BİR darbe sürecinin içinden geçmekteyiz. Darbelerle ilgili deneyimlerimiz yeterince artmış olacak ki herkes “28 Şubat’takine benzer senaryoların ne zaman başlayacağı”nı sorup duruyordu. Nihayet Fatih Altaylı’nın programındaki “ahlaksızlıklar” bu sürecin yeniden sahneye konduğu şeklinde yorumlandı. Evet, Fatih Altaylı düğmeye basmıştı belki ama bütün bu olan bitene (biteceklere) sadece bu açıdan bakılabilir mi? En son Taraf gazetesinde deşifre edilen Bilgi Destek Planı ile birlikte tekrar gündeme gelen “derin operasyon” ve medyanın bu süreçteki rolü tam olarak nasıl değerlendirilebilir? Herkesin bildiği bir şeydir: Bir hastalığı üreten mikroba karşı aşı geliştirilir ve bu aşı o mikrobu “yener.” Bununla birlikte, aynı aşı bir sonraki “dönem”in şartlarında aynı etkiyi yapmayacaktır; çünkü aşının kendisini geliştirmesi gibi mikrop da kendisini geliştir(e)bilmektedir. Bu yüzden de elimizde kendini yeni şartlarda başka türlü geliştirebilen bir aşı olmalıdır. İçinde bulunulan yargı darbesi süreci de, 28 Şubat’takinden oldukça farklı bir nitelik taşımaktadır. 28 Şubat’la kıyaslandığında medyanın bu darbe sürecinde daha sakil bir pozisyonda olduğunu görmekteyiz; çünkü medyanın tavrına karşı gerekli aşı artık mevcuttur.
Bu sefer, medyanın kendisinin ana aktör olmadığı çok daha içerden bir süreç söz konusudur. Medya gibi daha “temsili” bir hakikate sahip organizasyonun başını çektiği bir süreç yerine daha hakiki ve daha az temsili bir süreci yaşamaktayız. Bu darbe süreci 28 Şubat ile 12 Eylül’ün biçimsel olarak tam arasında bir yerde durmaktadır: Ne 28 Şubat kadar temsili ne de 12 Eylül kadar gerçektir. Daha önce, birçok sıkıntısı olmakla birlikte yürürlükteki mekanizmaların tamamı (seçimler gibi) insanların kendilerini hâlâ özgür “hissetmelerini” sağlıyordu. Ancak bu son gelişme, insanların var olduğuna inandıkları ve içinden cevaplar ürettiklerini düşündükleri bu mekanizmanın aslında “olmadığı”nı fark ettikleri bir duruma tekabül ediyor. Artık insanlar “yalan” da olsa bu oyunun oynanamayacağını fark etmişlerdir. Anayasa Mahkeme’sinin -Anayasa’ya aykırı biçimde- bir anayasa maddesini yorumlama eylemi, bütün oyunun iptal edildiğini buyurmaktadır: Oyun bitmiştir.
Bu darbe sürecinin daha önceki darbelerin arasında bir yerde durması, medyanın rolünün gerçek anlamını ortaya koymaktadır. Medya bu darbe sürecinde sakil yahut yetersiz kalmaya mecburdur; çünkü hem ona karşı panzehir geliştirilmiştir (medyadaki güç dengeleri değişmiştir), hem de 28 Şubat’ın perde gerisi çeşitli vesilelerle (haber programlarından dizilere kadar) deşifre edilmiştir. Medyanın konumu o kadar belirsizdir ki; kartel medyasının “duayen”lerinden Oktay Ekşi, başlangıçta reddettiği, TSK içerisinde geliştirildiği anlaşılan Bilgi Destek Planı’nın varlığını kabul etmek zorunda kalmaktadır. Oktay Ekşi (ya da Murat Yetkin’in) olan biteni kabul eder görünmesi bir köşeye sıkışmanın göstergesidir.
Daha gerçek bir darbe sürecinde taşeronluk pozisyonunda olan medya gibi kurumlar en hafif tabirle bu süreçte “çark” edebilmektedir. Bu da bizi şaşırtmamalıdır; çünkü her ne kadar arada bir yerde duruyorsa da bu darbe süreci, 28 Şubat göz önüne alındığında, medyanın kendisini de kapsayacak ve 12 Eylül gibi ağır sonuçlar doğuracak bir anlama sahiptir. Medyanın gelinen noktada işlevinin (görece) bitmesi sadece darbenin yeni şartlarda yeni araçlarla yapılıyor olmasından değil; yeni aracın, yani yargının elindeki hakikatin/gücün, medyanın kendisini de alt edici bir yerde durmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla söz konusu olan yalnızca darbeye dair bir aracın/biçimin değişmesi değil, bir mahiyet değişimidir ve hiç de âdeti olmadığı halde medyanın çark etmesi, onun da bu darbe karşısında ezilmesi şeklinde okunmalıdır.
Bununla birlikte buradan, medyanın tamamen işlevsiz kalacağı gibi safdil bir sonuç çıkarılmamalıdır. Taraf gazetesinin yaptığı son haberler tabii ki medyanın hâlâ ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Ama bu aynı zamanda tam da mevcut darbe sürecinin yürütülememesinden dolayı Anayasa Mahkemesi’nin, yani bizzat devletin kendisinin ipleri eline aldığını da gösteriyor. Unutulmamalıdır ki, bu bir medya değil, yargı darbesidir. Sadece Taraf’ın haberinden dolayı psikolojik harp yahut eylem planı deşifre olmamıştır; bizzat yürütülen faaliyetin kendisi farklı bir durumu gerektirdiği yahut artık sadece bu tarz bir psikolojik hareketle iş yürütülemediği için Anayasa Mahkemesi devreye girmiştir. Ve haberin kendisi de böylesi bir sürecin uygulanamadığını anlatmaktadır. Gelinen noktada medyanın anlam ve biçimi de yeniden tanımlanmaktadır ve kartelin bile farkında olmadan gösterdiği tavır bunun net bir kanıtıdır.
Taraf gazetesinin ifşa ettiği gerçeğin de bu bağlamda değerlendirilmesi gerekir. Söz konusu olan, bütün bu süreçte isteyerek ya da istemeyerek etkisiz/güçsüz kalan bir “kuvvet”in, yapabileceklerini hatırlatmasıdır. Başka bir ifadeyle, Taraf’taki haberlerin kendisi metaforik olarak medyanın nasıl da sakil bir pozisyonda kaldığını, daha doğrusu nasıl da rencide edildiğini gözler önüne sermektedir. Medyanın eğer bir kuvvet olması söz konusuysa, bu ancak, yalan da olsa, belirli bir durumun çarpıtılmasıyla mümkündür. Oysa Taraf’ın yayınladığı haberler, medyanın kendi sınır durumunu da göstermektedir. Bu sınır durum, tam olarak ötesine geçtiğinde kendi varlığının tamamen ortadan kalkacağı “sıfır noktası”dır. Aynı haberler, paradoksal bir biçimde, medyanın kendi gerçekliğinin/namusunun, sahip olduğu güçlerden feragat etmesiyle gerçekleşebileceğine işaret etmektedir. Ve medyanın, eğer bir gün olacaksa, hem sınırlarını ve hem de gücünü ortaya koymaktadır. Bu ise, medyanın sadece TSK’yla girdiği bir mücadele değil; bizzat kendisine, kendi ahlaki kuralsızlığına duyduğu önlenemez bir tepkidir.
Etyen Mahçupyan, Anlayış’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşide, Ergenekon Çetesi ile ilgili yapılması gereken soruşturmaya dair adımların bir yerde duracağını, çünkü insanlara “atacağı herhangi bir adımın tetikleyeceği gelişmelerin nerede duracağının bilinmemesinin korkutucu” geldiğini belirtmiş ve eklemişti: “Yerine bir şey koymadan herhangi bir şeyi ortadan kaldırmanız çok da kolay değildir. Siyasi sistem boşluk tanımaz ve bir şekilde o boşluğu doldurur. Herhangi bir kuruma yozlaşma dokunduğu anda, ancak o kurumu yeniden yaşatacak şartları oluşturarak, ortaya çıkan yozlaşmayla başa çıkabilirsiniz. Bu da aslında kurumun kendi içinden de temizlenmek istenmesi gerektiğini ima ediyor. Ancak o zaman bu eylemin sonuna kadar gerçekten gidebilirsiniz.” Mahçupyan’ın “çete” için söylediği medya için de geçerlidir ve Taraf gazetesinin yaptığı bu eylem, tam olarak böylesi sınır/ahlaki bir harekettir. Çünkü belki de çeteleşmekten ilk çıkması gereken, bizzat “çete”nin taşeronluğunu yapan medyanın kendisidir.
Paylaş
Tavsiye Et