VİYANALI Johann Strauss’ların “oğul” olanının kompoze ettiği “Güzel, mavi Tuna’nın kıyısında” valsine, kısaca “Mavi Tuna”ya kulak vererek, Macarların “Duna” dediği nehrin gerçekten mavi akıp akmadığını gözlerimizle görmek için yolumuzu Budapeşte’ye düşürüyoruz bir mayıs sabahı. Ziyaret edilecek yer, Budapeşte gibi “gezgin-yoğun” bir dünya kenti ise, çok iyi ve detaylı hazırlanmış şehir rehberlerine, “nişangâh” haritalarına kitaptan internete, daha gitmeden ulaşabiliyor, yaygın ve düzenli ulaşım ağını hesaba katarak gezinizi adım adım programlayabiliyor ve hedef adresinizi -Google map’te “raptiye” koyar gibi- dört bir yandan kuşatabiliyorsunuz.
Otelimize yüklerimizi atıp şehrin akışına bırakıyoruz kendimizi. Hedef ise “Deak Ter”; üç metro hattının kesiştiği, Peşte’nin “sıfır” noktası. Peşte’nin “sıfır” noktası diyoruz; çünkü Budapeşte’nin “orijin”i, Asma Köprü’nün Buda’ya bağlandığı yerdeki “Sıfır Kilometre Taşı.” Ziyareti kolaylaştıran bütün şehirlerde olduğu gibi, Budapeşte’nin de “şehir kartı” var. Biz 48 saatlik olanından satın alıyoruz, iki gün boyunca, şehir içi ulaşımını ve birçok müze girişini ücretsiz kılmak için. Nasıl ki bir “metropolis” harita üzerinde metro hatlarını “çözdüğünüzde” kendini ele veriyorsa, nirengi ağını da “ayne’l-yakin” olarak otobüsle yapılacak bir şehir turunda teslim ediyor.
Budapeşte metrosu; New York, Londra ya da Paris metroları kadar “girift” bir ağ dokumasa da, Macarların Prens Arpad’ın liderliğinde 896 yılında Karpat dağlarını aşarak bugün yaşadıkları topraklara gelişlerinin 1000. yılına yetiştirilen ve 1896’da faaliyete sokulan “1 Numaralı Hat” nedeniyle önem ve özellik arz ediyor.
Üç saatlik şehir turumuz, Peşte düzlüğünden Buda’nın tepelerine, Tuna’nın köprülerinden mayıs yağmuruna, “kompakt” bir Budapeşte sunuyor bize. Buda, Peşte ve kuzeydeki Obuda (eski Buda) şehirlerinin 1873’te, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu zamanında birleştirilmesiyle ortaya çıkmış Budapeşte. Kurulduğu gün bile 1,8 milyon nüfusu olan büyük bir şehirmiş.
Tur, başladığımız noktada sonlanınca ilk gittiğimiz yer, Aziz Istvan Bazilikası oluyor. Ülkenin en büyük kilisesi olan yapı, 1000 yılında Estergon merkezli bir krallık kuran, Macarları paganlıktan çıkarıp Hıristiyanlaştıran ve bu “hizmet”inden dolayı Vatikan tarafından “aziz” ilân edilen Kral Istvan’ın adını taşıyor. İnşasına 1851 yılında başlanan, iki mimarının ömrü, tamamlandığı 1905’i görmeye vefa etmeyen kilisenin içindeki Hakikat Şapeli’nde Istvan’ın “mumyalanmış sağ eli”ni “ziyaret etmek” mümkün.
Almanya’daki Kara Ormanlar’dan doğan, 2.850 km boyunca 9 ülkeyi dolaşarak iki kol halinde Karadeniz’e dökülen, Volga’dan sonra Avrupa’nın en uzun nehri olan Tuna; Viyana, Bratislava gibi başkentlerden bir diğer başkent Belgrad’a Buda ve Peşte’yi kuzeyden güneye ayırarak gidiyor. Tuna’ya inat, Buda ve Peşte’yi birbirine bağlayan 9 köprüden en güzeli, nehrin üzerine kurulu ilk köprü olarak 1849’da açılan ve 2. Dünya Savaşı’nda şehrin hemen bütün önemli yapıları gibi bombalanınca 1949’da ikinci açılışı yapılan “Asma Köprü.”
Peşte kıyısının en görkemli yapısı, 19. yüzyıl gotik mimarisinin şaheser örneği Britanya Parlamento binası “Westminster Palas”a öykünerek 1885-1904 yılları arasında inşa edilen Parlamento Binası. 18.000 metrekare üzerine kurulu binanın -tabandan kilit taşına- kubbe yüksekliği, Aziz Istvan Bazilikası’nın kubbe yüksekliğine denk: 96 metre.
Genç ve yayvan Peşte’nin aksine Tuna’nın batısında yükselen Buda ihtiyar bir “kale-kent.” 1541 yılında Sultan Süleyman Han devrinde fethedilen “Nazlı Budin”i dolaşırken Evliya Çelebi’nin dökümlediği “25 cami, 47 mescid, 12 medrese, 16 mektep, 10 tekke-türbe, 2 hamam, 9 han, 8 ılıca”lık envanterden gözümüze bir şey çarpmaması iç burkucu. Teselliyi, kale surlarının kuzeyindeki bir gül bahçesi içinden nehrin ortasındaki yemyeşil Margaret Adası’na ve Peşte’ye bakan 16. yüzyıl Bektaşi erenlerinden Gül Baba’nın ikliminde arıyoruz.
Buda’nın en büyük mâbedi, Osmanlı devrinde 145 yıl boyunca “Ulu Cami” olarak hizmet gören Matiyas Kilisesi. Matiyas Kilisesi’nin hemen bitişiğinde, adını eskiden burada bulunan balık pazarından alan “Balıkçı Tabyası” bulunuyor. Budapeşte’de geçirdiğimiz üç gün boyunca yağan “kırkikindi”nin ikincisine burada yakalanıyor, tabya içindeki kafeteryada canlı Çigan müziği ve kahveyle ısınıyor, revaklar arasından buğulu Peşte’yi seyre koyuluyoruz.
Buda seferlerimiz Peşte’ye dönüşe mahkûm. Deak Ter kavşağından başlayan şehrin en geniş ve gösterişli caddelerinden biri “Andrassy.” Yeşillikler içinde kuzeydoğuya doğru uzayan cadde, şehrin en büyük açık alanı olan Kahramanlar Meydanı ile sonlanıyor. Kahramanlar Meydanı’nın odağında, Macarların bu coğrafyadaki 1000. yılının anısına dikilen, tepesinde Melek Cebrail’i temsil eden bir heykelin bulunduğu “Binyıl Sütunu”, hemen önünde “Meçhul Asker Sandukası” bulunuyor. “Binyıl Sütunu”nun arkasında, çeyrek çember şeklindeki iki uzun kaidede Macar tarihinin 14 büyük simasının heykelleri var. Kahramanlar Meydanı, şehrin büyük toplumsal etkinliklerine sahne olmuş, müteveffa Papa 2. Jean Paul, 1991 yılındaki ziyaretinde bu meydanda on binlerin katıldığı bir ayin icra etmiş.
Klasik müzik denince Macaristan’da akla ilk Franz Liszt gelir. “Piyanonun kralı” olarak ünlenen ve en çok “Macar Rapsodisi” ile sevilen bestecinin adı Budapeşte’de müzik akademisine ve bir meydana verilmiş, yaşadığı ev müze yapılmış. Liszt öldüğünde henüz 5 yaşında bir çocuk olan Bela Bartok da Macarların bir diğer büyük bestecisi ve piyanisti. Aslen bir halk müziği derlemecisi olan Bartok, 1930’lu yıllarda yaptığı Türkiye ziyaretlerinde, Adnan Saygun ile Osmaniye yöresinde “türkü” derlemiş. Ardışık hayatlar süren bu iki Macar bestecinin ortak özelliklerinin en “emperyal” olanı, herhalde, her ikisinin de İmparator Franz Joseph devrini görmüş olmalarıdır. Franz Joseph’in 68 yılı saltanatta geçen 86 yıllık hayatı, Viyana’da Schönbrunn Sarayı’nda başlamış ve orada sonlanmıştır.
Yahudiler için önemli olan kentte, dünyanın ikinci büyük, Avrupa’nın en büyük sinagogu olan Dohany Sinagogu’nu rehber eşliğinde dolaşıyoruz. Siyonizm’in fikir babası Theodor Herzl’in hemşehrisi olmakla övünen Peşteli rehberimizin, Mağribî üslûpta 5 yılda inşa edilen ve 1859 yılında ibadete açılan sinagogun iç süslemesinde 45 kg altın kullanıldığını, bunun, Parlamento binasının iç süslemesinde kullanılan 40 kg’dan fazla olduğunu övünçle vurgulamasındaki “karakteristik yaklaşım” bizi gülümsetiyor.
Dopdolu geçen “iki geceli üç gün”ün sonunda gelip çatan ayrılık saatinde kırkikindi arkamızdan su serperken, “Tuna’nın sadece âşıklara mavi göründüğü” yargısını doğrulamanın “Bende Mecnun’dan füzun âşıklık istidadı var” iddiasındaki Fuzulî için bile güç olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et