BUNDAN yaklaşık 15 yıl önce Milliyet gazetesinin Pazar ekinde bir haber vardı. Farklı giyiniş tarzlarına sahip on kişiye (asker, manken, genç bayan/erkek, yaşlı teyze/amca vb.) bir otobanda otostop yaptırılmıştı. Buna göre arabayı en çabuk durduran, beş saniyelik rekor bir hızla “manken” oluyordu. Olayın bizim için asıl önemli noktası şuydu: Az önce söylediğim bu on kişilik grup içinde “hacı/Arap” olarak tanıtılan bir kişi de bulunuyordu. Ve onunla ilgili bilgi, sakallı ve entarili resminin altında bize iletiliyordu: “Belki hâlâ bekliyordur…”
Bu hikayeyi zikretmemin sebebi, bu yazının üzerine birkaç kelam etmek istediği, sayılarında bir hayli artışın olduğunu bildiğimiz “Arap” turistlerin durumuna denk düştüğünü düşündüğüm içindir. Türkiye öteden beri bir turizm cenneti olarak sunulageldi: “Dört bir yanı denizlerle çevrili, tarihî ve kültürel mirasıyla bir açık hava müzesi…” Ve doğal olarak bu söylem içinde turizmin, önemli gelir kaynaklarından birisini oluşturduğu tekrarlanıp durdu. Burada asıl önemsememiz gereken nokta, bu söylenenlerin özellikle ekonomik bağlam içinde doğru olup olmaması değil; tam tersine gerçekten de böylesi ülke güzellemesi yapıyor olan istihdam sahiplerinin, ellerinin altında bulunan “turizm kaynakları”yla aralarındaki “imkansız ilişki”dir. Hiçbir ülkenin “değerleri” kendi tarihi ve kültüründen bağımsız değildir ve bu anlamda havada asılı duran, değer-yargısız, nesnel bir turizm söylemi de olamaz. Daha önemlisi, bu ülkenin seksen senelik bütün tecrübesi, elde avuçta bulunan tarihî, kültürel vs. mirasları nasıl yok ettiğinin küçük bir hikayesidir bir bakıma. Dolayısıyla bu turizm güzellemesiyle gerçekte olan pozisyon arasında en hafif tabirle ikiyüzlü bir durum söz konusudur.
Bu ikiyüzlülük, ülkenin kendi geçmişiyle girdiği/giremediği ilişkisiyle olduğu kadar, turizm gibi görece daha tekil durumlar için de geçerli. Bu anlamda gelen turistlerle ilgili var olan imgeler, onlarla ilgili sürekli tekrarlanan hikayeler, bu ilişkinin oldukça önemli bir ayağını oluşturuyor. Çünkü kafamızdaki o “kara-kuru” insanlarla ilgili imgeler/hikayelerin pek parlak olmadığı ortada. Arap kadın turistlerle ilgili sürekli tekrarlanagelen banalleşmiş hikayelerde, onların o örtülerin altında nasıl “vahşi” birer kapitalist oldukları anlatılır sürekli olarak. Örneğin, dillendirilen hikayelerden birisine göre bu “vahşiler”, dışarıdan aldıkları kürkleri kendi sıcak ülkelerinde giyemedikleri için içinde bulundukları malikanelerinin sıcaklığını -30 dereceye kadar düşürerek önce üşürler ve böylece kürklerini giyebilme bahtiyarlığına erişirler. Buradaki asıl üzerinde düşünülmesi gereken kritik noktayı, Araplarla ilgili genel imajı dikkate aldığımızda yakalayabilmemiz mümkün. Zira bu imge/imaj, farklı durumlar altında tekrar tekrar üretilen pis, vahşi, yobaz gibi bizim hiç de yabancısı olmadığımız anlamlara denk düşüyor.
Öte yandan turizmle ilgili boyut söz konusu olduğunda, yine de kapital olan her zaman daha geçer akçe olarak çıkıyor karşımıza. Başka bir deyişle, nihayetinde bütün bu kötü hikayelerle birlikte de anılsalar, ne kadar cahil ve pis de olsalar, turizm anlamında artan bir değere sahip bu insanlar. Bu noktada Arap turistlerin sayısındaki artış, dış politikada düzelen ilişkilerin doğal bir sonucu hiç şüphesiz. Birçok Arap ülkesine doğrudan ya da dolaylı sınırdaş olan Türkiye’nin, son yıllarda kurduğu yakın ilişkiler sayesinde düzelen imajının bir yansıması bu artış her şeyden önce. Cumhuriyet tarihi boyunca neredeyse ilişkisizlik üzerine kurulan dış politika algısının kırılmasıyla birlikte yapay durumdaki gerginliklerin azalması, çeşitli düzeylerdeki ilişkilerin en azından normale dönmesini sağladı. Gelen Arap turist sayısında bir artış var ise eğer, bunun aslında birbirleriyle çok daha derin kültürel/dinî/tarihî birlikteliklere sahip insanlar arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin bir sonucu olduğunu vurgulamak gerekir. Aslında kültürel birlikteliğimizin olduğu bu insanlarla ilişki kurmak, kendi ülkesinde turist gibi yaşayanlarla iletişim kurmaktan çok daha kolay. Bundan dolayı da, sadece bir ibadethane değil kültürel bir değer olarak bile Süleymaniye Camii’nin nerede olduğunu bilmeyen bir kitle söz konusuysa eğer bu ülkede, kimin daha çok turist olarak adlandırılmayı hak ettiği üzerinde bir kez daha düşünmek gerekiyor.
AKP iktidarı döneminde sürekli ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülen konulardan birisi de, örtülü insanların (jargonuyla söyleyecek olursak “türbanlı”ların) sayısındaki artıştı. Arap turistler söz konusu olduğunda, sektörel anlamda olmasa da, toplumsal algı bağlamında aynı biçimler üzerinden akıl yürütüldüğünü görmek oldukça manidar. Örneğin İstiklal Caddesi’ndeki esnaflardan birçoğu için Arapların sayıları günden güne artıyor ve bu durum aslında hiç de yabancısı olmadığımız bir istilanın belirtileri onlara göre. Dolayısıyla da İstiklal Caddesi’ndeki “türbanlı”yla, Arap turistlerin algılanışları aynı zihnî tutum üzerinden şekilleniyor. Araplar söz konusu olduğunda, onlarla ilgili hikayeler sürekli olarak dinî bir algının içinden geçirilerek üretiliyor. Bu din yahut dinselleşme söylemi, seküler bir anlama sahip turizm gibi bir endüstri söz konusu olduğunda da değişmiyor. İstisnalar bir tarafa bırakılırsa, ülkeye getirdikleri “dövizler”in ekonomik bir kazanç/meta olarak düşünülmesiyle bir memnuniyet oluşsa da Arap turistlerin hem zihinlerdeki hem de kamusal (medyatik) temsilleri sürekli bir aşağılama içinde zuhur ediyor.
Bununla birlikte, turizm gibi içinde bir hayli oryantalist figürler taşıyan bir söylemin, modern dünyanın aslında neo-dinsel bir ürününden başka bir anlama sahip olmadığını hatırda tutmak gerekiyor. Egzotik ve mistik kıvamdaki bir sunumla birlikte oluşturulan bu söylemde, içinde yaşadığımız yerler sürekli olarak var olan doğallığından uzaklaştırılarak steril ve hormonlu bir yapıya büründürülüyor. Böylesi bir nokta görece anlaşılabilir hatta kabul edilebilir olsa da, bu durum, güzel ülkemizin bizzat kendisiyle olan korkulu ilişkisi düşünüldüğünde iyiden iyiye ironik bir hal alıyor. Bir yandan kültürel/tarihî mirasla ilgili beylik laflar edilirken bir yandan da ortada neredeyse nesli tükenmiş olan tarihsel dokuyla sahici bir ilişkiye girmemek konusunda inat eden bir halet-i ruhiye var karşımızda. İşte tam da bu noktada Arap turistler, Batılı bir turizm politikasıyla şekillendirilmeye çalışılan süreci iptal eden bir anlama sahipler. Onlar söz konusu olduğunda açık hava müzesi olan ülkemizin egzotikliği neredeyse ışığı olmayan bir fenere dönüşüyor. Zira Arapların kendi imajı, bu egzotik/oryantal söyleme o kadar aşina ki onlara tabiri yerindeyse pazarlanacak (basit alışveriş ürünleri dışında) bir kültürel miras kalmıyor. Başka bir ifadeyle onlara pazarlamak istediğimiz Doğulu/oryantal taklit unsurlar, onlardaki (görece) var olan asıllarıyla birlikte anlamını yitiriyor. Onların bizden daha sahici yahut Doğulu olduklarını fark ettiğimiz oranda, kendi mistik/oryantal imajımız çöküveriyor. Dolayısıyla da Arap turistler, bu oryantal turistlik algımızı yerle bir eden bir turnusol kağıdı hüviyeti görüyor. Onların varlığı, turizm dili özelinde bu ülkenin kendinden bihaberliğini açığa vuruyor.
Paylaş
Tavsiye Et