Söyleşi: Fahrettin ALTUN, Hilal TURAN
Türkiye’de düşünce ve bilgi üretiminin en temel problemlerinden bir tanesi, üniversite ve yükseköğretimin birbirleriyle özdeşleştirilmesi. Modern iktidarların temel dayanaklarından biri olan kitlesel eğitim paradigması, ne yazık ki üniversitelere de sirayet etmiş durumda. Oysaki üniversiteyi tek başına bir eğitim kurumu olarak ele almak, üniversite fikriyatına ters bir durum.
Türkiye üniversitelerinin merkezî bir akıl tarafından, devletin öncelikleri esas alınarak yönetilmesi, otantik düşüncenin, geçerli bilginin ve eleştirel çözümlemelerin üretimini zora sokuyor. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) da, bu süreçte devlet ve ideolojisi adına üniversiteleri denetleyen ve 12 Eylül İhtilali’ni gerçekleştirenlerin dizayn ettikleri bir denetim mekanizması.
Üniversite, farklı fikirler ve farklı bilgi üretim merkezleri arasındaki müzakere ve gerilimlerin, içerisinde eridiği bir mekan olabildiğinde esas anlamını bulmuş olacaktır. Bu konu üzerinde düşünmek, araştırmak ve tartışmak, Türkiye’de düşüncenin önünü açacak; siyasal korkularımızdan kurtulmamıza imkan tanıyacaktır.
Bu çerçevede bu ay duyarlı bir entelektüel, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Şentop ile YÖK başta olmak üzere, Türkiye’deki üniversitelerin temel problemlerini ve çözüm yollarını konuştuk.
YÖK deyince aklımıza hep bir yığın problem geliyor. YÖK neden problemdir, niye onu hep sorunlu bir kurum olarak algılıyoruz? Bizim algılamamızda mı yoksa YÖK’ün bizatihi kendisinde mi bir problem var?
YÖK de dâhil olmak üzere, Türkiye’de pek çok anayasal kurumun, devlet kurum ve organlarının bizatihi kendilerinde problem var. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne dek devlet kurumları tabii bir süreç içerisinde ortaya çıkmadılar. Tarihî gelişimlerinde bir kırılma; yıkılma ve yeniden inşa edilme söz konusu. YÖK örneğinden konuşacak olursak, Osmanlı Devleti’nde üniversite geleneği oldukça gelişmişti. Elbette devletin çöküş döneminde, 18. ve 19. yüzyıllarda ciddi problemleri vardı bu üniversite geleneğinin. Ancak Tanzimat döneminde medreseler ıslah edilip aksayan yönlerine o gelenek içerisinde bir düzeltme yapılması yerine, tümüyle bir kenara bırakılarak Darülfünun mahiyetinde yeni kurumlar ihdas edildi. Bunlar başlangıçta deneme mahiyetindeydi. İki sene açık kaldıktan sonra kapatıldılar; üç-beş sene sonra tekrar kuruldular. İstanbul Darülfünunu nihayetinde 20. yüzyılın başında kurulmuş oldu. Medreseler de bu süreçte varlığını devam ettirdi. Cumhuriyet’ten sonra belli bir süre yine aynı yapı devam etti; ancak 31 Temmuz 1933’te Darülfünun ilga edildi, hemen ardından İstanbul Üniversitesi kuruldu.
“1933 reformu” diye adlandırılan bu hadise, çok başarılı bir hamle olarak anlatılır. Siz buna katılıyor musunuz?
Tabii bu biraz baktığınız yere bağlı. Bunu ilerici bir hareket olarak görebilirsiniz; ama üniversitelerde özellikle öğretimde ben şahsen geleneğin yöntem olarak da muhteva olarak da önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple de bir geleneğin ortadan kaldırılması olarak görüyorum bu hadiseyi. Neticede yurt dışından, Almanya’dan hocalar getiriyorsunuz. Bunlar alanlarında çok iyi hocalar olabilirler. Ama yeniden yapmaya çalıştıkları şey ne kadar Türkiye’ye ait tartışılır. Darülfünunun elbette çok ciddi sorunları vardı. Ama bu sorunları halletmek için onu yıkmak gerekmiyordu; gelenek içerisinde yeniden yapılandırılabilirdi. Ancak bu yol tercih edilmedi, Darülfünunun yerine üniversite kuruldu.
Bu aşağı yukarı 27 Mayıs 1960 Darbesi’ne kadar devam etti. Bu arada bir de 1946’da çıkartılan Üniversiteler Kanunu var. Bu kanun Batılı anlamda modern bir üniversite çerçevesi çiziyordu. 1960’ta bu kanunda önemli değişiklikler yapıldı. Üniversiteler bir açıdan özerkleştirildi; devletin, hükümetin, Milli Eğitim Bakanlığı’nın üniversite üzerindeki yetkileri kaldırıldı. Daha sonra 12 Mart 1971’deki müdahaleden sonra bu üniversiteler kanunu da kaldırıldı; yerine 1750 sayılı yeni bir üniversiteler kanunu getirildi. Aslında, yükseköğretime merkezî yapılar getirmeyi amaçlayan bu kanun, YÖK Kanunu’nun da bir başlangıcıdır; ilk modelidir. 1971’de kurulan YÖK, tabii ki bugünkü anlamıyla YÖK değildi ve şimdiki gibi geniş yetkilere sahip değildi. Ama yine de üniversiteler üzerinde koordinasyon çapında da olsa ufak tefek yetkileri vardı. Daha sonra Anayasa Mahkemesi, YÖK’ün hem teşekkülünü hem de yetkilerinin önemli bir kısmını iptal etti. Böylelikle YÖK, kanunda ismi duruyor olsa da, fiilen işlemez hale geldi.
12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra yine eski sistem bütünüyle yıkıldı ve Yükseköğretim Kanunu getirildi. Burada meydana gelen anlayış değişikliği, kanunun içinde de adında da göze çarpıyor aslında. Yani üniversite başka bir şey, yükseköğretim başka bir şeydir. Nitekim yükseköğretim, üniversite olmayan kurumları, meslek yüksek okullarını da içeriyor. Üniversitenin amacıyla ilgili bir tartışma burada devreye giriyor. Üniversitenin birinci amacı bilim üretmektir; öğretmek ise tali amaçtır. Yükseköğretim dediğiniz zaman öğretimi hedefleyen bir kurum kurmuş oluyorsunuz. Netice itibarıyla 12 Eylül’den sonra da eski yapının yıkıldığını, yerine yeni bir şey kurulduğunu görüyoruz. Sorun da buradan, yani Türkiye’de bir üniversite geleneği oluşturulamamasından doğuyor bence.
Bütün bu tarihî sürece baktığımızda, Tek Parti döneminde 1946’daki düzenlemeyi saymazsak, üniversitelerle ilgili düzenlemelerin tümünün darbe sonrasında yapıldığını görüyoruz. Peki, siyasi iradenin bu alanda herhangi bir dönüşüme istekli olmamasını ya da bununla ilgili girişimde bulunamamasını, bu çekinik tavrı nasıl izah etmek gerekir?
Üniversiteler aslında tuhaf bir şekilde, çok büyük ölçüde Türkiye’de siyasetin içindeler ve siyaset üzerinde etkililer. Osmanlı’da Darülfünuna 1919’da özerklik verilmişti. Darülfünun eminini müderrisler kendi aralarından seçiyorlardı. 1925’te de Bakanlar Kurulu kararıyla Darülfünunun bu özerkliği tanındı. 1933 reformundan önce ise Maarif Vekili’nin talimatıyla Darülfünunun yeniden düzenlenmesine, özerkliğinin geri alınmasına yönelik hazırlıklar başlatıldı. O tarihlerde özerkliğin geri alınacağına yönelik konuşmalar kendisine nakledilince Darülfünun Emini İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “İmparatorluğun vermiş olduğu özerkliği, Cumhuriyet hükümeti geri alamaz” diyor. Fakat 5-6 sene sonra Maarif Vekili olan Reşit Galip, bunu naklederken, “Böyle dedi ama Darülfünun yıkıldı, kendisi de bu enkazın altında kaldı” diyor. Şimdi, bir darülfünun emininin 1932’de tek parti iktidarında “Hükümet, özerkliği elimizden alamaz” diyebilmesi çok büyük bir özgüveni gösteriyor. Üniversitelerin bu gücü nereden bulduğunu düşünmek lazım.
1950’li yıllarda üniversitelerin siyasette çok etkili olduğunu, Menderes Hükümeti’ne karşı en etkin muhalefetin üniversitelerden geldiğini, hatta darbeyi hazırlayan şartları üniversitelerin geliştirdiğini ve organize ettiğini biliyoruz. Özellikle de İstanbul Üniversitesi’nin… Sonrasında aslında darbenin sonuçlarını ağırlaştıranlar da yine hocalar. Cemal Madanoğlu’nun anılarında anlattığına göre, ilk darbe akşamında milletvekilleri ve bakanlar tutuklandıktan birkaç gün sonra “Her yer doldu bunlarla, artık yavaş yavaş salalım” diye konuşuluyor. Hocalar ise buna engel oluyor ve “Eğer siz bunları serbest bırakırsanız, darbenin niye yapıldığı o zaman sual edilecek. Darbenin meşruiyeti tartışılacak. Bunları cezalandırmak lazım ki darbe bir meşruiyete sahip olsun” diye karşı çıkıyorlar serbest bırakılmalarına. İşte bu Yassıada Mahkemesi’ni ve idamları organize edenler de daha sonra Anayasa’yı hazırlayanlar da aslında üniversite hocaları. 60’lı yıllar ise zaten 68 kuşağının üniversiteler ve siyasette hâkim olduğu yıllar. 70’ler ve 80’lerde de bu durum devam ediyor. Son zamanlarda da yaklaşık 5-6 yıldır siyasi iktidarın en büyük ana muhalefeti üniversiteler ve YÖK oldu.
Dolayısıyla Türkiye’de üniversitelerin kendilerinden menkul bir güce, iktidara sahip oldukları aşikâr. Ben siyasetçilerin üniversitelerin bu gücünden biraz çekindiklerini düşünüyorum. Öte yandan tabii siyasetçilerde de problemler var. Siyaset genelde Türkiye’de tabandan gelen bir hareket; halbuki üniversiteler Türkiye’nin daha ziyade elit kesimlerine hitap ediyor. Üniversitelerin kendilerine mahsus bir dünyaları var; bir anlamda kurtarılmış bölgeler. Bugünkü sıkıntı da zaten bu kurtarılmış bölgeye müdahaleden doğuyor. Bu alanın sorunlarını ve yapıyı tam olarak bilmedikleri ve çekindikleri için siyasetçiler pek müdahalede bulunamamışlar. Üniversitelerle ilgili siyasi partilerin programları çok genel geçer cümlelerden ibaret; hükümet programlarında da yine esaslı birtakım tedbirler, düzenlemeler düşünülmediğini görüyoruz. Türkiye’de üniversiteler, başka ülkelerde görülmeyecek kadar siyasette etkin bir güç; siyasetçiler de şimdiye değin üniversitelere hem bilgi eksikliği nedeniyle hem de belki uğraşmaktan çekindikleri için bir formül, bir çözüm düşünememişler. Bu sebeple bu alandaki düzenlemeler hep askerî darbe dönemlerinde yapılmış.
Türkiye’de üniversiteleri idare edenler, aynı zamanda bir zümrenin de temsilcileri ve o zümre, siyasette etkin olan, halkı temsil eden kimselerle bir tür kan uyuşmazlığı yaşıyor. Bir de pozitivist kültür, üniversitedekilerin kendilerini doğru ve yargılayıcı bilginin sahibi olarak görmelerini ve bu da sürekli bir yargılamayı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu vazetme gibi bir yaklaşımı beraberinde getiriyor. Buradan şöyle bir noktaya gelelim isterseniz. YÖK, temsil ettiği üniversite fikriyatıyla, daha “özgür düşünce”nin ve toplumun ihtiyaçlarına karşılık gelen bilgi üretiminin merkezi olamıyor. Halihazırda yeni bir YÖK Başkanı geldi. Yeni Başkan’la birlikte birtakım düzenlemelerin yapılacağı varsayılıyor. Problemli bir kuruma “problemsiz görünen biri”nin başkan olmasını nasıl değerlendirmek gerekir?
Türkiye’deki üniversite sorunu, sadece kurumların başındaki yöneticilerden kaynaklanan bir sorun değil. YÖK’ün ve üniversitelerin her şeyden önce yapısal sorunları var. Neticede bunlar 12 Eylül’le beraber kurulan yükseköğretim kurumları. Bakıyorsunuz, kurumun adı üniversite ama birinci hedefi bilim üretmek değil. Üniversitelerin amacıyla ilgili düzenlemeler çok ilginçtir bu anlamda. 1750 sayılı kanunun 4. maddesi yükseköğrenimin amacını şöyle anlatır: “Öğrencilerini Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda, Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi, kültürel değerlerini taşıyan; toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan; aile, ülke ve millet sevgisiyle dolu, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren…” Yani ihtilal bildirilerinde rastlanan amaçlar adeta yükseköğretimin amacı olarak kanuna konulmuş. Halbuki 1971’de çıkarılan kanundaki maddede geçen “milli, manevi değerlere bağlı” ifadesi, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyor o zaman. Mahkeme, “Üniversiteler üniversal kurumlardır. Dolayısıyla yerel değerlerin bir amaç olarak konulması doğru değildir” diyor. YÖK Kanunu’nda ise aksine bu madde, çok daha detaylı olarak yer alıyor. Ancak pratikte bunu uygulamak mümkün değil. Örneğin Etiyopya’dan bir öğrenci buraya Tıp Fakültesi’nde okumaya geliyor. Bu öğrenciyi Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda Türk milletinin milli ve manevi değerlerine bağlı bir kişi olarak yetiştirmenin bir anlamı var mı? Bu adam okuyup gidecek Etiyopya’ya.
Şimdi buradaki öncelikli mesele, yükseköğretimle ilgili bu anlayış. İkinci mesele de yükseköğretimin yapılanması problemi ki bu da 1971’de ortaya çıkıyor. Mesela 1946 Kanunu ilk olarak fakülteleri, fakülte kurumunu, fakülte yönetim kurulunu, dekanlığı; daha sonra üniversiteyi, ardından da üniversiteler arası kurulu düzenliyor. Şimdiki yapıda ise önce YÖK’ün, daha sonra üniversite ve fakültelerin düzenlendiğini görüyoruz. Yani yukarıdan aşağıya doğru bir yapılanma söz konusu. Halbuki üniversitelerde temel kurumlar, yani öğretimi yapan, fakülteler. Üniversite üst kurum, bir şemsiye kurum; keza YÖK de. Yani düzenlemenin mantığında da bir problem var. Burada amaç hiyerarşik yapılanmayı oturtmak, kurmak. Yani üniversiteler gerek amaç gerekse yapı itibarıyla bilim öğreten kurumlar olarak tasarlanmamış.
YÖK’ün ilk kuruluş zamanına göre önemli değişiklikler oldu tabii. İlk kurulduğu zamanki YÖK Kanunu’na göre YÖK başkanını rektörler aday gösteriyor, cumhurbaşkanı da direkt olarak atıyordu. Yani seçim yapılmazdı; hatta bir üniversiteye, başka bir üniversiteden birini rektör olarak atamak da mümkündü. Bu durum 1990’ların başında kısmen değişti. Şimdiki mevcut yapıda ise kuruluşundan kaynaklanan kurumsal ve yapısal problemler var. O bakımdan kurulun başına problemsiz bir insanı getirmiş olmak, sonuç itibariyle bu sorunları çözmez. Ama yönetimle ilgili de sorunlar var tabii, bunu da dikkate almak lazım.
Peki, kaliteli bir üniversite için YÖK dediğimiz mekanizmanın kalkması mı gerekiyor? Yahut kurulun kaldırılamayacağı, iyileştirileceği söylense, yapılması gereken şeyleri nasıl formüle edersiniz?
Tabii burada iki temel problem var. Birincisi kurumsal problem. Fakat şunu da unutmamak lazım, Türkiye 28 Şubat sürecinden bu yana 10 yıldır, sosyal hayatın birçok alanında ve pek çok kurumda olduğu gibi üniversitelerde de çok ciddi patolojik sorunlar yaşıyor. O bakımdan, “hemen ideal bir üniversite kanunu, YÖK kanunu yapalım ve yürürlüğe koyalım” dersek bence bu patolojik durumları tamamen göz ardı etmiş oluruz. Onun için üniversitelerde öncelikle bir rehabilitasyon dönemine ihtiyaç var. Bu rehabilitasyon sürecinde temel ilkeler, bilim üretmeyi, bilimsel özgürlüğü esas alan ilkeler olmalı. Bu çerçevede YÖK’ün bu rehabilitasyona yardımcı olması gerekir.
Ne yapılması gerektiği konusunda ise çok kesin, pratik çözümler söyleyebilmek mümkün değil. Ancak önce bütün üniversitelerin tek tek incelenmesi gerekir. Türkiye’deki YÖK sisteminin en temel problemi de zaten bütün üniversiteleri eşit kabul etmesi. İstanbul Üniversitesi’yle Tekirdağ’da yeni kurulan Namık Kemal Üniversitesi YÖK’ün nazarında eşit. Yapıyı ve işleyişi belirleyen kanunlar da bu farklı yapıya sahip iki üniversite için aynı. Halbuki bu böyle olmamalı. Mesela Marmara Üniversitesi’nde çok farklı fakülteler var; biz kendi üniversite bünyemizde bile bunun sıkıntısını yaşıyoruz. Akademik takvimle ilgili sıkıntı var. Hukuk Fakültesi’yle, Tıp Fakültesi’nin takvimlerini aynı yapabilmek mümkün değil. Bu tek tip üniversite yapısından kurtulmak lazım. Yavaş yavaş bütün üniversiteleri inceleyip, üniversitelerin kendine mahsus birtakım yapılanmalara kavuşmalarını sağlamayı en azından bir zihin jimnastiği olarak düşünmek gerekir bence. Yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın da bütün üniversiteleri gezme gibi bir niyeti vardı. Sanıyorum buna başladı. Fakat eğer sadece üniversite rektörleriyle ve idarecilerle görüşüyorsa, sorunlarla ilgili bir gelişme kaydedilmez. Bütün üniversiteleri bizzat kendisinin gezmesi, hatta belki üniversite sorunlarıyla ilgili olarak birtakım heyetler kurup, incelemeler de yaptırması gerekir.
Bu tabii sorunların bir boyutu. İkinci boyutuna gelince, bence mevcut hiyerarşik yapılanma sadece YÖK’ten kaynaklanmıyor. YÖK üniversiteler üzerinde hangi yetkilere sahipse, üniversite bünyesinde rektör, fakültede de dekan aynı yetkilere sahip. Şimdi bu konuda sadece YÖK Başkanı’nın iyi niyetli olması yetmez. Rektörlerin de, dekanların da iyi niyetli olması gerekir. Bu anlamda özellikle üniversitelerin altyapısıyla ve işleyişiyle ilgili olarak ilk etapta idari ve akademik işlerin birbirinden ayrılması düşünülebilir. Ben de fakültede idari görev yaptığım için bu konudaki sıkıntıları biliyorum. Her gün binlerce evrak geliyor. Bunların bir kısmı temizlik şirketinin işleriyle, bir kısmı amfilerdeki hoparlör sisteminin bozulması yahut odalarda öğretim üyelerinin bilgisayarlarının, yazıcılarının eksik olması gibi işlerle ilgili. Bu işlerle akademisyenler uğraşmamalı; üniversitelerin bu tür idari işleri ayrı bir birim tarafından yürütülebilir. Mesela yıllarca tıp fakültesinde iç hastalıkları profesörlüğü yapmış bir kişinin, temizlik şirketleri için ihaleye çıktığında bu işin detaylarını bilebilmesi mümkün değil. Bu ayrı bir iş.
İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu, epey mahirdi bu gibi işlerde anlaşılan.
Onun halefi olan Mesut Parlak ise “Bu işler bizim işimiz değil” dedi. Doğru olan da budur. Akademisyenlerin akademik işlerle ilgilenebilmesi için idari ve akademik işlerin ayrılması temel çözüm olarak düşünülmeli. Bunun üniversitelerde yönetim kavgasını önleme yönünde bir faydası da var; rektörlüğü, dekanlığı önemli hale getiren zaten bu tür işler. Bu işler devre dışı bırakıldığı zaman, üniversitelerde dekanlık ve rektörlük de kavga konusu olmaktan çıkarak, daha çok bilimsel nitelikleriyle sivrilen kişilerin yer alacağı bir tür onur görevi haline dönüşecektir.
Türkiye’deki üniversitelerde öncelikle yapılması gereken şey konsültasyon. Bir de tabii yeni YÖK Başkanı bilimselliğin önemiyle ilgili konuşuyor; bu konuda başka ne yapılabileceğini araştırmak ve bu konuyla ilgili tartışmaları üniversitelerde de yaygınlaştırmak lazım. Türkiye’de üniversiteler halen bilimselliği, bilim adamlığını değil de belli bir ideolojik taraftarlığı önemsiyor. Belli bir ideolojinin taraftarıysanız, bilimsel çalışmalarınız olmasa da yeterli ve önemli bir şahıs olarak görülüyorsunuz. Bunun kırılması lazım. Tabii bir de genel olarak Türkiye’deki bilim anlayışıyla ilgili sorunlar var. Yurtdışından, özellikle Almanya’dan gelen hocaların getirdikleri pozitivist anlayış, aslında 1930’ların, 40’ların anlayışı. Ama Türkiye’de üniversiteler felsefi anlamda hâlâ oradalar. Halbuki dünyada çok değişiklikler oldu. Bunun öğretilmesi lazım artık. Mesela, bakıyorsunuz bir öğretim üyesi alanında hakikaten çok başarılı bir akademisyen; ama günlük siyasetle ilgili bir konuyu değerlendirirken tamamen çuvallıyor. Konuyu sokaktaki vatandaşın perspektifinden daha da aşağı bir perspektifle ele alıyor. Hukuk profesöründe bile aynı şeyi görüyorsunuz. Kendi alanında çok iyi; ama işte Van’da üniversitede oruç tutmadığı için bir görevlinin dövülmesi gibi münferit bir hadiseden Türkiye’nin geneline dair bir yorum, bütüncül bir sosyal ve siyasi model çıkartabiliyor. Halbuki kendisi ceza hukukunda ya da sosyolojiyle ilgili bir çalışma yaparken şunu biliyor ki; bir neticeye varabilmek için tek bir vakadan hareket edilemez. Kendi alanında bir makaleyi, bu bakış açısıyla yazmış olsa, bunun geçmesi, yayımlanabilmesi mümkün değil. Bu tabii genel olarak bilim anlayışından kaynaklanıyor. Bir de bilimsel formasyonun ne kadar deforme olduğunu gösteriyor.
Buraya kadar söylediğiniz problemlerin esası, temelde merkezîleşmeyle, merkezî yapıyı dayatmakla alakalı. Aynı şeyi akademik kalite standartlarında da dayatıyor YÖK. Örneğin yaptığınız çalışmanın belli bir tip dergide, indekste bulunması gerekiyor; aksi takdirde sizin yazınızı kaliteli saymıyor. Mesela kitap yazmanız çok önemli değil; zira bildiri, rapor yahut makale yazarak ürettiğiniz eseri akademik kamuoyuna duyurabilirsiniz. O nedenle örneğin YÖK’ün formatında kitap diye bir yayın bölümü yok. Bu tür bir merkezî ve problemli formatlama ile nasıl bir akademik standart oluşturulabilir?
Aslında akademik kaliteyle ilgili tek bir standardın olabilmesi mümkün değil. Çeşitli bilim alanlarıyla ilgili, farklı standartlar olmalı. İkinci olarak da burada tamamen kantitatif bir değerlendirme yapılıyor. Makale sayısı ve belli hakemli dergilerde yayımlanmış olma meselesini kastediyorum. Buradaki temel mesele şu: Bir yazının şekil bakımından ve metodolojik olarak değerlendirilmesi belki mümkün olabilir. Ama bir yazının içeriğiyle ilgili değerlendirmeyi bir hakeme havale etmek, bir anlamda sansürdür. Hakem yazıyı yazan kadar o alanda bilgili olmayabiliyor mesela, bilmediği için de karşı çıkıyor. Bu bilimselliğe de aykırı. Makaleleri, yazan kişiye de savunma hakkı tanınmalı.
Bir de uluslararasılık meselesi var bu tip yayınlarda. Tıpla ilgilenenler, sözgelimi bir ilacın test edilmesiyle ilgili üç-beş sayfalık bir makaleyi Amerika’daki bir dergide yayımlayabilirler. Ama ben Türk Medeni Kanunu’ndaki miras hükümleriyle ilgili bir makaleyi Amerika’daki bir dergide nasıl yayımlayabilirim ki? Bu, tamamen Türkiye’ye mahsus bir konu. O bakımdan ulusallık-uluslararasılık da çok tartışılacak bir mesele; bu, alana göre değişebilmeli. Tamamen böyle kantitatif kriterlerle değerlendirmek yanlış. Doçentlik sınavları da tez sınavlarının bir devamı mahiyetinde, tamamen formlar şekline dönüştürüldü. Bir doçentin yeterliliğini, bir formda yazmış olduğu bilgilere dayalı yarım saatlik bir ölçüme bağlamak yanlış. Eskiden bu konuda çok gelişmiş sistemler varmış Türkiye’de. Mesela hocalar, bir doçenti derse sokup izliyorlarmış ders anlatmasını; deneme dersleri gibi dersler varmış. Netice itibarıyla bu konularda biraz daha esnek sistemler getirilmeli. Çünkü bilimselliğin bütün alanlarda tek bir bilinen standardı yok. Aslında bu da Türkiye’de pozitivist bakış açısının bir sonucu. İçeriği dikkate almayan bir bakış açısı bu.
Üniversitelerin en önemli problem alanlarından birisi de mali sorunlar. Sizin bu sorunun çözümüne yönelik önerileriniz neler? Yeni YÖK Başkanı’nın geçtiğimiz günlerde “Üniversiteleri paralı yapmalıyız” şeklinde bir açıklaması oldu. Bu, mali sorunları aşmak için yeterli bir çözüm müdür; eğitimde fırsat eşitliğini, sosyal adaleti nasıl etkiler?
Tabii üniversitelerin mali bakımdan ciddi sorunları var. Ancak bu konuda yapılmış yeterli çalışmalar yok. Her üniversitenin mali sorunları farklı. Üniversitelere devlet tarafından ayrılan ödenekler konusunda da mantıki olmayan farklılıklar var. Mesela Galatasaray Üniversitesi’nde bir öğrenci başına düşen maliyetle Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki maliyet arasında çok ciddi farklılık var. Bu farklılığın nereden kaynaklandığının değerlendirilmesi lazım. Üniversite bazında bir öğrencinin maliyetinin ne olduğunu hesaplamak kolay. Ben üniversitelere öğrenci sayısından, öğrenci başına maliyetten hareket ederek ödenek ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun üniversiteler açısından da teşvik edici bir yönü olur; öğrencileri çekmek için yarışabilirler. Dolayısıyla matbu kriterler dikkate alınarak ayrılan toplu ödeneklerin çok doğru olmadığını, doğru da kullanılamadıklarını düşünüyorum.
Öğrencilerden üniversite giderlerini sağlamak tartışılabilecek bir konu. Türkiye’de zaten özel üniversiteler var. Eğer öğrenciden para alınarak üniversiteler yapılandırılacaksa, bunun yolu devlet üniversitelerini paralı hale getirmek yerine özel üniversitelerin kurulmasına imkan sağlamak olabilir. Mesela vakıflar dışında ticari kuruluşlar da kriterleri belirlemek şartıyla üniversite kurabilir, parası olanlar o üniversitelere girebilirler. Devlet üniversitelerini öğrencilerden para alarak finanse etmek bence çok mantıklı bir yöntem değil.
Buradan güncel bir konuya, başörtüsü meselesine gelelim isterseniz. Üniversitede özgürlükler açısından en başta yer alan problem bu. 28 Şubat süreci ile şiddetini artırarak daha yakıcı bir hale dönüşen başörtüsü problemini nasıl anlamalı? Bu problem nasıl çözüme kavuşturulabilir?
Türkiye’de toplumsal hafıza çok zayıf. Belki genel olarak halkın buna ihtiyacı yok; ama en azından üniversitelerin böyle bir hafızaya sahip olması gerekir. Bir bilim adamının, 10 sene öncesini hatırlaması lazım. Türkiye’de 28 Şubat sürecinden yani 1998’den önce üniversitelere başörtülü öğrenciler girebiliyordu. Dolayısıyla bu hadisenin mazisi çok eski değil. Bazıları sanki Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türkiye’de böyle bir yasak varmış da eski köye yeni bir âdet getiriliyormuş gibi bir tepki gösteriyorlar. Meselenin çözümüyle ilgili formül de burada saklı. Bu problem ilk olarak 1987 Ocak’ından itibaren başladı. Turgut Özal hükümeti zamanında bunun çözümüne yönelik bir formül bulundu. YÖK Kanunu’na “Dinî inanç sebebiyle baş ve boynun örtülmesi serbesttir” diye bir madde eklendi. Anayasa Mahkemesi dinî inanca dayanan bir düzenleme yapmak doğru değil diyerek o maddeyi iptal etti. Aradan bir yıl geçti. YÖK Kanunu’nda “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla kılık kıyafet serbesttir” şeklinde bir değişiklik yapıldı. Anayasa Mahkemesi bunu iptal etmedi; bir yorum yaptı. Bundan sonra üniversitelerdeki uygulama rahatladı. Ta ki 28 Şubat sürecine, Refah Partisi’nin kapatılma davasına kadar.
Anayasa Mahkemesi partiyi kapatırken, kendisinin 1989’da ve 1991’de vermiş olduğu kararlara rağmen başörtüsünün aslında serbest olduğunu savunmayı da kapatma sebepleri arasında gösterdi. Arkasından bir çerçeve bina edildi. Hatırlıyorum, o dönemde Genelkurmay’da hukuk müşaviri bir kurmay albay, önce YÖK üyelerine, daha sonra rektörlere ve yargıçlara bu konuda brifing verdi. Buradaki formül şuydu: Yeni bir yargı kararı, hukuki düzenleme, Anayasa değişikliği olmaksızın YÖK’ün bir yorumuyla yasak uygulamasını başlatmak. Üniversitelerin tamamında tabii bu merkezî hiyerarşik yapı dikkate alındı ve hemen uygulama başlatıldı. Türkiye’de sorun aslında kanundan, mevzuattan kaynaklanmıyor. Sorun bir uygulama sorunu; ama şimdi bakıyorsunuz üniversite rektörleri, idarecileri ve Türkiye’deki bazı kesimler bu uygulamanın değişmezliğini savunuyorlar.
Bu konuda, şu aşamada Anayasa’da bir değişiklik yapmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü ortada Anayasa Mahkemesi’nin bir yorumu var. Mahkeme’nin ne yapacağı belli değil; bunu 367 ile ilgili kararında da gördük. Anayasa’da değişiklik yapılsa da Anayasa Mahkemesi bunu yorumlayabilir. Bununla ilgili Anayasa’ya bir hüküm konulacaksa, Mahkeme’nin yetkileriyle ilgili bir düzenleme de yapmak lazım. YÖK Kanunu’nda yapılacak bir değişiklikle bu konuda bir formül bulunabilir; en azından Anayasa Mahkemesi’nin bakışı yeniden test edilebilir. Çünkü YÖK Kanunu’nda yapılacak değişiklik muhakkak Anayasa Mahkemesi’ne gidecektir. Mahkeme’nin kararına göre gerekirse Anayasa’da bir düzenleme yapılabilir. Yani “Anayasa’ya bir hüküm koyup, bu konuyu çözeriz” şeklinde düşünmek bence yanlış. Çünkü mesele sadece hukuki düzenlemelerden kaynaklanmıyor. Hukuki düzenlemeyle beraber bir zihniyet çerçevesini de dikkate almak lazım.
Paylaş
Tavsiye Et