unsurlar şeklinde, aynı resmin parçaları olarak gösterildiği ve görüldüğü zaman herkes tarafından takdirle karşılanır. Ama artık Tanzimat döneminden bu yana süregelen, bir büyük gücün yanında yer alma, diğerlerine karşı ona yaslanma alışkanlığını terk etmemiz lazım. Değişen dünya konjonktürü bunu gerektiriyor. Tanzimat’ın hemen sonrasında Rusya karşısında İngiltere’ye, sonra İngiltere’ye karşı Almanya’ya, Soğuk Savaş döneminde de Sovyetler Birliği’ne karşı Amerika’ya yaslandık. Artık dünyadaki şartlar bizim ölçeğimizdeki ülkelere, büyük bir aktörün gölgesine sığınarak uluslararası mevcudiyetini sürdürme şansı vermiyor. Bu anlayış, savunmacı ve içe kapanmacı refleksimizi güçlendiriyor. Çünkü bir tarafa sığındığınızda karşı taraf sizi bir nesne ve hedef olarak görmeye başlıyor. Bir gücün dostluğunu kazanmak size onlarca düşman kazandırıyorsa, siz o düşmanlıklar dolayısıyla o güçle sürekli bağımlılık ilişkisi içinde olmaya başlıyorsunuz. Dinamik dünya şartları her bir küresel ve bölgesel aktörle rasyonel ilişki kuran, kendi ilkeleri olan ve başkalarının ilkeleri ile bu ilkeler çatıştığında kavga etmeden kendi ilkelerini akılcı bir diplomasi ile hayata geçirebilen bir üslup gerektiriyor.
 
AK Parti hükümetinin kurulur kurulmaz karşısında bulduğu çok ciddi bir dış politika krizi de Irak oldu. Başlangıçta çok sert biçimde eleştirildiyse de, bu konuda şimdiye kadar izlenen politika ile çizilen tablonun, gelinen noktada olumlu olduğu görülüyor. Bununla birlikte, koalisyon güçlerinin Sünni ve Şii gruplarla çatışmaları ile başlayan olaylar, uluslararası kamuoyuna yansıyan görüntülerin ortaya çıkardığı gerçekler Irak’ta durumun giderek karıştığını gösteriyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İşkence fotoğrafları ve çatışmalar sırasında sivillerin zarar görmesiyle sonuçlanan gelişmelerin ortaya çıkardığı durum koalisyon güçlerinin durumunu zora sokmuştur. Bu tablo var olan durumu ağırlaştırdı. Uluslararası toplum infial içindedir. Başbakanımız, hatırlanacağı üzere İngiltere Başbakanı Sayın Blair’in ziyareti sırasında “Sanırım İngiliz halkı da tüm dünya kamuoyu gibi bu fotoğraflardan rahatsızdır” diyerek hükümetimizin bakışını ortaya koymuştu. İşkence vakalarını kınıyoruz. ABD işkence vakalarının üzerine gitme sözünü tutmalıdır. İşlerin yolunda gittiğini savunmak mümkün değil. Bölgede ciddi bir sıkıntı var. Irak halkı sürekli yara alıyor. Irak’a demokrasi getirmek üzere hareket edildiği iddiasıyla yola çıkılmışken gelinen noktada ortaya çıkan manzara vahim. Meşruiyetin derhal sağlanması lazım; halbuki Haziran sonunda yönetimin Irak halkına nasıl devredileceği bile yeteri kadar tartışılamadı. Bu, sanal bir devir olmamalıdır. Tarih konusunda da ertelemeye gidilmemelidir. Irak’ta BM’nin daha etkin rol oynaması, hem bu kuruluşun Irak krizi dolayısıyla kaybettiği prestiji yeniden kazanmasını, hem de uluslararası hukuk çerçevesinde barışın ve huzurun sağlanmasını kolaylaştırabilir. Irak halkının refahına verdiğimiz önemi her fırsatta dile getirdik ve tüm desteğimizi ortaya koyduk. Biliyorsunuz Irak’a asker gönderme konusu yine tartışılıyor. İşte bu da eski dönemin kötü alışkanlıklarının bir yansıması. Türkiye bir krallık, bir diktatörlük değildir. Demokratik karar alma mekanizmasının ve sürecinin nasıl işlediği, hukuk kurallarına bağlanmıştır. Türkiye’nin gündeminde şu anda böyle bir düşünce yer almıyor. Daha önce karar almıştık, ancak o bölgede yaşayanlar istemediği için insanî yardıma yöneldik. Bunu da en iyi şekilde yapıyoruz. Türkiye bir an önce siyasal bütünlüğe, toprak bütünlüğüne ve ekonomik bütünlüğe sahip demokratik bir Irak Cumhuriyeti kurulmasını bekliyor.
 
Irak’ta yaşanan bütün bu gelişmelerden sonra hâlâ toprak bütünlüğünün korunabileceğini düşünüyor musunuz? Irak’ın bölünmesi tehlikesine karşı ne gibi önlemler alınabilir?
Irak’ın toprak bütünlüğünü, siyasal bütünlüğünü ve ekonomik bütünlüğünü önemsiyoruz. Bunu daha önce de defalarca dile getirdik. Ben Irak’ın bütünlüğü konusunda doğrusu iyimserim. Zira, genellikle yaşanan krizlere baktığınızda bir ülkenin toprak bütünlüğünün bozulduğu veya tartışılır hale geldiği durumlarda, tehdidin genellikle komşu ülkelerden kaynaklandığını görürsünüz. Halbuki Irak’ın bütün komşuları toprak bütünlüğü konusunda son derece hassas. Biliyorsunuz bu yöndeki bir inisiyatif, bizim öncülüğümüzde Ocak 2003’te toplanan Çırağan Zirvesi’nde oluşturuldu. Bütün tahminlerin aksine bu süreç hâlâ işlemektedir. Irak konusunda bölge ülkeleri girişiminin beşinci toplantısı, 14-15 Şubat 2004 tarihlerinde Kuveyt’te yapıldı. Bu toplantıya ilk kez Irak’ın Geçici Dışişleri Bakanı da katıldı. Toplantıda ayrıca, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Temsilcisi ve Arap Birliği Dönem Başkanı sıfatıyla Bahreyn Dışişleri Bakanı da yer aldı. Bir yılı aşkın bir süreden beri devam ettirdiğimiz bölgesel girişimimiz önemli bir dinamik yarattı. Ve bu, bir ilk olma özelliğini de taşıyor. Bölge ülkeleri, modern tarihte ilk kez kendi yaşam alanlarıyla ilgili bir konuda ortak bir tutumla ortaya çıkabildiler, iradelerini kararlılıkla ortaya koydular ve en önemlisi bunu sürdürebildiler. Unutulmaması lazım ki bölgedeki bütün ülkelerin istikrar ve refahı birbirine bağlı. Bir yıllık tecrübemiz bizlere özgüven kazandırdı. Bölge ülkeleri, artık daha geniş bir vizyon ve daha büyük bir cesaretle hareket edebiliyor. Ayrıca bir hususa daha dikkatinizi çekmek isterim. Şayet gelişmeler Irak’ın bölünmesiyle sonuçlanacak olursa bundan en çok zarar görenlerden biri de koalisyon güçleri olacaktır. Zira, hiç ümit ve tahmin etmediğim böyle bir durumda, gerçekleştirilen operasyonun Irak’ı yok etmeye matuf olduğuna dair iddialar haklılık kazanabilecektir.
 
Bütün bu değerlendirmelerinize rağmen yine de Türkiye’nin muhtemel bir olumsuzluğa karşı tavrı ne olur? Türkmenlerin haklarını nasıl koruyabiliriz?
Bakın ben biraz önce ifade ettiğim Kuveyt Zirvesi’nde Irak’ın Geçici Dışişleri Bakanı Hoşyer Zebari ile özel olarak görüştüm. Kendisine şunu açıkça ifade ettim. Kuzey Irak’ta bir oldu-bitti gerçekleşirse bundan en çok sıkıntıya düşecek olan Irak halkı olur. Doğrusu biz bunu hoş karşılamayız ama asıl sıkıntıya düşecek olan biz olmayız. Şunu açıkça söyleyeyim; AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamış ve üyelik sürecine girmiş, millî gelirinin %30’u sanayi ve %45’i hizmetler sektöründe üretilen, satın alma gücü paritesine göre düzeltilmiş kişi başına millî gelirin 7.000-7.500 dolar olduğu bir Türkiye’nin hiçbir şekilde sıkıntısı olmaz. Kopenhag siyasî kriterlerini hayata geçirmiş, bütün eksikliklerine rağmen çoğulcu demokrasiyi ve piyasa ekonomisini uygulayan bir ülkenin vatandaşları için Kuzey Irak’taki oluşumların cazibesi olabilir mi? Orada; son tahlilde iki aşiretin büyük ölçüde şekillendirdiği, temel haklar ve hürriyetler konusunun çok tartışmalı olduğu, ekonominin tamamen dışa bağımlı bir mahiyet arz ettiği bir yapı söz konusu. Çatışmalar ve husumetler insan kaynaklarının da, ekonomik kaynakların da heba olmasına yol açar; bu arada Irak halkı büyük bir yıkım daha yaşar. Bir hususu daha eklemek istiyorum. Birinci savaştan bugüne kadar Türkiye’nin desteklerini kimse inkar edemez. Zaten Sayın Zebari de son derecede yapıcı bir yaklaşım sergiledi. “Bugün sahip olduğumuz durumu çok büyük ölçüde Türkiye’ye borçluyuz. Irak Anayasası çerçevesinde oluşacak hukukî meşruiyetimiz dışında her şeyimizi hazırlayabilmişsek bu sizin sayenizdedir. Türkiye’nin desteği olmasaydı bugün işleyen bir sistemimiz olamazdı” diyerek o da bu gerçeği teyit etti. Irak Türkmenlerinin durumuna gelince; açıkçası bugüne kadar bu noktada çok da sağlıklı bir siyaset izlenmemiş. Kuzey Irak’ta Türk vatandaşlarının kültürel ve tarihsel bağlar taşıdığı tek topluluk Türkmenler değildir. Unutulmaması gerekir ki Türkiye’de, sayısı hiç de küçümsenmeyecek Kürt kökenli vatandaşlarımız yaşamaktadır. Bizimle onlar arasındaki tek fark benim hasbelkader Kayseri’de, bir başka vatandaşımızın ise Diyarbakır’da dünyaya gelmesinden ibarettir. Bu vatandaşlarımızın bir kısmının Kuzey Irak’ta akrabalık bağları dahi vardır. Onların sınırın ötesindeki gelişmelere duyarsız kalması mümkün olmadığı gibi, Türkiye’nin de duyarsız kalması söz konusu olamaz. Ayrıca, bir taraftan sayıca daha az olsalar da Arap kökenli vatandaşlarımız dolayısıyla, diğer taraftan da Türk halkının büyük bir kısmı için çok büyük manevî değeri olan İmam-ı Azam gibi ortak paydalar dolayısıyla Sünni Arap Iraklılarla da güçlü bağlarımız var. Kısacası Irak’ta Türkiye’yi ilgilendiren tek unsur Türkmenler değil. İkincisi; Türkmenlerle Türkiye arasındaki ilişkinin de sağlıklı bir zemine oturtulması gerekiyor. Adeta “uzaktan kumanda” veya “sahibinin sesi” tarzı ilişki arayışları bizim tamamen dışımızda. Türkmenler her şeyden evvel Irak toplumunun bir parçasıdır. Böyle olmadığı takdirde diğer unsurlar tarafından “beşinci kol” faaliyeti olarak algılanma tehlikesi söz konusu olur. Dahası bu tarz ilişkiler en fazla zararı Türkmenlere verir; zira kendi içlerinden özgüven sahibi bir liderin çıkması engellenmiş olur. Bizim bu yaklaşımımıza en güzel örnek, Bulgaristan’daki Türk azınlığın çizgisidir. Oradaki Haklar ve Özgürlükler Partisi, Bulgar vatandaşlığı temelinde ve temsilcisi oldukları toplumun Bulgaristan’ın bütünlüğü çerçevesinde siyaset sahnesinde etkili olması doğrultusunda bir siyaset güttü. Başbakanımızın son Yunanistan ziyaretinde Batı Trakya’da söylediklerini de bu çerçevede değerlendirebilirsiniz. Önce Yunanistan vatandaşı olacaksınız, hem de iyi birer vatandaş olacaksınız. Kimliklerinizi ve değerlerinizi korumak şartıyla Yunanistan’ın güçlenmesi yönünde çaba harcayacaksınız ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki iyi ilişkilerin gelişmesi, daha öteye taşınması için bağlantı sağlayan bir dostluk unsuru olacaksınız. Bağlantıda olduğumuz toplulukların, bulundukları ülkelerde ihtilafların sebebi, şüphelerin beslendiği bir problem kaynağı değil; toplumun bütünlüğü için bir destek, siyasal ve ekonomik sistem için önemli katkılar sağlayan vazgeçilmez bir unsur olmaları gerekiyor. Bununla birlikte Irak’ta Türkmenlere karşı haksızlık yapıldığı da açık. Ama buradaki değerlendirmelerimiz ve önerilerimiz, ‘Türkmenler güçlensin, böylece Türkiye Irak’ın iç işlerine müdahil olsun’ mantığına değil, bütün kesimlerin adil bir biçimde temsil edildiği bir yönetimin Irak’ın huzuru için önemli olduğu, bunun demokratik ve açık bir rejimin gereği olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Bu iddiamızın en önemli kanıtı da Türkmenlere yönelik ilişkilerin az önce çizdiğim çerçevede kalması olacaktır. Bunu gerçekleştirebildiğimiz ölçüde hem Türkmenlerin hak ettikleri konuma sahip olmalarını, hem Irak’ı oluşturan bütün unsurların barış ve işbirliği içinde bir arada yaşamalarını, hem Irak halkının refahını, hem de Türkiye ile Irak arasında sağlıklı ilişkilerin devam ettirilmesini sağlamış oluruz.
 
Gündemin sıcak maddelerinden biri de Filistin-İsrail krizi. Özellikle son gelişmelerden sonra dünya kamuoyunun gözleri bölgeye çevrildi. Bu konuya ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
Dünya barışını engelleyen olayların hemen hemen hepsinin altından Filistin-İsrail meselesi çıkıyor. Bunun için “herkes daha ihtiyatlı olsun, herkes olayları tırmandırıcı davranışlardan kaçınsın” dedik. Tarafları itidal ve sağduyu ile Yol Haritası ve uluslararası hukuktan kaynaklanan karşılıklı yükümlülükleriyle uyumlu adımlar atmaya davet ettik. Ama üzülerek görüyorum ki, İsrail’in bazı Filistinli grupların liderlerine yönelik saldırı politikası ortamı daha da germiştir. Son olarak Gazze Şeridi’nde İsrail’in sürdürdüğü askerî operasyonlara karşı Refah Mülteci Kampı’nda gösteri yürüyüşü yapan Filistinli siviller üzerine İsrail helikopterleri ve tanklarından açılan ateş sonucu aralarında çocukların da bulunduğu onlarca kişinin ölmesi ve çok sayıda kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olaylar durumu daha da vahim hale getirdi. İsrail’in bu yaptığı saldırıyı çok tehlikeli görüyoruz. Bu konuda çok kaygılıyım. Bu tür olaylarda birçok masum sivil ve çocuk da yaşamını yitiriyor. Bu şekilde barış sağlanamaz. Biz Yol Haritası’nın uygulanmasını beklerken, böyle herkesi ayağa kaldıracak, hiç kimsenin tasvip etmeyeceği bir davranışın içine giren bir politika takip etmek, kesinlikle Türkiye’nin de tasvip etmeyeceği bir şeydir. Gazze’de olup bitenler, ölçünün tamamen kaçırılmasıdır. Bu, Türkiye olarak -ki dünya da zaten ayağa kalktı- şiddetle kınadığımız, tasvip etmediğimiz ve çok tehlikeli gördüğümüz bir gelişmedir. İsrailli sivillere yönelik terör eylemleri gibi, Filistinli sivilleri doğrudan hedef alan askeri operasyonların ve yıkımların da hiçbir haklı gerekçesi ve hukukî dayanağı olamaz. Biliyorsunuz bizzat İsrail Adalet Bakanı da, Refah’ta Filistinlilerin evlerinin yıkılmasının, kendisine İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin yaptıklarını hatırlattığını söyledi ve bu operasyona son verilmesi çağrısında bulundu. Bu tür operasyon ve yıkımların bir an önce durdurulmasını, uluslararası kamuoyu ile birlikte İsrail’den talep ediyoruz.
İsrail tarafından Batı Şeria’da inşa edilmekte olan Ayırım/Güvenlik Duvarı’na da karşıyız. BM Genel Kurulu duvarın yapımını kınayan ve yapımın durdurulmasını isteyen bir karar aldı. Uluslararası Adalet Divanı’ndan da hukukî sonuçları hakkında görüş istedi. Türkiye, iki karar tasarısına da olumlu oy kullanmıştır. İsrail’in bu davranışları bütün bölgeyi, hatta dünyayı etkiliyor. Türkiye’nin de etkilenmemesi düşünülemez. Türkiye, her iki tarafın güvenini haiz bir ülke olarak, Filistin-İsrail ihtilafının çözümü için elinden gelen katkıyı yapmaya devam edecektir. Türkiye’nin vizyonu sadece bu ihtilafla sınırlı da değil. Bu çerçevede baktığımızda ayrıca Orta Doğu barış süreci için de İsrail-Suriye-Lübnan arasında oynayacağımız rolün önemli olduğu kanısındayım.
 
Yoğun gündeminizde bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Paylaş Tavsiye Et