TÜRKİYE, 2001 yılında tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini geçirdi. Krizden kurtulmak ve oluşan hasarı gidermek üzere ağır bir istikrar programı uygulamaya konuldu. Türkiye kriz öncesinde olduğu gibi kriz sonrasında da IMF’nin yakın denetimi altında yoluna devam etti. 2002 sonunda iktidara gelen AK Parti hükümeti, kendinden önceki koalisyon hükümetinin uyguladığı ekonomik mimariyi büyük ölçüde devam ettirdi. Bu mimari (sözde) dalgalı kura (gerçekte ise büyük cari açıklara rağmen aşağı doğru istikrarsız kur rejimine) dayanırken, büyümenin motor gücü özel sektöre, verimlilik artışlarına, sıkı mali disipline (mili gelirin %6,5’i kadar bir faiz dışı fazlaya) bağlı gelişti.
Ancak IMF programı da, AK Parti’nin bu programa tutkuyla bağlanmış olması da eleştiri almaya devam ediyor. Uygulanan ekonomi politikalarının iddia edilen sonuçlarından biri de halkın her geçen gün yoksullaşması ve gelir dağılımı uçurumunun daha da derinleşmesi. Ancak bu eleştiriler çoğu kez rakamlarla desteklenemiyor, bir itham olarak kalıyor.
Resmî veriler ise gelir dağılımında iyileşmeye işaret ediyor. Bu verilere göre, 2002 yılı sonunda eşitsizlik göstergesi olan Gini katsayısı 0,44 iken, 2005 yılı sonunda 0,38’e kadar geriledi, yani gelir dağılımında istatistikî olarak anlamlı bir iyileşme kaydedildi (0-1 arasında değerler alan Gini katsayısının 0’a yaklaşması gelir dağılımında iyileşmeye işaret ediyor). Ayrıca nüfusun en zengin %5’lik dilimi ile en fakir %5’lik dilimi arasında 2001 yılı sonunda yaklaşık 12 kat olan gelir farkı, yaklaşık 7,5 kata kadar geriledi. Ekonominin oldukça hızlı büyüdüğü, yapısal dönüşümün derin olduğu ve istikrar programının uygulandığı bir ortamda bu sonuçlar oldukça şaşırtıcı bulunuyor.
Aslında bütçe açıklarındaki, kamu borç stokundaki, faiz ve enflasyon oranlarındaki azalmalar, üretim ve verimlilik endeksindeki artışlar ve buna bağlı kaydedilen büyüme ve refah artışı gibi makro ekonomik gelişmeler ile hükümetin “uygulamadaki farkı” bu tabloyu yeterince açıklayabiliyor. Bilhassa sağlık ve eğitim harcamalarındaki artış, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ulaşılabilirliğindeki gelişmeler, yoksul kesime yapılan doğrudan ve dolaylı ayni ve nakdi yardım, yine bu kesimler lehine yapılan göreceli yüksek ücret düzenlemeleri burada zikredilmeli. Ayrıca 2002-2007 (Ağustos) arasında birikimli olarak enflasyon %55 olarak gerçekleşirken, ücret artışları da bunun altında kalmadı. Rakamlar böyleyken, eleştirilerin gerçeklerden ziyade ideolojileri ve inançları yansıttığını söylemek mümkün.
2007 yılının Aralık ayının son haftasında Türkiye İstatistik Kurumu’nun yoksulluk çalışması yayımlandı. Acaba gelişmeler ne yönde? Kısaca rakamlara bir bakalım. Araştırmanın açlık ve yoksulluk sınırı şeklinde iki temel kriteri var. Birincisi sadece gıda harcamalarını, ikincisi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeriyor. Çalışmaya göre 2006 yılında Türkiye’de fertlerin %0,74’ü (539 bin kişi) açlık sınırının, %17,81’i de yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Buna karşın kişi başı günlük harcaması (satın alma gücü paritesine göre) 1 doların altında olan hiçbir fert yok. Bu, çok kritik bir gelişme.
Aynı kriterler açısından 4 kişilik bir hane ele alındığında (aylık bazda) açlık sınırının 205 YTL, yoksulluk sınırının ise 549 YTL olduğu hesaplanıyor. Sendikalar bu rakamları şiddetle reddediyor ve kendi alternatif ölçümlerini ortaya koyuyorlar. Biz ise burada devletin resmî rakamlarını ele alarak gelişmeleri irdelemekle yetiniyoruz. Buna göre Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırının altında olan vatandaşların oranında 2003 yılından bu yana ciddi bir düşüş kaydedildi.
Yoksullukta kırsal ve kentsel ayrımı ise bir hayli derin. Kırsal yerleşim yerlerinde yaşayanlarda yoksulluk oranı %31,98 iken, kentsel yerlerde yaşayanların yoksulluk oranı %9,31. Tabii yoksulluk, hane büyüdükçe artıyor. 2006 yılında 3 veya 4 kişiden oluşan hanelerde bulunan fertlerin yoksulluk oranı %8,49; 7 ve daha fazla olan hanelerdeki fertlerin yoksulluk oranı %42,98. Kısaca “bağımlılık oranı” arttıkça, az sayıda çalışanın çok sayıda çalışmayanı beslemesinden dolayı, ailenin geneli yoksullaşıyor. Yine ücretli-maaşlı çalışanlar %6 yoksulluk oranıyla, yevmiyelilerden (%28,6) çok daha şanslı görünüyor. Yoksulluk oranı kendi hesabına çalışanlarda %22,06, ücretsiz aile işçileri arasında ise %32.
En yüksek yoksulluk riskine sahip olan tarım sektöründe ise toparlanma gözleniyor. Tarımdaki yoksulluk oranı 2005 yılında %37,24 iken, 2006 yılında %33,86 olarak tahmin ediliyor. Bunun nedeni tarımdaki büyük göç olgusu. İnsanlar şehre göçünce geri kalan tarımsal artık daha az kişiye bölünüyor. Bu da refah artışı demek. Tabii yine verimlilik artışı, örgütlenme bilinci, sözleşmeli tarım, ölçeklerin artması, destekler gibi diğer faktörlerin de etkisi var. 2007 yılında tarım sektörüne 5 milyar YTL’den fazla destek sağlandı. Göreceli olarak sanayi tarımdan, hizmetler sektörü ise sanayiden daha iyi. Çalışanlarda 2006 yılında yoksulluk oranı sanayide %10, hizmet sektöründe %7 civarında.
Yoksulluk üzerinde eğitimin derin damgasını da görmek mümkün. Okuryazar olmayanlarda yoksulluk oranı %34 ile tavan yaparken; ilkokul mezunlarında oran %14,19; lise ve dengi meslek okulları mezunlarında %5,2; yüksekokul, fakülte ve üstü mezuniyete sahip fertlerde ise sadece %1,01 seviyesinde. Görüldüğü üzere yoksulluğu azaltmanın yolu nitelikli emekten, yani meslekî eğitimden geçiyor.
O halde toparlayalım; Türkiye’de 2002 yılından beri yoksulluk göstergeleri düzelme yönünde gelişti. Ancak durum hâlâ iç açıcı değil. Düzelmenin devam etmesi için; (i) tarımsal dönüşüm daha etkin olarak idare edilmeli, (ii) reformlardan kaybeden dar ve sabit gelirli toplumsal kesimlerin durumunu iyileştirmek için soysal destekler daha etkin hale getirilmeli, (iii) meslekî eğitim reformu tamamlanmalı, bu meyanda emeğin dönüştürülmesi açısından meslekî eğitim kursları açılmalı, (iv) kadınlara karşı ideolojik ve cinsiyet ayrımı giderilmeli, (v) eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalı ve ülkeye yayılmalı, (vi) rekabetçilik ücretlerin bastırılmasında değil, verimlilik artışında aranmalı, (vii) büyümenin yeterince istihdam oluşturmasına özen gösterilmeli, (viii) istihdam dostu sektörler ve istihdam deposu olarak bilinen KOBİ’ler güçlendirilmelidir.
Hükümetin ikinci iktidar dönemi için açıkladığı Eylem Planı’nı bu doğrultuda atılmış umut verici bir adım olarak değerlendirebiliriz.
Paylaş
Tavsiye Et