Söyleşi: Hilal TURAN, Ümit AKSOY
Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nden mezun olan, aynı yerde işletme alanında, ardından da Ankara Üniversitesi’nde uluslararası iktisat dalında yüksek lisans yapan Etyen Mahçupyan, bu bölümde üç yıl akademisyen olarak çalıştı. Üst düzey şirketlerde de yöneticilik yapan Mahçupyan, 1996 yılından itibaren ticari işlerini tasfiye ederek entelektüel mecraya yöneldi. Osmanlı’dan Postmoderniteye, Yönetemeyen Cumhuriyet, İdeolojiler ve Modernite, Türkiye’de Merkeziyetçilik: Devlet ve Din, Batı’dan Doğu’ya: Dünden Bugüne Zihniyet Yapıları ve Değişim, İçimizdeki Öteki, Bir Demokrat Manifestoya Doğru isimli kitapları kaleme aldı. Şimdiye dek Radikal, Yeni Binyıl ve Zaman gazetelerinde köşe yazarlığı yapan Mahçupyan, yakın dostu Hrant Dink’in suikasta kurban gitmesinin ardından geçtiği Agos gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yürütüyor; Taraf gazetesinde ve gazetem.net isimli web sitesinde düzenli olarak yazıyor.
Kendini “demokrat” olarak tanımlayan Etyen Mahçupyan, kitaplarında sınırlarını çizdiği demokratlık çerçevesinde eğilip bükülmeden, tutarlı bir duruş geliştirmiş; yakın tarihimiz ve onun ışığında şekillenen güncel meselelere farklı açılardan yaklaşabilen analitik zekaya sahip bir entelektüel. Kendisiyle Agos gazetesinde, Türkiye’de yaşanan derin dönüşümden son dönemde üretilen siyasi ve hukuki krizlere ve darbe teşebbüslerine kadar geniş bir alanda sohbet ettik.
Türkiye’de özellikle son elli yıllık süreçte, üretilen tüm kısa vadeli siyasi krizlere rağmen derin bir toplumsal dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşümü nasıl analiz ediyorsunuz?
Türkiye gibi ülkelerin temel meselesi, kendilerinden daha hızlı değişen ve bu nedenle onları bir tür abluka altına alan genel ortama nasıl adapte olabilecekleridir. Osmanlı, durağanlığı bir anlamda onurlandırdığı, yakalandığı andan itibaren “doğru”dan uzaklaşılmaması gerektiğine inandığı ve bu doğruyu da kendi klasik döneminde yakaladığını düşündüğü için, hemen hemen her türlü değişimi zararlı tarafıyla ele almış; değişimin kaçınılmazlığını idrak edememişti. Ancak hoşlanmasa da bir şekilde bu “saldırgan değişim”e adapte olmak zorundaydı.
Aslına bakarsanız değişim denen şey tam da budur. Yani Osmanlı daha hızlı değişseydi, o zaman da birçok Batı ülkesi, Osmanlı’ya bakarak değişmek zorunda kalacaktı. Osmanlı’nın tarihsel macerasını veri aldığımızda, 19. yüzyılda Osmanlı’da entelektüel ortamın, değişimi çok yadırgayan bir bakışa sahip olduğunu söylemek zordur. Ben, 19. yüzyıldaki çabaların çok anlamlı olduğunu ve rasyonel bir değişimi ifade ettiğini düşünüyorum. O anlamlı çabalar günümüzde, uzak ve anlaşılması zor durumlar, geçmişte kalan vakalar olarak değerlendiriliyor. Oysaki içinde bulunduğumuz zamanda, geçmişteki tartışma ve algılama düzeyinden çok daha kaba ve yüzeysel bir duruma gerilemiş durumdayız.
Dolayısıyla entelektüel açıdan bir yıpranma söz konusudur toplumda ve esas kritik olan da budur. Bu durum, her dönem için adaptasyon yeteneğini zayıflatan da bir şeydir. Bu nedenle içinde bulunduğumuz dönemde problemler, 1850-60’larla kıyaslandığında, çok daha çatışmacı, kaba bir biçimde yaşanmakta ve bunun sonucunda da iktidar mücadelesi çok daha çıplak olarak gözükmektedir.
Peki, aktörler bağlamında bu değişimi ve var olan gerilimi nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Osmanlı bize anlatıldığından çok daha fazla bir şekilde taşranın dinamiğini taşıyabilen bir toplumsal yapıya sahipti. Yani o dönemin kentleri, her açıdan bugünün kentlerinden daha zengindi; buna entelektüel ortamlar da dâhil. Biz bugün tarih malzemesi olarak önümüze gelen metinlerde İstanbul merkezli bir entelektüel dünyayla karşılaşıyor olsak bile, aslında gerçekte böyle olmadığını biliyoruz. Anadolu toplumunun, eğer izin verilirse, rasyonel ve risk içermeyen bir değişime çok yatkın bir toplum olduğu aşikâr. Onun için de bugünkü değişim, yani Anadolu’da yeni bir orta sınıfın, yeni bir burjuvazinin doğması aslında şaşırtıcı değil. Topluma baktığımız zaman, kesintisiz bir süreç yaşandığını söylemek mümkün. Ama bu toplum, aynı zamanda siyasetten korkan bir toplum…
Riskten yani…
Evet. Bunu kanıyla, teniyle, canıyla öğrenmiş çünkü ve onu hiçbir şekilde suçlayamayız bundan ötürü. Dolayısıyla da güç karşısında geri çekilmenin, beklemenin, tepkiyi ertelemenin daha doğru olduğuna dair bir içselleşmiş siyasi algı var bizde. Bu dinden, etnisiteden bağımsız bir şey; yani bugün Ermeni cemaatine de İslami kesime de gitseniz, devlet tanımı yapmalarını istediğinizde birebir aynı tanımların yapıldığı bir ülke burası.
Toplumsal dengeye baktığımız zaman, modernleşmenin iki büyük travma ürettiğini görüyoruz. Bir tanesi devletin, gayrimüslimlerin taleplerine cevap verememesi ve gayrimüslimlerin giderek milliyetçiliğe ve ayrılıkçılığa doğru kayması, en azından her birinin içerisinde ayrılıkçı, milliyetçi bir gurubun çıkmasıdır. Bu ayrılıkçı gruplar, zamanla o dönemin janrına uygun bir biçimde, şiddete eğilimli bir hale gelmişler; bu durum da aslında 1900-1930 arası geçiş döneminde gayrimüslimleri gayrimeşrulaştıran resmî bakışı tetiklemiştir. Bu bakış, hem entelektüel hem de sosyal açıdan modernliğin de dışlanması demektir. Zira gayrimüslimleri dışarıda bıraktığınız zaman, toplumda modernliğin önemli ayaklarından birini yok ediyorsunuz.
Modernliğin ürettiği ikinci büyük travma, dinle yani İslami kesimle ilgili nokta. Laikliği otoriter tarzda yorumladığınız anda bütün bir İslami kesimi dışlayabiliyorsunuz ve o zaman da modernlik denen şey halksız yapılabilir bir hale geliyor; sadece yönetim ve devlet yapısıyla ilgili bir kurguya dönüşüyor. Sosyali dışarıda bırakmış olan, siyasalı da devlet-toplum ilişkisi üzerinden değil, sadece devletin içinden tanımlayan bir bakış bu ve maalesef İttihat ve Terakki ile beraber gelen bu çizgi, Cumhuriyet’te de pekişmiştir. Hâkim elitist anlayış böyle bir modernliği öne almış durumdadır ve bu tabii ki daha hızlı bir modernliktir. Çünkü değişimi topluma bıraktığınız zaman, çok daha harmanlanacak, mayalanacaktır. Devlet eliyle olduğunda ise daha hızlı gidiyorsunuz; fakat bu sizi demokrat değil, otoriter bir modernliğe götürüyor.
Olası modernlikler de vardı ve fakat bu süreçte onlar da ortadan kalktı, öyle mi?
Aslında bence 1900 ile 1930 arası dönem, en az işlenmiş olan, okullarda öğretilmeyen bir parantezdir. Osmanlı tarihi bizim okullarda 1900’e kadar gelir ve sonra birdenbire Atatürk Samsun’a çıkar. Halbuki şunları da görmek gerekiyor: Bu dönem ülkenin parçalanma ihtimalinin olduğu, dışarıdan göçlerin devam etmesine rağmen, içeridekilerin muhtemel bir durum karşısında nereye göç edeceklerini bilemedikleri ve dolayısıyla toplumun kendini devlete bağımlı hissetmeye psikolojik olarak çok hazır olduğu bir dönem. Yani “Devlet ne yapsa yeridir” gibi bir algı var insanların zihninde. Ama öte yandan kullanılan dilin o kadar da uç bir nokta olmadığını, mesela Birinci Meclis’teki tartışmalardan biliyoruz. Yani o dönem Anadolu’nun her yöresinden gelmiş milletvekillerinin tartıştıkları şeyler, bugüne kıyasla hem meşruiyet ve demokratlık kavramı hem de toplum-devlet ilişkileri açısından çok daha içerikli. Demek ki her şeye rağmen, bütün bu yaşananlar bir güç mücadelesini temsil ediyordu. Bu güç mücadelesinden bir kanat galip çıktı. Bu kanat da kendi tarzını, her türlü eğitim vasıtasını kullanarak adım adım hayata geçirdi.
Öte yandan bu hayata geçirme eylemi teorik bir olgu olarak kalabilirdi. Çünkü nihayetinde Birinci Meclis dağıtıldı. Oradaki insanlar evlerine gittiler; ancak konuşmaya, düşünmeye devam ettiler. O insanların yani Türkiye’deki taşranın, muhafazakâr kesimin arka plana itilmesi, makbul bir cemaatin üretilmesi sayesinde olabildi. Dolayısıyla Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin sebebi, sadece yönetimin otoriter bir laikliği savunuyor olması değil, bu tür bir laikliği doğru bir durum olarak algılayan bir cemaati de ortaya çıkarmasıdır. Bu cemaat ise laik kesimin ta kendisidir. Laik kesim, sırf daha farklı bir yaşam biçimine sahip olduğu için kendisini daha akıllı olarak algılayan, bunun ona eğitim yoluyla verilmiş olduğuna inanan ve bütün bu hikayenin taşıyıcısı olan bir kesimdi. Dolayısıyla da kendi imtiyazlarının birer imtiyaz olduğunun farkına bile varmadan, bunların çok doğal haklar olduğunu düşünerek bu zamanlara geldiler. Ve sonunda daha eşitlikçi olan doğal hakların tartışılması gündemi ortaya çıktığında birdenbire kendilerine haksızlık yapıldığını düşünmeye başladılar.
Nasıl oldu da o dışarıda bırakılmış olan taşra kendi gündemiyle artık daha görünür hale gelmeye başladı? Son dönemde ivmesi giderek artan çatışma ortamının bu görünürlükle bağlantısı var mı?
Taşranın siyasi kökü, söylemi ve görünümü, Demokrat Parti (DP) iktidarından itibaren yeniden özgürlük alanı buldu. Ama tabii taşra, tek parti dönemiyle geçmiş 20 küsur yıldan sonra, hiçbir zaman kendi partisini kurmak gibi bir cesarete sahip olamadı. Zaten CHP’den ayrılmış olan insanların kurduğu DP’ye yöneldi. Taşralılar, devletin içinde kalarak, bir tür korunurluk sağlayarak en azından kendi özel hayatlarının özgürlük alanını genişletmek gibi bir bakışa sahiptiler o dönemde; yoksa kamusal anlamda yeni bir siyaset dili üretme amacında değillerdi. Sonra Batı’da 68 olayları yaşandı. Batı bu kadar değişimden sonra dahi, devrimsel bir değişimi tartışabiliyordu. Bu 68 olayları Türkiye’de hem solu hem sağı entelektüel olarak darmadağın etti bence. Çünkü bu olaylar, mevcut “değişmeyelim” taleplerine rağmen, hiçbir şeyin dayanıklı olmadığına, her şeyin sıfırlanabileceğine ve yeniden kurulabileceğine dair bir mesaj niteliği taşıyordu bizim için. Bu, bir anlamda korkutucu da bir şeydi ve bunun sonucu olarak da çok bağnaz bir şekilde sol-sağ çatışması ortaya çıktı. O dönem, taşranın ve daha entelektüel tarafı olan muhafazakârlığın, anlamadığı bir dünyayla karşılaştığı ve sinip kendi içine kapandığı bir dönemdi.
Bununla birlikte 80 sonrasına geldiğimiz zaman durum değişti. Çünkü bu dönem sadece finansın ve paranın değil, fikirlerin de akışı anlamına gelen yeni bir küreselleşmeyi içeriyordu. Batı’yla etkileşim sonucunda gelen bu fikirler, sadece kendini övmeyle meydana gelen bir kümeden ibaret değildi; tersine kendini eleştirmeyi öne alan bir bakışı getiriyordu. Bizde de o zaman bir kurucu unsur olarak kendimize yeniden bakmak ve kendi değerlerimiz üzerinden hem kendimizi hem de başkalarını değerlendirmek gibi bir uğraş ortaya çıktı ve bunun referansları artık sadece İslami, muhafazakâr referanslar değildi. Ve bu evrensel referanslar içerisinden düşünen, dindar olmaya devam eden ama dindarlığını evrensel bir yere yerleştirmeye çalışan insanlar ortaya çıktı. Ve nihayet bütün bu küresel hareket, Anadolu’daki yeni kent hareketi ile birlikte sosyo-ekonomik açıdan da beslendi. Bu insanlar artık siyasi alanda da kendilerine ait bir sözlerinin olması gerektiğini düşünmeye başladılar.
Çünkü küreselleşme dediğimiz şeyin somut siyasi çerçevesi olarak AB ve Kopenhag Kriterleri vardı. Bu da zaten demokratik yapıda, yani katılımcı, şeffaf vs. bir toplum ima ediyordu. Dolayısıyla AB aynı zamanda taşranın yeniden aktörleşmesini mümkün kılan bir şey demekti ve nitekim AKP de budur zaten. AKP bir ucu AB’ye, öbür ucu taşraya dokunan bir parti ve her ikisinden de sürekli olarak etkileniyor ve değişiyor. AKP, oluşum halindeki bir parti; çünkü tabanı kaynıyor adeta. Öte yandan AB de kaynıyor; onun da nereye gideceği hiç belli değil. Ama insanlar böyle yaşıyorlar ve normali de bu zaten. Bu süreçte “AB bize söz versin” demek ne kadar garipse, “Anadolu toplumu da şu laikliği artık öğrensin” demek o kadar garip. Çünkü insanlar karşılıklı olarak değişiyorlar. Avrupalılar şu anda Müslümanları, demokratlığı, laikliği yeniden öğreniyor. Laikliğin nasıl anında otoriterleşebileceğini onlar şimdi bizzat yaşıyorlar Avrupa’da. Biz ise burada zaten bunu 70-80 yıldır yaşıyoruz. Dolayısıyla da Avrupa’ya öğreteceğimiz şeyler var şimdi ve bence entelektüel hayat Türkiye’de en keyifli dönemlerinden birini yaşıyor.
AK Parti iktidarı süresince, siyaset alanı 27 Nisan bildirisi, 367 kararı, kapatma davası gibi müdahalelere ve bir kısmını medyadan öğrendiğimiz çeşitli darbe teşebbüslerine maruz kaldı. Az önce bahsettiğimiz toplumdaki derin dönüşümle ilinti kurarak sorarsak, burada gerçekte neyin mücadelesi veriliyor?
Tarihî bir çizgi içinde, şu anda yaşananlar, aslında 1900 ile 1920’ler arasında açılmış olan bir parantezin kapanması şeklinde yorumlanabilir. Türkiye’nin gerçek çoğunluğu, yani muhafazakârları hakikaten bu parantezin kapanmasını isterlerse, buna ek olarak siyasi gücü ellerine geçirebilirlerse ve son olarak da dünya buna “evet” derse bu parantez kapanır. Ve bugün bu üç şart bir arada bulunuyor bana göre. Muhafazakârlar artık küreselleşmek ve dünya vatandaşı olmak istiyorlar. Bu parantez kapanacak ve sanki bu blok yaşanmamışçasına, belki bir-iki nesil içinde, mantalite olarak çoğulcu, farklılıklardan hoşlanan bir ulus-devlet şeklinde 21. yüzyıl Osmanlı’sı ortaya çıkacak. Bugünkü dünyanın, liberalizm sayesinde ürettiğini düşündüğü ama şimdi dönüp baktığında gerçekte üretememiş olduğunu anladığı şey, tam da bu Osmanlı’nın ima ettiği yapının kendisi aslında.
Peki, söylediğiniz bu parantezin kapanmaması anlamında AKP’-nin kapatılması mümkün mü ve bunun sonuçları neler olabilir?
Bu soru bir aktör analizi gerektiriyor. “AKP’yi kapatacak olan kim ve ne düşünüyor?” diye meseleye bakmak lazım. Benim gördüğüm kadarıyla, bu beş sene süren darbe girişimi çok açık bir şekilde iki şeyi birden söylüyor: Darbe yapmak isteyen yapının içinde bir fikir birliği yok (olabilse zaten darbe çoktan olurdu); ancak bir şekilde darbe yapmak isteyen yapının kendisi (en azından teorik veya prensip olarak), AKP’nin olmamasından yana. 27 Nisan bildirisi, 367 kararı ve bütün bu sivil-asker-bürokrat etkileşiminin hepsinin bilinçsizce yapılmış olma ihtimali yok bu anlamda. Demek ki burada AKP’nin üzerinden olan bu açılımın durdurulması isteği söz konusu.
Çünkü şu çok açık bir gerçek: Demokrasi olduğu sürece AKP gibi bir parti seçilebilecektir ve böyle bir parti olduğu sürece de AB’yle müzakereler yürüyecek demektir. Müzakerelerin devam etmesi; özgürlükler ve hak alanlarının artması, sivillerin askerler karşısındaki, toplumun devlet karşısındaki alanının genişlemesi anlamına geliyor. Bu türden ödünlerin ise bir kez verildikten sonra geri alınması kolay değil. Dolayısıyla ben bürokrasinin AKP’yi kapatmak istediğini düşünüyorum. Ama bu görüşte hemfikir değiller. Bunun muhtemel nedeni ise şu çok basit soru: Darbeden bir gün sonra ne yapacağız? Çünkü esas mesele odur; darbe bir gün sürecek ama darbeden sonra yüzlerce, binlerce gün var yaşanması gereken ve bu büyük zaman dilimi içinde çok utanılacak durumlara düşebilirsiniz. Yani başınıza nelerin gelebileceğini bilmiyorsunuz. İnsanların sizinle alay etmesi de, sonunda kaybedip bir mahkemede gözükmek yahut o ülkeden kaçmak zorunda kalmak da mümkün.
Bu noktada bir aktör eksikliği mi söz konusu böylesi bir darbenin olabilmesi için?
Bunun kurumsal bir aktör olmak zorunluluğu var ve dolayısıyla askerin bu durumu bir bütün olarak sahiplenmesi gerekiyor; aksi halde bunun taşınması çok mümkün değil. Böyle olsa bile bu durumun kültürel, sosyal ve ekonomik olarak taşınıp taşınamayacağı bir sorun olarak önümüzde duruyor. Bunun yanı sıra ortada bir hemfikirlilik durumunun olmadığı anlaşılıyor bütün bu olanlardan. Hemfikir olmayan bu iki kanattan hangisi kazanır diye sorabilirsiniz tabii. Yani darbe istemeyen taraf darbeye ikna edilir ve darbe yapılır mı yoksa o darbeden bir gün sonrasının yaratacağı büyük sorunlar, bu riski almamak konusunda diğer tarafı mı ikna eder? Bu bence konjonktürle bağlantılı bir soru. Yani eğer bu toplum ve dünyanın geri kalanı bir biçimde böyle bir darbe teşebbüsünü kınarsa, hatta daha da ileri gidip onu deşifre edebilirse (ki şu anda da zaten olmaktadır bu) böylesi bir girişimin olma ihtimali azalır. Çünkü eğer böylesi bir yapı deşifre edilmeye devam ederse, dış destek bulma ihtimali yoktur. Dış desteklerin en önemli alanlarından birisi NATO’dur. NATO desteğini kaybetmiş bir ordunun, ordu olma vasfı bile çok aza inecektir. Dolayısıyla “Neyin karşılığında bu darbe yapılıyor, maliyeti nedir?” diye sormak durumundasınız. Ve bunun çok yüksek bir maliyet olma ihtimali belirirse o zaman Anayasa Mahkemesi bu davada AKP’yi beraat ettirecektir diye düşünüyorum ve buna da sadece bir günde karar verecektir. O gün birisi belki onlara ne yapacaklarını söyleyecektir ve karar böylece verilmiş olacaktır.
Ergenekon operasyonu medyada çoğunlukla kapatma davası ile bağlantılı ele alınıyor. Bu ikisi arasında nasıl bir ilişki var sizce?
Ergenekon operasyonunun hükümet tarafından bir karşı hamle olduğunu belirtmek lazım. Ama bu, kapatma davası açılacağı tahmin edilerek ona karşı bir koz olarak mı başlatıldı diye sorarsanız, bunun cevabını sadece Tayyip Erdoğan biliyor bence. Belki düşünenler vardı böyle bir gelişmenin olabileceğini. Ama öte yandan da %47’yle iktidara gelip Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasından sonra, muhtemelen, birçok insan da artık böyle bir olayın gerçekleşemeyeceğini düşünüyordu. Ama yine de bu Başsavcı’nın böyle bir teşebbüsünün olacağını hesaba katıyorlardır. Tabii buradaki esas soru, buna izin verilir mi verilmez mi meselesinde düğümleniyor.
Ergenekon operasyonunun arkasında bu defa tüm resmi deşifre edecek bir irade görebiliyor musunuz?
Ergenekon’un tamamen deşifre edilmesiyle ilgili isteğin olduğunu söyleyebiliriz. Sadece hükümette değil, şu anda laik kesim içinde de böyle bir istek var. Ama bunun bir iradeye dönüşmesi o kadar kolay değil. Zira atacağınız herhangi bir adımın tetikleyeceği gelişmelerin nerede duracağının bilinmemesi korkutucu geliyor insanlara. Yerine bir şey koymadan herhangi bir şeyi ortadan kaldırmanız çok da kolay değildir. Siyasi sistem boşluk tanımaz ve bir şekilde o boşluğu doldurur. Herhangi bir kuruma yozlaşma dokunduğu anda, ancak o kurumu yeniden yaşatacak şartları oluşturarak, ortaya çıkan yozlaşmayla başa çıkabilirsiniz. Bu da aslında kurumun kendi içinden de temizlenmek istenmesi gerektiğini ima ediyor. Ancak o zaman bu eylemin sonuna kadar gerçekten gidebilirsiniz. Ancak gerçekçi olarak bakacak olursak tabloya, ben pek ihtimal vermiyorum böylesi bir iradenin ortaya çıkacağına. Çünkü yozlaşma ihtimali olan kurum orduysa, bu iradenin gerçekleşebilmesi çok zordur. Ordunun bugün sırf sosyo-ekonomik alandaki etkinliği bile bunun yapılmasını engelleyebilir bir mahiyete sahiptir. OYAK gibi aktörler ve onların getirdiği parasal imkanlar var halihazırda. Burada korkulan şey domino etkisidir; yani örneğin askeri tartışmaya başlarsınız; bir yerde eleştirirsiniz, ama bir sonraki eleştirinin ne zaman ve nereden geleceğini bilemezsiniz. Bu nedenle tartışmayı başlatacak olanlar, onu nerede keseceklerini bilemedikleri için, hiç başlatmamayı tercih edebilirler. Belirli bir çizginin altındakilerin feda edilip, o çizginin üstündekilerin de bir şekilde performanslarından vazgeçmeye razı edilmeleri koşuluyla Ergenekon artık bitmiştir denilebilir.
TSK 27 Nisan’da bir muhtıra yayımladı ve hükümet de buna bir bildiriyle cevap verdi. Bu son gelişmelerle birlikte düşündüğümüzde ordunun Türk siyasetindeki rolünün zayıfladığına, gücünün ve en önemlisi meşruiyetinin yittiğine dair tezlere ne kadar itibar etmek gerekiyor?
EMASYA protokolü gibi bir örnek aslında son 10 yılın hikayesini yeterince iyi anlatıyor. Silahlı kuvvetlerin sivil siyaset karşısındaki gücü son dönemde bu protokolle ciddi oranda arttı. Ancak artık meşru ve kabul edilebilir olan değiştiği için, gücün dili de değişiyor. Şu anda medyaya ve kamuoyu desteğine muhtaç bir bürokrasi var Türkiye’de. Ama öte yandan kapalı kapılar ardındaki her tartışmada ağırlığını büyük bir güçle koyan, kendi alanından hiç taviz vermek istemediği gibi her yeni getirdiği öneriyle bu alanı genişletmeye çalışan bir silahlı kuvvetler var. Her kurumun bir belleği vardır. Silahlı kuvvetlerin de çok güçlü bir belleği var ve bu bellek şunu söylüyor: “Sen her zaman hazır olacaksın, tarihin ne getireceği belli olmaz.” Son çatışmaya mümkün olduğunca güçlü olarak girmek önemlidir. O yüzden de konjonktüre göre atılan bazı geri adımlar, esas eğilimi göstermiyor bence. Yeniden aynı pozisyonu kazanmak isteyen bir bakış sürekli var olmaya devam edecektir bu yapı içerisinde. Bu bağlamda güçsüzleşme dediğimiz şey, sadece durumun kamuoyuna yansıdığı noktada söz konusu olabilir. Çünkü bugün artık tankların yürüdüğü bir fotoğraf, öyle kabul edilebilir bir fotoğraf değildir. Tanklar yürüyorsa, insanların zihninde bu tankları yürütenlerin haksız bir iş yaptıkları apaçıktır. Bundan dolayı da silahlı kuvvetler bu haksızlık fotoğrafına sebep olmamak için, herhangi bir eylemini doğrudan değil dolaylı olarak, örneğin Cumhuriyet mitingleri yaparak gerçekleştiriyor veyahut belirli gazetelerde, belirli manşetlerin atılması gerekiyor vs.
AKP’nin liberal bir ekonomik algısının olduğunu da düşününce, bu partinin ekonomik olandan sıyrılmış bir siyasi söylem geliştirdiğini söylemek ne kadar mümkün? Ekonomik liberallikle siyaseten muhafazakârlık arasında sıkışan AKP’nin bu pozisyonu, her defasında yinelenen devletçi anlayışında ne kadar önemli bir paya sahip?
Biz Türkiye’nin çok önemli bir viraj noktasındayız ve karşımızdaki tek anlamlı parti AKP olduğu için her şeyi ondan bekliyoruz. AKP bu söylediğiniz durumdan niye çıksın ki? Bu durumdan çıkması gerekenler varsa, onlar bir parti kursunlar o zaman. Yani AKP kendi geçmişiyle, hayal ettiği gelecek arasındaki misyonunu yerine getirmeye çalışıyor. Sizin de söylediğiniz gibi sosyo-ekonomik alanla ilgili noktadan hareket ederek çok daha güçlü bir şekilde hamle yapmaya çalışıyor; çünkü bu alandaki özgürlüklerin bir sürü sorunu kendiliğinden çözeceğini düşünüyor. İnsanlar zenginleştikçe, sosyo-ekonomik hayata katıldıkça, etnisitelerin, dinlerin iç içe geçtiği bir kamusal alan üretebilirlerse, başka bir tür dünya oluşabilecektir şeklinde bir varsayımları var muhtemelen. Öte yandan siyasetle ilgilenmenin ne kadar riskli olduğunun farkındalar da bu insanlar ve bunun için kendi içlerinde de çok homojen bir yapıya sahip değiller.
AKP zaten, Türkiye’nin geçiş döneminde çok hızlı biçimde oluşmuş, bir sene sonra ne yapıyor olacağını bilmeyen, kısacası yolda düzülen bir parti. Tersten bakarsak aslında iyi ki böyle bir parti var dememiz gerekiyor. Çünkü bu sayede her tartışmayı yeniden yapabiliyoruz ve yol alma şansı oluyor ilginç bir şekilde. 301 tartışmasını düşünün mesela. AKP, 301’i değiştirmek istiyor mu istemiyor mu? Hem istiyor hem istemiyor ve bu her iki şık birlikte olduğu için zaten değişme ihtimali var bir tarafıyla da.
Bir analizinizde, Türkiye’deki devletçi zihniyetin mevcut durumda alt edilmesinin yegane yolunun Türkiye dışındaki bir aktörle, AB’yle birlikte olabileceğinden bahsetmiştiniz. Bu analiz başka türden bir elitist-modernleştirici/Batıcı yakanın yeniden üretilmesi yahut yine yabancı bir elin bu hikayeye müdahil olması anlamına gelmiyor mu?
Eğer böyle bir kaygınız varsa Batıcı olmazsınız siz de. Şimdi şunu görmek gerekiyor: Türkiye’de bir dinamik var ama o dinamiğin siyasallaşması apayrı bir olgu ve siyasi alan o kadar dar ki o alana girmektense sosyo-ekonomik alanda başını alıp gitme, zengin olma, çocuklarını iyi yetiştirme vs. daha mümkün görünüyor. Dolayısıyla siyasete hiç bulaşmadan da taşra modernleşebilir; ama Kürt meselesi, Alevi meselesi gibi bir sürü başka meselelerimiz devam eder bir yandan da. Ve bunun sonucunda da Türkiye aslında hâlâ aynı noktada, yerinde kalmaya devam eder. Sivil-asker ilişkileriniz hiçbir şekilde düzelmez örneğin. Eğer bunların düzelmesi, değişmesi isteniyorsa tabii ki siyasi aktör olmaya heveslenen ve bunun maliyetini ödemeye hazır olan bir kesimin ortaya çıkması gerekiyor. Öte yandan da bu kesimin çok güçlü bir entelektüel zemine oturması gerekiyor.
Demokrasi, demokratlık dediğimiz kavramlar, özünde Batıcı bir yaklaşımı barındırmıyor mu? Öte yandan da konuşma içinde söylediğiniz Osmanlı gibi yeni çok-kültürlü bir yapı gelenekten gelen “ataerkilliği” barındırmaya devam edecekse demokratlıkla bu yeni oluşacak zihniyet ne oranda uyumlu olacaktır?
Demokratlık Batıcı bir şey değil tabii ki, o bir zihniyet. Batılılar da demokrat değil ki. Batılılar şu an demokrat olmayı öğreniyorlar. İlk başladığımız noktaya dönersek, her şey bir adaptasyon meselesi bir anlamda. Biz ataerkiliz aslında; belki hiçbirimiz bundan tam olarak sıyrılamayacağız. Ama o ataerkilliğin bu dünya evrenselliği içinde yaşayabilmesi, dünyadaki değişimle paralel bir şekilde yeniden kurulmasını, bu da ataerkillikle demokratlığı birleştiren ideolojik bakışların ortaya çıkmasını gerektiriyor. Yani mesela dindarlığa çok daha demokrat bir bakış gerekiyor; ama bu dindarlığı yok eden bir bakış olmak zorunda değil. Kendine özgü çözümlerin üretilebileceğine inanmak gerekiyor biraz da. Zaten halihazırda olan da bu aslında; fakat biz toplum olarak böylesi bir sürecin veya eylemin riskli olması nedeniyle bunu tercih etmiyoruz. Bir yerden sonra her zaman zorunlu adaptasyonlar geçiriyoruz ve bunlar bizim sahip olduğumuz değerlere daha kıskançlıkla sarılmamıza, daha fazla içe kapanmamıza, muhafazakârlaşmamıza neden oluyor. Oysa şu anda bakıyorsunuz, Avrupa kendine demokrat diyordu; fakat göçmenler meselesiyle birlikte öyle olmadığını gördü. Ve şimdi yeniden herkes demokratlık üzerine düşünmeye başladı. Yani burada önemli olan kendinin bir şey olmadığını bilmek ve lüzumsuz övgülerden ziyade yarını nasıl kuracağını hesap edebilmek. Çünkü bu yarın senin yarının, başkasının değil; ama aynı zamanda bu, dünyanın yarını da. Bu bileşimi üretebilmektir asıl mesele ve Avrupa da bunun için çalışıyor. Biz de bunun için gayret ettiğimizde artık Batıcılıktan çıkıyor yaşadığımız bu durum. Bu artık kendinle yüzleşmek anlamına geliyor. “Bütün dünya şu Türkiye’den ibaret olsaydı, ben bu dünyada nasıl bir yarını yaşamak isterdim?” Bu kadar basit aslında cevaplamamız gereken soru.
Paylaş
Tavsiye Et