Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2008) > Söyleşiyorum > Prof. Dr. Sabahattin ZAİM: “AB-Türkiye: Bir tereddüdün romanı”
Söyleşiyorum
Prof. Dr. Sabahattin ZAİM: “AB-Türkiye: Bir tereddüdün romanı”
Söyleşi: M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ
Prof. Dr. Sabahattin Zaim, ‘duayen’ ya da ‘hocaların hocası’ gibi sıfatlarla anılan bir kişilik. Birçok devlet adamı, bürokrat ve işadamının yetişmesinde; iktisadî kurumların ilk oluşumunda emeği geçen, kendisine danışılan bir bilge insan. Akademisyen kimliğinin yanı sıra, kaymakamlığı ve İslam Konferansı Örgütü’nde aldığı görevler var. Ancak hepsinin ötesinde Sabahattin Zaim, her dönemde duruşunu koruyan, ait olduğu tarih ve medeniyet bilincinin farkında olan ve muhatabında saygı uyandıran bir isim. İşte bu nedenle onun, tarihten sosyolojiye, ekonomiden dış politikaya her konuda serdettiği görüşler ayrı bir önem taşıyor.
Sabahattin Zaim Hoca ile kendi kişisel serüveniyle bağlantılı olarak ‘Türkiye’nin Avrupa hikâyesi’ni; aslında ‘hikâye’den daha fazlasını, Hoca’nın deyimiyle, ‘bir tereddüdün romanı’nı konuştuk. Geçmişte ‘Ortak Pazar’a ilk karşı çıkan kişi’ olduğunu söyleyen Zaim Hoca, bugün artık her iki tarafın irade beyanında bulunduğunu; bu yüzden yapılması gerekenin, müzakere safhasını en hızlı ve faydalı biçimde tamamlamak olduğunu söylüyor. Bu arada, şimdilerde AB karşıtlığının bayraktarlığını yapan eskinin ‘romantik Batıcıları’na da dokundurmayı ihmal etmiyor tabii.
 
Türkiye’nin AB ile teması 1959’da başlıyor. Sizin de o zamanlar bürokrasi tecrübeniz ve akademisyenliğiniz var. Bu çerçevede, AB hakkındaki şahsî düşünceleriniz o günden bugüne nasıl şekillendi; değişime uğradı mı?
Türkiye’nin AB macerası, 59’dan beri devam eden bir hikâyedir. Ben buna şu adı koydum: Bir tereddüdün romanı. İki tarafta da tereddüt hâlâ devam ediyor ve edecek de. Ama hani can ile canan birbirinden vazgeçemezmiş ya, o hâl de devam ediyor. Her iki taraf da tam bir hulûs-i kalple bu işe el atmış değil; şartların zorlamasıyla böyle bir harekete girişilmiş. Türkiye’nin Avrupa macerası şöyle cereyan ediyor: 57’de Roma Anlaşması yapıldı. İkinci Cihan Harbi’nde Avrupa yıkılmış, dünyadaki önderliğini kaybetmiş; onun yerine Amerika ve Rusya geçti. Rusya süper bir güç olarak ortaya çıkınca ve Batı dünyası Marksizm ile bölününce, Amerika Rusya’yla arasındaki o tampon gücü [Avrupa’yı] tekrar ihya etmek isteyip Marshall yardımı yaptı. Bu yardımla ayakları üzerine kalkmaya çalışan Avrupa, sektörel entegrasyondan işe başladı. Almanya, Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve Belçika aralarında kömür ve çelik birliği kurdu. Sonra bunların neticesinde ‘altılar’ denen, altı devletin bir projesi ortaya çıktı. Zamanın üç başbakanı, İtalyan De Gasperi, Fransız Schuman ve Alman Adenauer, Avrupa Birliği’nin temellerini atan üç kişidir. Roma’da anlaşma yapan bu altıların, altısı da Katolik’tir. Almanya, tarihinde Protestanların yönetiminde kalmıştır. Ancak ikinci harpten sonra Doğu Almanya Batı’dan ayrılınca, Protestan nüfus Doğu’da kaldı. Batı Almanya’da ilk defa Katolikler çoğunluğu elde etti ve Katolik Adenauer başbakan oldu. O yüzden ‘altılar’, Protestanları aralarına almadılar. İngiltere, Danimarka, İsveç, Norveç vs. gibi Protestan ülkeler de, onlara reaksiyon olarak ‘yediler’ diye ayrı bir grup kurdu. Bendeniz o tarihlerde Almanya’da bulunmuştum. Hamburg’daki dirilişçi kongresinde aynen şunu söylüyordu delegeler: “Roma Anlaşması, Roma İmparatorluğu’nun ihyasıdır. Katoliklere karşı şiddetle cephe alıyorlar.” O yüzden İngiltere’yi almadılar başta.
 
Ancak De Gaulle’ün rezervinden sonra İngiltere girebildi.
Evet. Bendeniz de Türkiye’de, bu harekete karşı çıkmıştım. İlk karşı çıkan da benim Türkiye’de Ortak Pazar’a. İki sebebi vardı: Birincisi, prensip olarak dinî muhtevalı bir Avrupa devleti kurma iddiasını taşıyan bir Hıristiyan birliği olmasıydı. Türkiye, eğer kabilse, dünyada kendi birliğini kurmalıydı. İkincisi de, Türkiye’nin; sosyal, kültürel, iktisadî ya da fikrî bakımdan hiçbir hazırlık ve araştırma yapmadan, sırf ‘Yunanistan giriyor, biz de girelim’ şeklinde hareket etmesiydi.
 
AB üyeliği bir elit projesi miydi peki?
Hiçbir proje yok. Ne hariciye teşkilatının, ne odalar birliğinin, ne sanayicilerin, ne de elitlerin hazırlığı var. Sadece Batı hayranı olan bir grup tarafından, yani ‘Batı ile entegre olalım, İslamiyet’ten kurtulalım’ fikrini zihinlerinde taşıyanlar tarafından desteklenmiştir. Onun dışında hiçbir iktisadî proje yok ortada. Ne sanayicinin haberi var, ne tüccarın, ne de bürokratın. İktisadî menfaatlerimizi müdafaa edecek hiçbir şart hazırlanmamış durumda. 1957 Roma Anlaşması’ndan sonra 31 Temmuz 1959’da Türkiye bu işe teşebbüs etti. İlk olarak, rahmetli Menderes müracaat etti. İkinci hamle, 12 Eylül Ankara Anlaşması. Bunu da İnönü yapıyor. İnönü seçimleri kazanamadı. Ankara Anlaşması’nda da üç safha tespit edildi: Hazırlık safhası, geçiş safhası ve son dönem safhası. Türkiye, 1 Aralık 1964’te “ortak üye” adını aldı. 1964-69 arasına da beş yıllık bir hazırlık devresi kondu. 1 Aralık 1969’da hazırlık devresi bitti ve geçiş devresi başladı. Araya ihtilal girince bir yıl ertelendi. 23 Kasım 1970’te MHP Hükümeti zamanında Katma Protokolü imzalandı ve geçiş devri başladı. Fakat bu geçiş devri de, yine iki yıl askıda kaldı. Taraflar anlaşamıyorlar. Başta dedim ya ‘hazırlıksız girildi’ diye. Planlama Teşkilatı’ndaki elemanlar, incelemeye, irdelemeye, Türkiye’nin şartlarını ortaya koymaya başladı. 1 Ocak 1973’te Katma Protokolü yürürlüğe girdi. İki hedef vardı: Birincisi, Gümrük Birliği’ni sağlamak. Bu, Avrupa’nın hedefiydi. Türkiye’nin hedefi ise, serbest dolaşım; Türk işçisine çalışma sahası açmaktı. Çünkü tarım zaten Katma Protokolü’nün dışında kalıyordu. Avrupa Birliği hikâyesinde entegrasyon, sanayiler arasındadır. Tarım sektörü, Avrupa iktisadî işbirliği hareketinin içinde değildir. O yüzden bizim tarım malları Avrupa’daki Gümrük Birliği’ne dahil edilmemiştir. İhracatımız zaten tarımdan ibaret. Onu da Gümrük Birliği’ne sokmuyorlar. Serbest dolaşım ve tarım olmazsa geriye bir şey kalmıyor zaten. Onların istediği oluyor, bizim istediğimiz olmuyor demektir. Ondan sonra 13 Eylül 1978’de anlaşma karşılıklı olarak yeniden donduruldu.
 
Ecevit döneminde...
Evet. Ecevit dönemi. Geçiş dönemi de 1985’te Katma Protokolü ile son buldu. Rahmetli Özal, 1987’de tam üyelik için yeniden müracaat yaptı. Sil baştan yani. Biz zaten yapmışız müracaatı, aradan 28 sene geçmiş; son döneme gelmişiz. Geçiş döneminin sonunda serbest dolaşım hakkı doğmuş. İşçilerimize kapıların açılması lazım. Açmadılar. Tereddüdün romanı böyle gidiyor işte. ‘Gir’ dediler Ecevit döneminde; girmedik. O vakit ısrar da ettiler. 11 Aralık 1989’da ise talebimiz geri çevrildi. Şartları değişmişti onların, kuvvetlenmişlerdi. Artık yavaş yavaş Birlik realize olmuştu. Türkiye de artık taleplerini bir proje dahilinde reel olarak ortaya atıyordu; eskisi gibi rasgele değil.
 
Bu farklılığın nedeni neydi?
Özal zamanında Türk ekonomisi dışa açıldı, liberalize edildi; Türk parası ‘convertible’ hale getirildi. İslam ülkeleri ile işbirliği yapıldı ve İslam Konferansı’na resmen üye olundu. İslam Kalkınma Bankası’nın kurucu üyesi olan Türkiye, güneyinde yeni bir dünyaya açıldı; buralara sanayi mamulleri satmaya başladı. Libya’nın imarını -karayollarını vs.- Türkler üslendi. 1986’da Türkiye’nin dış ticaretinde Avrupa Topluluğu’nun payı %40,8 iken, İslam ülkelerinin payı %42,3’e çıktı. Bu pay, 70’li yıllarda %5-8 arasındaydı. Yani Türk dış ticaretine yeni bir boyut, hiç olmayan bir %42’lik bir kısım eklendi ve bu kısım eklenirken de Avrupa ile dış ticaret, miktar olarak azalmadı; arttı. İşte Türkiye’nin iktisadî kalkınma hikâyesi budur.
 
Siyaseten de Türkiye’nin elini güçlendiren bir unsur oldu bu, değil mi?
Elbette. Türkiye, İslam dünyasına açılmak suretiyle kalkınmıştır. Bütün sanayisini bu sayede kurmuştur. Çünkü mamullerini İslam ülkelerine ihraç etmiş; karşılığında petrol almıştır. Sonra ne oldu? Turgut Özal’dan sonra AK Parti’ye kadar olan dönemde %42,3’lük oran %18, 15’lere düştü. İslam dünyasına sırt çevirdiler ve Avrupa’ya teslim oldular. Gümrük Birliği’ne girdiler; yine hazırlıksız ve 1959’da olduğu gibi balıklama.
 
Bu tam da Avrupa’nın istediği şey değil miydi?
Dünyada olmayan bir şey bu. AB’ye girmeden Gümrük Birliği’ne giriyor Türkiye. Avrupa’nın verdiği bütün kararları peşinen kabul ediyor; ama o kararlarda hiçbir rolü, fikri yok. Orta Asya ve İslam ülkeleriyle yapmış olduğu anlaşmaları da gerçekleştirme imkanı kalmıyor. Halbuki İngiltere, Ortak Pazar’a girmesine rağmen ‘common wealth’ ile olan münasebetlerinde hep sınır koydu. Fransa Gümrük Birliği’ne girmesine rağmen, Afrika’daki müstemlekeleri ile özel münasebetlerini devam ettirdi. AB’ye girmek demek, kendi dış politikasındaki tarihî özelliklerini kaybetmek manasına gelmez. Şimdi iki safha var, Ortak Pazar hikâyesinde. Birincisi, siyasî irade safhası. Siyasî irade beyanı olmadan zaten pazarlık olmaz. Sonra teknik safha başlar. İşte müzakere safhası dediğimiz konu, teknik safhadır. Bizdeki çarpıklık şuradan geliyor: Avrupa ile Türkiye ta 59’da, karşılıklı siyasî irade beyan etmişler. Sonra çeşitli uyuşmazlıklar çıkmış. Türkiye yeniden bir irade beyanında bulunmuş; sanki yeniden başlıyormuş gibi bir müracaat yapmış. Bu kez onlar, siyasî irade beyanını vermemişler. Sonra yeniden Lüksemburg, Kopenhag anlaşmaları… Türkiye’yi yeniden istemişler. Türkiye müracaat etmiş ve Gümrük Birliği’ni de yapmış, tek taraflı olarak. Yani öyle bir anlaşma ki, siyasî irade beyanı Avrupa tarafından boş bırakılmış. İktisadî kısmı tamam; ama siyasî olarak almıyor üyeliğe
 
Türkiye açısından da Avrupa Birliği projesi, hep bir hükümet projesi oldu; devlet projesi seviyesine çıkamadı belki de. Uyuşmazlıklar bundan kaynaklanıyor olabilir mi?
Hayır. Türkiye’de, AB projesine karşı çıkan hiçbir Allah’ın kulu olmamıştır. Özal’ın müracaatından sonra bütün siyasî partiler, iktisadî kurumlar, generali, muhafazakârı hepsi AB projesini sahiplenmiştir. Zahirde hiçbir resmî kurum AB’ye karşı çıkmıyor. İhtilaller ve en son 28 Şubat ile öyle bir dalga geldi ki; evvelce, ‘bu bir Hıristiyan birliğidir, buraya biz girmeyelim; kendi birliğimizi muhafaza edelim’ diyen muhafazakâr kesim de saf değiştirdi. 1950 öncesinin tek parti dönemini özleyenler, ‘28 Şubat bin yıl sürecek’ diyerek meydana çıktı ve tekrar İslam’a bir saldırı başladı. Bir taraftan Kopenhag Kriterleri, hukuk devleti, insan hakları, demokrasi; diğer yandan 30’lardaki Devrim Kanunları’na benzeyen, başörtüsü, imam-hatipler ve hürriyetleri kısıtlayan bir akım başladı. Bunun üzerine muhafazakâr kesim de, denize düşen yılana sarılır misali, ‘eğer bu insan haklarının verilmesini, demokrasinin gelişmesini, milletin devletle uyumlu hale gelmesini AB sağlayabilecekse, girelim’ diyerek AB projesine sahip çıktı. Bu sefer de o romantik Batılılar dediğimiz hasta Batılı gruplar, yan çizmeye başladı. Çünkü o diktatörlüğü AB içinde kurmaları mümkün değildi.
 
Peki, AB yöneticileri açısından düşündüğümüzde, onlar Türkiye’den hangi grubu tercih ettiler? Hangisi ile iş tutmak daha kolay onlara göre?
Onların öyle bir seçenekleri yok. Çünkü karşılarında resmî muhatapları var. Resmî muhatap kim ise, onunla işbirliği yapıyorlar. AK Parti’den önceki muhataplar, dişlerine göreydi. Çünkü hem bir milletin kültür değerlerini muhafaza endişeleri, hem de teknik ve iktisadî bakımdan müzakere güçleri yoktu. Sadece belli büyük holdinglerin menfaatlerini uzlaştırdıktan sonra, Avrupa’nın her dediğine ‘peki’ diyorlardı. AK Parti işin içine girince, milletle beraber oldu ve siyasî irade beyanını tam olarak verdi. O zaman Avrupa açmaza girdi. Lüksemburg’ta çıkardılar, sonra yeniden aldılar. Siyasî irade beyan edilmiş; artık geri dönüş yok. Başladılar kıvırmaya, insan hakları vs. diye. Halbuki onlar, teknik müzakere safhasının konularıydı. Siyasî irade bir beyandır; teknik teferruat yoktur. Avrupa, bu safhada, müzakere safhasının problemlerini ortaya atarak zaman kazanmak istiyor. Yaptıklarının gayri hukuki olduğunu biliyorlar. Bir de Kıbrıs hikâyesini ortaya atmışlar. O da Tansu’nun zaafı. Böylece gayri hukuki olarak, ‘ya tutarsa’ kabilinden Türkiye’nin önüne birtakım laflar atıyorlar. Türkiye, sonunda müzakere tarihini aldı. Şimdi Türkiye’nin 50 yıllık birikimlerini dikkate alıp; daha önce Birliğe giren devletlerin nasıl girdiğini, onların müzakere şartlarını iyice inceleyip; o teknikleri öğrenip, ondan sonra da para politikası, sanayi, dış ticaret, kültür politikası, vakıflar, NGO’lar, Kıbrıs ve Orta Asya, kısacası her sektör ve her kesim için kendi şartlarını ortaya atarak kesin pazarlık yapması lazım. Şimdiki safhada Avrupa kârlı; geciktirdikçe zaman kazanıyor. Müzakere sürecinde partner değilsin. Bu böyle devam etmez. Müzakerenin süratle bitmesi lazım ki, Türkiye gerçek ortak durumuna gelsin. Aradaki zaman Türkiye’nin kaybı oluyor iktisaden.
 
Avrupa’daki Hıristiyan demokrat ve muhafazakâr çevreler imtiyazlı ortaklık veya özel statü gibi kavramları gündeme getiriyor. Bu, AK Parti iktidarı tarafından şiddetle reddediliyor; gündeme bile alınmıyor. Ancak müzakere sürecinin 10, 15 belki de 20 yıl kadar uzayabileceği düşünülürse, Türkiye’de iktidarların değişmesi durumunda bu özel statü veya imtiyazlı ortaklığın kabul edilmesi ne gibi sonuçlar doğurabilir?
İradeler karşılıklı beyan edilmiş; o safha bitmiş. Şimdiki safha, ‘hangi şartlarda uyum sağlayacağız’ safhasıdır. Mevzu, müzakere safhasıdır. Özel şart, özel şart demekle olmaz. Bu, sil baştan geri dönmek; yani imzasını, tükürdüğünü yalamak demektir; gayri hukukidir. Müzakere süreci 15 yıl sürecek lafı, tamamen gayri ciddi, gayri ilmidir. Benim şartlarımı bugün kabul etse ne olacak? Biter müzakere. 31 tane dosya var. ‘Ben bu şartların hepsini kabul ediyorum’ derse, neyi müzakere edeceğiz. Portekiz Dışişleri Bakanı şunu söylemişti: “Bizim önümüze bir sürü dosya getirdiler. Bir gece sabaha kadar hiç okumadan hepsini imza ettik.” Birçok ülke de böyle yapmıştır. İrade beyanı verildikten sonra top karşı tarafta, girmek isteyendedir. Onun için, iki tarafın niyetini ve şartlarını bilmeden, ‘müzakere 15 sene sürecek’ demenin bir anlamı ve mantığı var mı? Bunlar siyasî ayak kıvırmalardır.
 
Müzakere sürecinde, bu 31 madde içerisinde Türkiye’yi en fazla hangisi zorlayabilir? Mesela ‘tarım’ deniyor.
Yok böyle bir şey. Maddelerin muhtevası her gün değişecektir. Bugün tarım önemli gibi gelir, yarın sanayi. İktisadî ve siyasî şartlar dinamiktir; sosyal şartlar da öyle. Değişen şartlara göre, önümüze gelen meseleyi Türkiye’nin menfaatine uygun şekilde çözmekle yükümlüyüz.
 
Toplumsal şartlar da her gün değişiyor; ama diğer yanda dinî, ahlakî, moral kaygılar var. Toplumun, AB’ye girişten sonra yeniden şekil almasından bahsediliyor. Bu konuda neler diyeceksiniz?
Her toplumun kendi kültürel şartları vardır. Yunanistan Ortodoks’tur. Aynaroz Kadılığı var; adaya kadın girmiyor. Hiç kimse, ‘insan haklarına aykırıdır. Kadının girmediği bir yerde kadın hakları nasıl savunulur?’ diyor mu? Yunanistan bir ortak olarak, ‘bu benim tarihî bir özelliğimdir’ demiş. Öbür tarafta İtalya’nın ortasında bir din devleti var: Papalık. ‘At bunu dışarıya’ diyen var mı? Tarihî ve kültürel özellikler, milletlerin ve toplumların şahsiyetidir. Toplum, o özellikleriyle beraber üye olacaktır. İngiltere’de Kraliçe, Anglikan Kilisesi’nin başıdır. ‘Bu ne biçim devlet; Avrupa Birliği seküler bir topluluktur’ diyen var mı? İngiltere’deki resmen hilafettir. İngiltere’nin özelliği bu. O şartları kabul ettirerek girmiş içeriye ve devam ettiriyor.
 
Peki, tersinden baktığımızda, Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenikliğinden bahsediyorlar. Onun için ne dersiniz?
İstiyor tabii adam; ister. Mantıklı olan var, olmayan var. Türkiye’nin siyasî şartları ne ise, ona göre meselelerin görülmesi gerekir. Onu Lozan’da belli bir şartla kabul etmiş; istiyorsa dışarı çıkartabilecekler. Ama sen ekümeniklik istiyorsun. Her istenen, kabul edilmez ki! Bunlar cehaletten tabii. İstedi diye adamı kınayamazsın. Sen de iste. Ben de ‘Atina’yı istiyorum’ de. Ne olacak? Bunu söylemenin manası yok.
 
Türkiye’den çıkıp, Avrupa’ya odaklanacak olursak; Fransa ve Almanya’nın başını çektiği bir mihver, AB içinde daha merkezîleşmeyi, derinleşmeyi istiyor. İngiltere’nin başını çektiği grup ise daha ‘à la carte’ bir Avrupa istiyor; genişlemeden yana. Bu AB’ye bir çelişki olarak yansıyor. AB bürokrasisi ağır işliyor; karar alma sürecinde esneklik yok. Mesela İngiltere Irak’ı işgal etti; Fransa ve Almanya buna muhalifti. Bu tür fikir ayrılıkları AB’nin geleceği üzerinde olumsuz bir etkide bulunabilir mi?
Avrupa, 50’lerden bu yana birtakım idealist insanların düşünceleriyle bir noktaya getirilmiştir. 6 kişi ile başladılar, 25 oldular. Yarın belki 40 olacak. Şu anda bir Birlik var. Bunu mümkün olduğu kadar entegre etmek, Amerika gibi federatif bir devlet haline getirmek istiyorlar. İngiltere bugün hâlâ para birliğinde yok. İki ihtimal var: Ya kesip ayrılırsın, yahut içinde kalmanın yollarını ararsın. Çıkmadığına ve öbürleri de onu atmadığına göre işbirliği yapmaya gayret ediyorlar. Diğerleri de dört dörtlük ittifak içinde değiller ki! Hepsinin problemleri var. AB’de dünya kadar dava cereyan ediyor; komisyonlar, komiteler kuruluyor. Almanya, Fransa yıllarca birbirleriyle kavga etmiş. Son 30 senede bu hale gelmişler. Bu uyum bir mucize bile sayılabilir. İngiltere ile Almanya II. Cihan Harbi’nde birbirlerinin canına okumuşlar; şimdi para birliği yapıyorlar. Yani bir iyi niyet, insanlık için barış ideali var. Bizim bir İslamî dünya ve ahlâk görüşümüz, kültürümüz, 1000 yıllık bir tarihimiz var. Onların müdafii olacağız belki hepsinden fazla. Uymayanları da, rötuşlamaya çalışacağız. Bir arada yaşamanın şartı bu; bir ailenin fertleri gibi.
 
Yeri gelmişken; ‘AB bir medeniyet projesi’ deniyor. Medeniyet projesi tamlaması, sizce Türkiye’deki AB karşıtlarının bir tezi olarak mı daha kullanışlı, yoksa AB yandaşlarının elini güçlendirecek bir argüman mı?
Ben onu şöyle ifade ederim: Medeniyetler projesi. Medeniyetlerin bir arada yaşabileceklerini ispat etmeye çalışan bir proje.
 
Türk toplumunun çeşitli kesimleri, aydınlar, siyasîler, işadamları ve geniş halk yığınları AB’ye girmeye hazır mı? Bunu nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin bu noktası zayıf görünüyor. İslam dünyasında da, Türkiye’de de devleti, derin devleti eline geçirmiş yönetici kadrolar, milletleriyle bütünleşememişlerdir. Devlet, milletin değerlerine, görüşlerine yabancı kalmıştır. Bu gayri tabii bir davranıştır. Demokrasiye ve insan haklarına inanıyorsanız; o takdirde mensubu olduğunuz milletin değerleriyle bütünleşeceksiniz. Bunlara karşı çıkarak ne demokrasi olur, ne insan hakları. Cumhuriyet tarihinin en önemli problemi budur; millete yabancılaşarak millet yönetilemez. İslam dünyasında da ya kabile rejimleri var ya da elit zümreler. O elit zümreler de fikrî insicamını bulamamış. Batı’dan bir eğitim almış; ama o eğitimi kendi milli kültürleriyle bağdaştıramamış. Elit demek, toplumun içinden süzülerek yükselmiş kişiler demek. Toplumun dışında kalan bir kimse, o toplumun eliti olmaz. Elit, seçilmiş demektir. Bunlar milletin seçtiği demokratik sistem içinden çıkmış kişiler değil ki. Hariçten, siyasî oyunlarla, milletin başına çöreklenmiş bir takım tufeyli zümreler. Bunlara aydın demek de yanlış. Etraflarını aydınlatmıyorlar ki; bir kere kendileri aydınlanmış değil.
Şöyle bir genelleme yaparlar bazı sosyologlar: Batı’da muhafazakâr ve reaksiyoner gruplar vardır. Muhafazakâr kesimi temsil eden gruplar, umumiyetle şunlardır: Kilise, sermaye, bürokrasi (elitler), ordu. Bunlar milletin değerlerini muhafaza etmeye çalışırlar. Buna karşılık ezilen zümreler, işçiler, fakirler vardır. Bunlar da sistemden şikayetçidir; reaksiyonerdirler. İslam dünyasına gelince; genel olarak sermaye, bürokrasi, okumuş aydınlar ve ordu, milletin manevi değerlerini temsil eden soyut camiden, dinden ya kopuktur ya karşıdır yahut soğuktur. Toplumun değerlerini muhafaza etmeleri gerekirken bu değerlere karşı çıkıyorlar. Reaksiyoner oluyorlar; yıkıcı ve değiştirici. O yüzden Nişantaşı’nda, Moda’da, Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, Çankaya’da sol partilere oy çıkıyor. Buna mukabil fakir olan, maddi gücü olmayan işçiler, sisteme karşı çıkması, reaksiyoner olması gerekirken; fikrî bakımdan cami ve onun temsil ettiği değerlerle bütünlük içinde olduğu için muhafazakâr oluyor ve sağ partilere reyini veriyor. İslam toplumunda sağ, sol kavramları yanlış kullanılıyor. Batı’da o dört grup sağdır; öbür grup soldur. Türkiye’de o gruplar karışmış.
 
CHP’yi farzımuhal Avrupa’ya götürsek, herhalde sağ parti olarak karşımıza çıkar?
Tabii. ‘Avrupa’daki sol partiler, Türkiye’deki sağ partiyi tutuyor’ diyorlar ya. Sağ ve sol kavramları bize yabancı kavramlar olduğu için bir yere oturmuyor; kafa karıştırıyor. Türkiye’de ve İslam dünyasında bu problem halledildiği zaman demokrasi de, insan hakları da oturur; devlet milletle bütünleşir ve kalkınma sağlanır.
 
Hocam benim sorularım bitti. Çok teşekkürler.
Ben de teşekkür ederim.

Paylaş Tavsiye Et