ORTADOĞU’DA sıcak gelişmeler sürüyor. İsrail ve İran’ın tatbikatları nedeniyle savaş ihtimalinin her zamankinden çok dillendirildiği bir dönemde, İran ile (BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri ve Almanya’dan oluşan) 5+1 ülkeleri arasında Cenevre’de gerçekleştirilen görüşmelere ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üç numaralı ismi William Burns’ün katılması, şaşkınlığa ve temkinli bir iyimserliğe yol açtı. Daha önceleri uranyum zenginleştirmeyi durdurmaması halinde İran’la masaya oturmayacağını açıklayan Başkan George Bush ve ekibinin neden karar değiştirdiği hakkında farklı yorumlar mevcut. Bazı gözlemcilere göre bu durum ABD’nin politika değişikliğini yansıtıyor. Son üç yıldır İran’a karşı yaptırımların ve tehditlerin sonuçsuz kalması üzerine Bush yönetimi doğrudan görüşme yolunu denemeye karar vermiş görünüyor. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a göre ise bu karar yalnızca Washington’un diplomasi seçeneğinde ciddi olduğunu gösterme amacını taşıyor. Seçildiği takdirde İran’la ön şartsız görüşebileceğini açıklayan Demokrat Parti’nin başkan adayı Barack Obama’nın tavrının da, böylesi bir adımın atılmasında etkili olduğu ileri sürülüyor. Sebep ne olursa olsun Cenevre’deki toplantıdan sonra İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın ABD ve Burns hakkında olumlu ifadeler kullanması, bu adımın İran tarafından müspet bir işaret olarak algılandığını gösteriyor.
Cenevre’deki görüşmeler taraflarca her zaman olduğu gibi “yapıcı” olarak nitelendirildi; ancak “yapıcı” kavramıyla iki tarafın da aynı şeyi kastedip kastetmedikleri şüpheli. İran’ın Nükleer Başmüzakerecisi Said Celili, Batı’nın temel isteğini oluşturan uranyum zenginleştirmenin durdurulmasının görüşmelerde masaya gelmediğini ileri sürerken; başta AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana ve Rice olmak üzere Batılı isimler, İran’a sundukları teşvik paketiyle ilgili Tahran’dan iki hafta içinde kesin cevap beklediklerini açıkladılar. Görüşmelere beklenmedik bir tepki de genellikle siyasi konularda görüş belirtmeyen Amerikalı askerî yetkililerden geldi. ABD Genelkurmay Başkanı Amiral Mike Mullen, Fox News’e yaptığı açıklamada doğrudan müzakerelerin kendisini sevindirdiğini ve bu yolla somut bir sonuç alınabileceğini umduğunu belirtti. Amerikan Genelkurmayı’nın İran’a askerî operasyon fikrini desteklemediği biliniyor.
ABD ile İran arasındaki görece yumuşamanın belirtileri yalnızca üst düzey bir Amerikalı yetkilinin nükleer müzakerelere katılmasıyla sınırlı değil. Cenevre’deki görüşmelerden önce ABD’nin Tahran’da bir “menfaat bürosu” açmak istemesi ve bu isteğin İran tarafından olumlu karşılanması daha önemli bir gelişme olarak kabul edilmeli. ABD’nin 1979’daki devrimden beri İran’da resmî bir temsilciliği bulunmuyor ve İsviçre Büyükelçiliği içerisindeki bir bölüm yalnızca sınırlı sayıdaki işlemi gerçekleştirebiliyor. Diğer yandan 16 yıl boyunca İran Dışişleri Bakanlığı yapan ve halen dinî lider Ali Hameney’in dış politika danışmanlığı görevini sürdüren Ali Ekber Velayeti’nin çeşitli Batı ve İran gazetelerinde yayımlanan makalesi de İran’ın geri adım atabileceğinin işareti olarak yorumlanabilir. Yine geçtiğimiz günlerde ilk kez İranlı bir üst düzey yetkili, mevcut söylemin dışına çıkarak “İsrail halkıyla dostuz” şeklinde bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı İsfendiyar Meşai’nin bu açıklaması ülke içinde tepki çektiyse de Tel Aviv’den yanıt gelmesi gecikmedi ve “İsrail ile İran halkları arasında hiçbir düşmanlığın olmadığı” vurgulandı.
Müzakerelere dönecek olursak, İran’ın 5+1’in teklifine ne cevap vereceği belli olmasa da uranyum zenginleştirmeyi durdurmasa bile İsrail ya da ABD’nin bu ülkeye hemen bir askerî operasyon gerçekleştirmesi ihtimali zayıf. Her ne kadar Bush, “bütün seçeneklerin masada” olduğunu vurgulasa veya İsrailli yetkililer ayda bir “yakında operasyon yapmayı düşündüklerini” söyleseler de bunları müzakeredeki pozisyonlarını güçlendirmek için başvurdukları bir kart olarak görmek daha doğru olur. İran’ın tatbikatları da aynı çerçevede değerlendirilmeli.
Askerî operasyon neden uzak bir olasılık? Öncelikle İsrail’in elinde İran’daki yüzlerce askerî ve nükleer hedefi vurmak için ne B-2 ve B-52 gibi uçaksavar menzillerinin dışında kalan ağır bombardıman uçakları ne de radara yakalanmayan F-117 stratejik bombardıman uçakları mevcut. İnsansız hava araçları ise operasyon bölgesine yakın kumanda merkezinin olmaması durumunda kullanılamayacağından İsrail için geriye sadece klasik avcı uçakları kalıyor. Dolayısıyla İsrail’in 28 yıl önce Irak’a yaptığı gibi F-15 ve F-16’larla İran’ın hava savunmasını etkisiz hale getirip onlarca nükleer tesisi yok ederek kayıp vermeden geri dönmesi gerçekçi bir savaş planından çok Hollywood senaryosunu andırıyor. İsrail bir saldırıda bulunsa bile bu yalnızca “İşte saldırdık” demek için gerçekleştirilecek ve muhtemelen Kuveyt sınırındaki Buşehr’de bulunan ana reaktörü hedef alacak, çok kısıtlı, etkisiz ve medyatik bir saldırı olacaktır.
ABD teknik olarak bu tür kısıtlamalarla karşı karşıya olmasa da İran’ın saldırıya verebileceği tepkileri ve saldırının (İran’ın Lübnan, Irak ve Afganistan’daki etkinliği hatırlandığında) bölgede yol açacağı zincirleme reaksiyonları öngöremiyor. Seçimlerin yaklaştığı bir ortamda girişilecek saldırının meşruiyeti, İran’daki reformist hareketlerin önünün tamamen kesilebileceği, saldırının enerji fiyatlarına etkisi, üç cephede savaşmanın vereceği konsantrasyon eksikliği gibi nedenlerden dolayı da ABD dışişleri ve savunma bakanlıkları askerî seçeneğe çok sıcak bakmıyor.
Peki, askerî operasyon ve İran’ın tamamen geri adım atarak uranyum zenginleştirmeyi durdurması arasında bir orta yol bulunamaz mı? Bu noktada Türkiye’nin son dönemde nükleer müzakere sürecine katılması önemli. Türkiye 5+1 ülkeleri arasında yer almasa da tarafların ciddi güvenine sahip. Cenevre’deki görüşmelerden hemen önce İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mutteki’nin Ankara’da temaslarda bulunması, ardından da Celili’nin Cenevre dönüşü İstanbul’a uğrayarak Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ı bilgilendirmesi Türkiye’nin süreçte gittikçe aktif bir rol oynadığını gösteriyor.
Türkiye iki tarafın da makul bulacağı önerilerle krizin yumuşatılmasına yardımcı olabilir. İran’ın mevcut uranyum zenginleştirme seviyesinin çok düşük ve santrifüj sayısının yetersiz olduğu biliniyor. İran’ın yeni santrifüjler üretmemesi ve uranyumun ortak bir konsorsiyum ile Türkiye’de zenginleştirilmesini teklif edebilir. Böylesi bir konsorsiyuma ABD olmasa bile AB ülkeleri de katılabilir ve Türkiye’nin kurma kararı aldığı kendi nükleer reaktörleri için gereken yakıt da burada üretilebilir. Bu şekilde hem İran mevcut teknolojik kazanımlarından vazgeçmemiş hem de uluslararası toplumun endişeleri giderilmiş olur. Kim bilir belki de Türkiye’nin bu inisiyatifiyle Solana’nın “İran’la nükleer meselede uzlaşma sağlanması bölgenin demokratikleşmesi ve gelişmesi yönündeki ciddi bir adım olacaktır” dediği döneme de kapı aralanabilir.
Paylaş
Tavsiye Et