SANDIĞA git, git bitmiyor… Millet seçmekten yoruldu, onlar ‘seçtirmek’ten yorulmadı. “Seçilememenin ve engelleyememenin dayanılmaz hafifliği”nden mi hoşlanıyorlar, yoksa yalnızca kendilerinin bildikleri bir gerçek mi var bilemiyorum. Genel seçimlerin üzerinden daha üç ay geçmedi, millet yeniden sandık başına giderek anayasa değişikliğini oylayacak. Bazı çevreler, daha şimdiden anayasa değişikliği tasarısının onaylanması ihtimali üzerinden, koltukta henüz ikinci ayını doldurmayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresini ve akıbetini tartışmaya açma gayreti içerisine giriyor. Netice olarak, önümüzdeki dönemde de tartışmalar, gündem oluşturmalar, ortalığı bulandırmalar devam edecek gibi görünüyor.
Devlet Zirvesinde Yakışıksız Kaç-Göçler
Geçtiğimiz ay Abdullah Gül’ü 11. cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya gönderdi milletimiz. Vatana, millete hayırlı olsun. “Başörtülü first lady” dolayısıyla yaşanması beklenen kriz, şimdilik Hayrünnisa Hanım “kamusal alan”da pek gözükmeyerek/gösterilmeyerek geçiştiriliyor. Meselenin bu şekilde halledilmesi konusunda -geçici veya kalıcı- zımni bir mutabakat olduğu da, “eşi başörtülü bir cumhurbaşkanı” istemeyen çevrelerin olayın üzerine pek gitmemelerinden anlaşılıyor.
Gül’ün cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasından sonra yaşanan bu kısa süreçte, ortaya traji-komik manzaralar çıkmıyor da değil hani! Gül’ün, verdiği ‘eşsiz’ davetlerden ya da Hayrünnisa Hanım olmaksızın katıldığı davetlerden değil, KKTC’ye yapmış olduğu resmî ziyaretin her bir safhasında yaşananlardan söz ediyorum.
Bir kısım devlet büyüğümüz, “kamusal alan”ı “kendi bulundukları mekanlar ve ortamlar”dan ibaret görüyor olsalar gerek ki, bütün organizasyonları Hayrünnisa Hanım’la aynı ortamda bir arada bulunmayacak şekilde düzenlemeye büyük bir özen gösteriyorlar. Ufukta Hayrünnisa Hanım göründüğünde de, “kamusal alan”larını yanlarına alıp ortalıktan kaybolmayı tercih ediyorlar. Eskiden mütedeyyin hanımlarımız namahrem erkeklerden kaçarlardı; şimdilerde erkeklerimiz bir ‘kadın’dan kaçar oldular. Fesuphanallah! Daha da komik olanı, KKTC’ye yaptığı seyahatte, Cumhurbaşkanımız bir yerde, sevgili eşleri bir başka yerde iftar açıyorlar, açmak zorunda bırakılıyorlar. Bütünüyle malum sebeplerden dolayı. “Sevenleri ayırmayalım arkadaşlar!” demekle yetinelim. (Her şerde bir hayır vardır. Bu işin hayrı da, “kamusal alan” denen şeyin seyyaliyet vasfı oldukça yüksek bir şey olduğunu, bütün bir sosyal bilim çevresinin Hayrünnisa Hanım vesilesiyle öğrenmiş olmasıdır. Sosyal bilimcilerimizin fikir dünyasının aydınlanmasında katkısı bulunan zevat-ı kirama ne kadar teşekkür etsek az!)
Köşk, Milletiyle Hasret mi Gideriyor?
Sayın Gül’ün yeni Cumhurbaşkanımız olması ile birlikte Köşk’ün misafirleri arasında yeni simalar, yeni çevreler görülmeye başlandı. “Yaşam alanlarının daraltılacağından şikayet edenlerin” dışladıkları ve yaşam alanlarını daralttıkları çevrelerin de bu ortamlara davet edilmeye başlanmaları elbette olumlu bir gelişme. Çankaya Köşkü’nün, Köşk’ü takip eden gazetecilerin gezmesine ilk kez açılması da olumlu bir adım. Köşk’ün belirli günlerde ve belli koşullar altında halkın gezmesine açılmasının düşünülmesi de yeni idarenin milletiyle daha sıkı, sıcak ve samimi bir ilişki içerisinde olmak istediğini gösteriyor. Gerek İstanbul’a gelişinde gerekse de ilk yurtiçi gezisini yaptığı doğu illerimizde Cumhurbaşkanı Gül’e gösterilen sevgi ve teveccüh de bu yaklaşımın karşılıksız kalmayacağının işaretleri.
Devlet Odaklı Anayasadan İnsan Odaklı Anayasaya…
22 Temmuz seçimleri öncesinde gündeme gelen yeni bir anayasa [hem de sivil ve insan odaklı olanından] yapma fikri, Ergun Özbudun başkanlığında oluşturulan bir bilim heyeti tarafından nihayet hayata geçirildi ve ortaya bir anayasa taslağı çıktı. Taslağın taslağı niteliğindeki bu metin üzerinde çokça tartışıldı, tartışılacak. Fakat tartışmalarda belli bir konu etrafında takılıp kalındığı da bir gerçek. Taslak metinde yer alan 44. maddenin 6. fıkrasındaki “Kılık ve kıyafetinden dolayı hiç kimse yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz.” (veya “Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir.”) şeklindeki alternatifli ibareler bu tartışmaların gelip tıkandığı yer. Bu şekilde başörtüsü serbest bırakılacak olursa, üniversitelerde başörtüsüz kimsenin kalmayacağı endişesi bir kısım mahalleliyi sarıp sarmaladı. Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşide Şerif Mardin’in ifade ettiği “mahalle baskısı” kavramı da bu iddiaların dayandığı en temel argüman olarak tartışmalarda sıkça kullanılıyor. İkinci bir tartışma başlığı da, yine bu söyleşide geçen “Türkiye Malezya gibi olur mu?” sorusuydu. Mardin, bir sosyal bilimci olarak, bu soruya ne evet ne de hayır diyebileceğini belirtmesine rağmen, -geçmişte “acaba İran olur muyuz?” endişesi yaşayan- “medyatik mahallelilerimiz”, Malezyalaşma tehlikesinden söz etmekte bir beis görmediler.
Bu satırların yazarı bir hukukçu değil. Fakat dikkatimi çeken bir hususu da belirtmeliyim: Taslak metinde yer alan bazı maddeler, taslak üzerindeki tartışmalarda gündeme gelmedi. Örneğin taslak metinde, 1982 Anayasası’nda yer alan “Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” şeklindeki 4. madde hiçbir şekilde yer almıyor. Yine, 5. madde’nin 4. fıkrasında yer alan “Milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır.” şeklindeki ibare de, 82 Anayasa’sında yer almıyor. Bu taslakta yer alan bir diğer yeni ibare de, 24. maddenin “Herkes din ve inanç hürriyetine sahiptir. Bu hak, tek başına veya topluca, alenen veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama ve bunları değiştirebilme hürriyetini de içerir.” şeklindeki 1. fıkrasında “ve bunları değiştirebilme hürriyeti”nden söz edilmesidir.
Her fırsatta ülkenin ve vatanın bölünmezliğinden ve bağımsızlığından, laik Cumhuriyet’ten söz eden çevrelerin ‘bağımsızlık’la ilgili madde konusundaki duyarsızlıkları ya da ilk 3 maddeyi koruma altına alan 4. maddenin kaldırılması konusundaki sessizliklerini anla(mlandır)mak pek mümkün olmuyor doğrusu. Gerçekten de, tartışılmayı hak eden daha birçok maddesi olan taslağın, yalnızca belli bir maddesinde yapılacak değişikliklerin yaratacağı durum üzerine yoğunlaşmanın mantığını anlamak zor!
Baskın Basanın mıdır?
“Mahalle baskısı”ndan ve “dindar bir darbe”den bahsedenler; serbestlik olduğunda, bugüne kadar baskı altında tuttukları, küçümsedikleri, görmezden geldikleri düşüncelerin daha etkin ve yaygın bir duruma geleceğinden endişeleniyorlar. Bu durum, artık kafalarına göre “mahalle adına baskı”lar gerçekleştiremeyecek olmalarının yarattığı bir kaygı aslında. Özgürlük, demokrasi, bilgi ve akıl çağı söylemlerinin arkasına gizlenerek gerçekte istedikleri, kendi dışındakilere baskı uygulamak, kendisinden farklı olana -kendisinin uygun gördüğü sınırların ötesinde- yaşama hakkı tanımamak. Demokrasi dışı, özgürlük karşıtı uygulamalarının alanları sınırlandıkça, sınırlanma ihtimali belirdikçe “yaşam tarzlarına karşı uygulanan bir mahalle baskısı”ndan söz ediyorlar. Telegol gibi spor programlarının seviyesindeki tartışma programlarıyla da kamuoyunu oyalayıp duruyorlar.
Bugün “mahalle baskısı”ndan endişeyle söz eden çevreler, en iyi bildikleri işi yapıyorlar: Baskı. Kendilerini mahalle olarak görüyorlarsa da, gerçekte, mahallenin pek çok aracından yalnızca bir tanesiler. Ve daha önce defalarca yapıldığı üzere yine suçüstü yapılıyorlar. Öncekiler gibi yine yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını düşünseler de, bu defa oynadıkları bu “baskın basanındır” oyununu kaybedecekler. Çünkü süreç onu gerektiriyor. Fakat bu süreç, sunmaya çalıştıkları gibi, İslamcıların inisiyatifinde gelişen bir süreç değil. Tam tersine, onların da tabi oldukları güçlerle alakalı gelişen bir süreç.
Anayasa taslağının maddeleri baştan sona kadar dikkatli okunduğunda göze çarpan birkaç özellik var: Birincisi, taslak metin büyük ölçüde, bir önceki anayasa metninin güzel bir şekilde düzeltilmiş ve düzenlenmiş hali gibi duruyor. Önceki anayasada bulunan dağınıklıklar, uzunluklar, cümle bozuklukları düzeltilmiş durumda. Maddeler birbiriyle daha uyumlu bir düzen içerisinde birbirini takip ediyor, bölümler ona göre düzenlenmiş vs. İkincisi, birçok maddede yapılan değişikliklerde 1961 Anayasası’na göndermeler var: Örneğin, “Devletin dili Türkçedir” ibaresi, 1961’deki gibi “Devletin resmî dili Türkçedir”e dönüştürülmüş. Üçüncüsü, AB sürecinde altına imza atılan düzenlemeler merkeze alınmış durumda. Yeni taslakla getirilmesi düşünülen özgürlükler de, bu çerçevede düşünülen ve tanınan özgürlükler aslında.
Ey “mahalle baskısı”ndan ve “dindar darbe”den söz eden çevreler! Hem bu sözleşmeleri kabul edeceksiniz hem de kendi egolarınızı tatmin için belli istisnalar koyacaksınız. Buna yetkiniz de, hakkınız da yok. Bunu bugüne kadar bilmiyorsanız, öğrenin artık! Her şeyden önce buna, bugüne kadar onlar adına baskı uyguladığınız ‘mahalleler’ izin vermez; nitekim vermeyeceklerini de ifade ediyorlar. Bu ‘mahalleler’in samimi niyetleri, başörtülülerin üniversitelerde özgürce okumaları mıdır bilemeyiz, ancak ortada olan bir gerçek var: Türkiye için düşünülen gelecekten başörtülülerin payına düşen de bu!
Başbakanımızın “kazan-kazan” şeklinde formüle ettiği altın prensibini hatırlayın ve her dönem yaptığınızı yapın: Kazandıklarınızın tadını çıkarmaya bakın ve gerisini boş verin! Daha da olmadı mı, Hayrünnisa Hanım sayesinde farkına vardığımız “kamusal alanın seyyaliyeti” gerçeğini hatırlayın!
Paylaş
Tavsiye Et