Konuşan: Ebru AFAT
Irak’ı kanlı bir bataklığa dönüştüren Amerikan işgalinin dünyada uyandırdığı öfke ve tepki, en nihayetinde Atlantik kıyılarına da ulaşmış ve Başkan George Bush’un Cumhuriyetçi Parti’si, Kasım 2006’daki Kongre seçimlerinde Demokratlar karşısında yenilgiye uğramıştı. Akan kanın durması için bir şans olarak görülen Demokratların zaferinin yol açtığı umutlar ne yazık ki kısa sürdü. Irak’ta işlerin yolunda gitmediğini ve bazı hatalar yaptıklarını itiraf eden Bush ve kurmayları, Irak’ı istikrara kavuşturmak için 21.500 Amerikan askeri daha göndermeyi planladıklarını açıkladılar. Ve İsrail’e yönelik bir tehdit olarak algılanan, ancak Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad’ın barışçıl olduğunu savunduğu nükleer faaliyetlerinden vazgeçmeyen İran’a yönelik mesajlarını sertleştirmeye başladılar. Bu noktada, Bush’un yeni Irak planının yanı sıra İran’a yönelik bir askeri operasyon düzenlenmesi seçeneğinin de Kongre’deki Demokrat üyeler arasında azımsanmayacak bir destek bulması, “Irak’tan sonra İran cephesi de mi açılacak” sorusunu gündemin üst sıralarına oturttu.
Biz de bu ayki SöyleşiYORUM sayfalarımızı, nükleer tesislerinin ABD güçleri tarafından vurulması olasılığı gittikçe artan İran’ın önde gelen düşünürlerinden biri olan Prof. Dr. Abdülkerim Suruş’a ayırdık. İngiltere’de tarih ve bilim felsefesi eğitimi gören ve 1979 İran İslam Devrimi’nin hemen ardından döndüğü ülkesinde uzun süre araştırmacı ve öğretim görevlisi olarak hizmet veren Suruş, 1990’larda kurucusu olduğu aylık Kiyan dergisinde yayımlanan dini çoğulculuk, hermenötik ve tolerans üzerine makaleleri ile dünya çapında bir tanınmışlık kazandı. 1998’de bazı dergi ve gazetelerle birlikte Kiyan’ın da yasaklanmasından sonra Suruş, bir süre daha İran’daki üniversitelerde çalışmalarını sürdürdü. 2000 yılından beri Harvard Üniversitesi’nde İslam ve Demokrasi, Kuran Çalışmaları ve İslam Hukuk Felsefesi dersleri veren Suruş’un Türkçeye de çevrilmiş çok sayıda eseri bulunuyor. Açık Fikir Toplantıları çerçevesinde geçtiğimiz Aralık ayında İstanbul’a gelip “İslam, Demokrasi ve Modernite” başlıklı bir konferans veren Suruş ile bıçak sırtı konular etrafında yaptığımız bu zihin açıcı konuşmamızı beğenilerinize sunuyoruz.
İstanbul’a yaptığınız ziyaret sırasında İslam, modernizm ve demokrasi üzerine konuşmalar yaptınız. Bize bu kavramların birbirleriyle olan ilişkilerine dair kafanızda oluşan resmi tasvir edebilir misiniz?
Konuşmalarımda da ifade ettiğim gibi demokrasi ile İslam ilişkisini uzlaşabilir bir ilişki olarak görüyorum. Bir Müslüman demokrasisi her zaman için var olabilir. Elbette İslam’ın temel metinlerinden bugünkü anlamıyla bir demokrasi teorisi, düşüncesi çıkarılamaz. Ancak bu durum İslam ile demokrasinin uyuşamayacağı anlamına da gelmez. Çünkü demokrasi toplumsal yaşamı barışçıl bir şekilde idare edebilmek için gereken, bu amaçla kullanılan modern bir araçtır. Ve bu noktada Müslümanlar da demokraside İslam’ın öğretilerine aykırı bir unsur bulunmadığı gerçeğinden hareketle, demokrasiyi hayata geçirebilirler.
Tabii bunun ötesinde değinmemiz gereken bazı hususlar da var. Bugün demokrasi bir karar verme sorunu olarak ele alınırken hiç kimse klasik demokrasi anlayışının sınırları içerisinde durmuyor. Demokrasi daima farklı biçimlerde tezahür eder. Ve bu çerçeveden bakılarak Müslüman bir toplumda da demokratik bir yönetim tesis edilebileceği rahatlıkla söylenebilir. Bu yönetimin temel unsuru, politikanın icra gücünün vizyonudur. Demokrasinin İslam’ın kuralları ve nitelikleri ile ters düşmediğinde mutabık olursak, elimizde bugün için çıkarımlar yapabileceğimiz ne kadar çok örnek olduğunu görebiliriz.
Modern yönetim düşüncesi, liderin ve yöneticinin hesap sorulabilirliği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ve hesap sorulabilirlik, İslami değerlerin de bir parçasıdır. Hz. Ali’nin, Hz. Ömer’in geleneklerini, hikayelerini, İslam tarihini biliyorsunuz. Bütün bu insanlar, hesap sorulabilir kişilerdi. İnsanların onlara gelip sorular sorabildiklerini ve yaptıkları her şeyi eleştirebildiklerini biliyoruz. Onların yaptıkları her şeyin sorgusuz sualsiz kabul edildiği bir durum asla söz konusu değildi. Tam tersine, hepsi de sıradan insanlar olduklarını, yaptıkları ve söyledikleri her şeyin sorgulanabileceğini dile getiriyorlardı.
Yöneticinin bir yönetici olarak sorgulanabilmesi, Müslüman erkek ve kadınların inançlarına uygun olması bir yana, onlar için bir yükümlülüktür. Müslümanların, kendilerini yöneten insanların, hukukun sınırları dahilinde ülkenin ve halkın yararına hareket edip etmediklerini takip etmeleri gerekir. Demokratik değerlerle uyum içinde görünen çok sayıda İslami ilkenin mevcut olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz bugün demokrasi adeta liberalizm ile yapışık bir şekilde ele alınıyor. Ancak liberalizm, İslami değerlerle uzlaşamaz; çünkü liberalizm sık sık genel sınırları ve ahlaki ölçüleri aşabilmektedir ki bu da Müslümanlar tarafından kabul edilemez bir durumdur. Demokrasi, sınırların olmaması anlamına gelmez. Demokrasinin anlamı, insanlar arasında barışı korumak ve adaleti sağlamaktır.
Yani demokrasi ile liberalizm arasında bir ayrım yapıyorsunuz.
Evet, kesinlikle bu iki kavramı birbirinden ayırıyorum. Çünkü demokrasi ile liberalizmin birbirinden ayrılması gerekiyor. Tam olarak liberalizme sınırlar getirmemiz gerektiğini söylüyorum.
19. yüzyıldaki askerî, siyasi ve ekonomik yenilgiden sonra İslam dünyasının, modernizm ile bir din olarak İslam’ın uzlaşmazlığı tartışmalarının alanı haline geldiğini biliyoruz. Ancak Hıristiyanlık ile modernizmin uzlaşmazlığına yönelik bu derece sert bir tartışmaya pek rastlamıyoruz. Bu noktada bazılarının, İslam ile modernizmin uzlaşmazlığı meselesinin aslında kimin tartışması olduğunu ya da Müslümanların böylesi bir tartışmanın konusu haline gelmelerinin yaşadıkları felsefi çatışmalardan mı yoksa maddi sorunlardan mı kaynaklandığını sormaları anlaşılır değil midir?
Bunlar tamamen siyasi meselelerdir ve bu tür soruları soranlar, olayları bu şekilde ele alanlar da zihinleri sadece siyasete odaklanmış kişilerdir. Ben burada dikkatinizi çok daha hayati bir noktaya çekmek istiyorum. 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca, yani yaklaşık 60 yıl öncesine kadar Katoliklik de özellikle ABD’de aynı sorgulamalara muhatap oluyordu. Amerikalı politikacılar ve yorumcular, Katoliklerin ilerici olmadığını, Katolikliğin çağdaş düşüncenin gerisinde kaldığını, modern dünya ile bağdaşmadığını ileri sürüyorlardı. Yani bugün İslam’a yönelik eleştirilerde kullanılan yaklaşımların oldukça benzeri bir yaklaşım Katolikliğe karşı da sergileniyordu.
Bugün Batı medeniyeti kendisine yeni bir düşman buldu. Modern siyasetin harekete geçirdiği insanlar, İslam’ı terörizme zemin oluşturmakla suçluyorlar. Şurasını unutmamak gerekir ki Batı medeniyeti çatışma kavramını temel alan bir medeniyettir. Karl Marks’ın -ki Batı dünyasının en parlak zihinlerinden birisidir- sınıf çatışması üzerine kurulu bir tarih okuması inşa ettiği 19. yüzyıldan, Samuel Huntington’ın medeniyetler çatışması tezini ortaya attığı günümüze kadar çatışma hep ana unsur olagelmiştir. Çatışma, ihtilaf ve savaş kavramları daima Batı medeniyetinin zihin yapısı içinde yer almıştır. Hep bir düşmana ihtiyaç duymuşlardır. Eğer bir düşman bulmuşlarsa, onun üzerinden çatışmayı sürdürmüşlerdir. Bir düşman var olmadığında ise, daima çatışma ve gerginlik içinde bulunmayı sağlamak için kendileri bir düşman icat etmişler ve bu yolla kendi günlük çıkarlarını güvenceye almışlardır.
Dolayısıyla Müslümanların bu tür popülist iddiaların, suçlamaların içine çekilmekten sakınmalarında fayda vardır. Yapmamız gereken İslam’ın gerçeklerine, doğrularına dönmektir. Müslümanlar, tarihlerinde Hıristiyanlardakine benzer bir engizisyonun mevcut olmayışıyla gurur duymalılar. Nükleer ve kimyasal silahları icat eden, üreten ve dağıtanlar olmadıkları için gurur duymalılar. Bu tür silahların hiçbirisi herhangi bir İslam ülkesinde, İslam kültürü ve medeniyeti içerisinde üretilmedi. Müslümanlar başkalarının ürettiği bu silahları ithal edip kullanmaya başladılar.
İşte tam bu noktada konu demokrasi ve insan hakları tartışmalarına gelince İslam’a yönelik bir çifte standart söz konusu olduğunu ifade ediyoruz ama bizzat kendimiz de böylesi bir çifte standardın içine düşüyoruz. Gerçekleri ayırmak zorundayız. Her halükarda İslam’a yönelik iddialara cevap yetiştirmeye çalışmak yerine gerçekten var olan kusurlarımızı gidermeliyiz. Kusurlarımızın; sorunlarımızın; insan hakları, adalet, insani ilişkiler, bilimsel bilgi gibi alanlarda kapatmamız gereken açıklarımızın mevcut olduğu ortada. Yanlış yaptığımız bir şeyler olduğunu itiraf etmemiz gerekiyor. O yüzden bu konularda daha dikkatli, daha sorumlu düşünmeli ve problemlerimizi çözmek için çaba sarf etmeliyiz.
Sömürgecilik sonrası dönemde Müslüman toplumlar üzerinde farklı modernleşme projeleri uygulandı. Bu projelerin birçoğu başarısız olurken, Türkiye ve İran gibi sömürgecilik deneyimi yaşamamış iki ülkede başarı sağlandı. Bugün ABD, “Yeni Ortadoğu” olarak adlandırılan planın kapsamında Müslüman toplumlar üzerinde yeni bir modernleşme projesi uygulamaya çalışıyor. Bu girişimin Ortadoğu’daki sorunları çözmek için doğru bir yöntem olduğunu düşünüyor musunuz?
Öncelikle gözleminizin ilk bölümünü ele alırsak, İran ve Türkiye’nin modernleşmelerinin mükemmelliğinden pek emin olmadığımı belirtmek isterim. Önümüzde daha gidilecek uzun bir yol bulunuyor, zira modernleşmenin etkisi bazı durumlarda sınırlı kalabilir. Modernleşmeyi bir arka planı bulunan modern teknoloji ve modern bilginin ithal edilmesi olarak ele alırsak, daha fazlasına ihtiyaç duyduğumuz açıkça görülür. Çünkü modernleşme için gereken bir arka plan oluşmamışsa ya da oluşturulmamışsa, o takdirde modernleşme de yürümeyecektir. Ama bundan ayrı olarak, İran ve Türkiye’nin bu konuştuğumuz alanlarda büyük mesafe kaydettiklerini söyleyebilirim. Her iki ülke de İslam dünyası içerisinde farklı modeller olarak duruyorlar. Şüphesiz her iki ülkede de sosyolojinin terimleriyle ifade edecek olursak, modernleşme noktasında bazı noksanlıklar görülüyor.
Sorunun ikinci kısmına gelirsek, evet Yeni Ortadoğu, Batı dünyası özellikle de ABD tarafından tasarlanan bir proje ve hiç kimse bu proje uğruna bertaraf etmeye hazır oldukları yeni hedefin ne olduğunu tam olarak kestiremiyor. Ancak onlar da büyük bir yalanla başlayan bu Yeni Ortadoğu projesinin başarılı olmayacağını biliyorlar. Çünkü her şeyden önce Irak’ın nükleer silahlara sahip olması hususunda yalan söylediler ve gayri meşru bir harekette bulunarak Irak’ı işgal ettiler. Ve Irak’ta büyük bir başarısızlığa uğradılar, nitekim ülkede durum her geçen gün biraz daha kötüleşiyor. Elbette onların kafasındaki barış ve demokrasi de bu değildi; ancak elde ettikleri sonuç bu oldu. Umarım ABD bütün bu yaşananları düzeltmek için geliştireceği düşünce ve planlarda daha akıllıca bir tavır sergiler. Ortadoğu’da barışı sağlamak için çözülmesi gereken anahtar mesele, İsrail-Filistin meselesidir. Bu mesele çözüme kavuşturulmadığı müddetçe Ortadoğu’da asla tam bir barış hüküm sürmeyecektir.
Batı medeniyetinin bir çatışma geleneğine sahip olduğunu söylediniz. Batı toplumlarının İslam toplumları gibi ötekiyle bir arada yaşama geleneği olduğu da pek söylenemez. Müslümanların Abbasiler ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi, Hıristiyan azınlıklarla; Hint alt kıtasında ise Hindularla birlikte yaşadıklarını görebiliriz. Oysa Batılılar için ülkelerinde Müslüman azınlıklarla birlikte yaşamak çok yeni bir fenomen. Özellikle 11 Eylül ve 7 Temmuz olayları sonrasında ABD ve Avrupa’da asimilasyon, Müslüman azınlıkların problemlerini çözmek için Batılı siyasetçi ve aydınların gündeme getirdiği yegane çözüm haline geldi. Sizce Müslümanlar bu yaklaşıma karşı nasıl bir tavır sergilemeliler?
Müslümanların azınlık oldukları ülkelerde yaşadıkları sorunlar oldukça derin. Bu noktada ben Batılılar, Batılı olmayanları tanımıyorlar ya da onlarla bir arada yaşayamıyorlar demiyorum. Ancak bu sorun gittikçe büyüdü, karmaşıklaştı ve Avrupa’da, ABD’de yaşayan Müslüman azınlıkların karşısına dikildi. Özellikle Avrupa’daki Müslüman azınlıklar belli bir büyüklüğe sahip olan cemaatlerdir ve bu cemaatlerin yakın gelecekte nicelik ve nitelik açısından daha da büyüyeceği yadsınamaz bir gerçek. Tarihçi Bernard Lewis de ifade ettiği gibi, 21. yüzyıl Avrupa’sı Müslüman bir Avrupa haline gelecek; çünkü Avrupa’daki Müslüman nüfusu gittikçe artıyor, Müslüman göçmenlerin çocukları Avrupa ülkelerinde doğuyor ve vatandaş olarak diğer insanlarla eşit haklara sahip oluyorlar. Ve bu Müslümanlar, İslami bir hayat sürdürmek istiyorlar. Bu noktada sorun daha da şiddetleniyor.
Sorunun diğer bir boyutu ise sekülerizmin çerçevesinin çatırdamakta oluşudur. Sekülerizm, yani Kilise ile devletin ayrılması, Avrupa’da, Amerika’da bir hayat tarzı, bir gelenektir. Ancak bugün bu ülkelerdeki dinler çeşitleniyor ve büyük bir hareketlilik yaşanıyor. Felsefi açıdan ifade edecek olursak, sekülerizmin bazı noksanlıklarının bulunduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar din üzerinde fazla durmadıkları, bir bütün olarak dine önem vermedikleri, inançları zayıf olduğu müddetçe sekülerizm teorisi uygulanabilir ve başarılı da olur. Ancak bugün Avrupa’da insanlar özellikle de Müslümanlar inançlarını günlük hayatlarında daha fazla uygular hale geliyorlar, dinlerini daha ciddi bir şekilde yaşamak istiyorlar. Ve bu da Avrupa’daki toplum için yeni bir fenomen. Mesela kadınların başörtüsü meselesini ele alalım. Bu mesele gittikçe ciddileşiyor. Bu konuda en büyük sorun Fransa’da yaşanıyordu ama başörtüsü diğer Avrupa ülkelerinde de giderek daha fazla sorun haline geliyor.
Almanya’da da bazı eyaletlerde başörtüsüne yasak getiriliyor…
Evet, Almanya’da da bir başörtüsü problemi yaşanmaya başladı, ama erken ama geç diğer Avrupa ülkelerinde de benzer sorunlar yaşanacak. Öncelikle ben buradaki sorunun hem teoriden hem de pratikten kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü sekülerizmin bütün dinlere, her türlü dinî yaklaşıma karşı tarafsız olması öngörülmüştü. Alman Anayasası’nda din yerine “Weltanschauung” kavramı kullanılır ki bu kavram “dünya görüşü” (world view) anlamına gelmektedir. Böylelikle sekülerizmin kültlerden, bazı grupsal oluşumlardan din olarak bilinen kurumsal inançlara kadar her türlü dünya görüşü karşısında tarafsız bir tavır sergileyeceği varsayılmıştı. Bu çerçevede devletin yasaların sınırları içinde davrandıkları ve hareket ettikleri müddetçe bütün inançlara karşı tarafsız olması söz konusuydu.
Ancak bugün baktığımızda dinin bu durağan yapının, kendisi için önerilen sınırların ötesine taştığını görüyoruz. Fransa ya da Almanya’da başörtüsü gibi dinî sembolleri kabul edemiyorlar. İngiltere’de bile dinî eğitimde, dinî okullarda benzeri sorunlar yaşanıyor. Bu okullara sürekli terörizmi, hoşgörüsüzlüğü öğrettikleri iddiasıyla karşı çıkılıyor. Böylelikle asıl sorunun üzeri örtülmeye çalışılıyor. Mevcut sekülerizm teorisinin çok dar ve uzlaşmaya açık olmadığını söyleyebilirim. Avrupa’daki halihazırdaki durum yeni bir fenomen olduğundan bir çıkış yolu, bir çözüm bulmak için sağdan sola, soldan sağa, oradan buraya gidip geliyorlar. Dolayısıyla gelinen noktada çok derin teorik sorunlar yaşanıyor ve bu yeni din fenomenini bir yere oturtabilmek için Batılı düşünürlerin sekülerizm meselesi üzerinde yeniden düşünmeleri gerekiyor.
İkincisi, sekülerizm artık bir hayat tarzı olmaktan çıkmaktadır; çünkü yukarda belirttiğim gibi kusursuz değildir. Bugün din görünür hale gelmekte, adeta yeniden zuhur etmektedir ve bu da çok önemli bir gelişmedir. O yüzden de dinin rolünün yeniden değerlendirilmesi, Avrupalıların bunun üzerinde yeniden düşünmesi bir zorunluluktur. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim; her halükarda Avrupalıların kendi değerleri, kendi medeniyetleri; Müslümanların da kendi değerleri, kendi medeniyetleri var. Ve bu noktada Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, yapabildikleri en son noktaya kadar onların yaşadıkları hayat tarzına uyum göstermek zorundalar. Uyum göstermekle kastettiğim, topluma entegre olmak, Müslüman olsun ya da olmasın, her insanın barışçıl bir şekilde yaşayabileceği bir ortamın oluşması için çaba sarf etmektir. Çünkü adalet ve ahlak kutsal ilkelerdir. Ve Müslümanlar olarak bizler de Avrupa’da bu ilkelere dayanan kurallara uyum göstermeli, bunların arayışında olmalıyız.
Danimarka basınının Peygamber Efendimiz ve İslam ile ilgili tahrik edici yayınları sebebiyle geçen sene bir kriz yaşadık. Yine Avrupa’da son dönemde Müslümanlara karşı ayrımcılığın giderek arttığına şahit oluyoruz. Öte yandan İslami değerlere ve İslam dinine daha duyarlı olan ABD, Ortadoğu ülkelerini işgal ediyor, işkenceyi teröre karşı mücadelede bir araç olarak kullanıyor ve Guantanamo gibi gizli hapishaneler inşa ediyor. Böyle bir ortamda konu Müslümanlar olduğunda anlamsız hale geldiğini gördüğümüz modernizmi, demokrasiyi ve diğer kavramları şüphe duymadan nasıl tartışabiliriz?
Evet, tabii ki, daha önce de belirttiğim gibi, saygı her zaman anlamanın aracıdır. Bir taraf diğerine saygı gösterirken, diğer tarafın ona saygı göstermemesi kabul edilebilir bir durum değildir. Asıl problem radikalleşmenin çatışmaya sebep olmasıdır. Zira radikal bir grup diğer grubu radikalleştirir; ardından radikallik birinci gruba geri döner ve bu böyle devam edip gider. Mesela Irak işgalinin, bizzat işgal nedeniyle bazı insanları ve toplumu radikalleştireceği aşikâr. Özellikle işgalci ordunun bölgeyi kontrolü altında tutmak üzere sergilediği haksız davranışları, radikalleşmeyi daha da besliyor. Evet, maalesef Amerikalılar, Batılılar öteki tarafın kendilerine saygı göstermesini bekliyorlar. Ancak aynı saygıyı kendileri onlara göstermek istemiyorlar. Ben her iki tarafı da birbirlerine saygı göstermeye davet ediyorum; aksi takdirde bu tür gelişmeler radikalleşmeyi tetikleyecektir.
O halde, Batı’nın İslam’ı şeytanlaştırarak kendi kimliğini yeniden inşa etmekte kullandığını söyleyebilir miyiz?
Bu, en azından bazı gazetelerin takip ettiği bir strateji. Ancak bu düşünce tarzını kimin şekillendirdiğine emin değilim. Evet, yeni düşman insanlara telkin edildi. Teoride İslam ve terörizm arasında bir ayrım yapsalar da, pratikte bazen her şeyi karıştırıyorlar. Maalesef Avrupa ve ABD’de her Müslüman muhtemel bir terörist olma ithamıyla yüzleşmek durumunda. Bunun en büyük sorumlusu da medya. Batı’da bir kısım medya gerçekten İslam’a ve Müslümanlara karşı kinini ortaya koyuyor.
Bu şartlar altında Papa’nın İslam hakkındaki beyanatları da hiç akıllıca değildi. Tabii ki, kendi dinimin hakikat, diğerlerinin ise batıl olduğunu düşünüyorum. Bu konu ilahiyatçıların işi ve Papa da bir Hıristiyan ilahiyatçı. Ancak onun mevkisindeki bir ilahiyatçı çoğulcu olmak zorunda. Kendi teorik yaklaşımını sergilememeli, ölçüsüz bir dil kullanmamalı. Dünyanın her yerindeki insanlar onu dikkatle takip ediyorlar ve karşılarında tüm dinlere karşı âlicenap ve dostça bir tavır sergileyen bir kişi görmek istiyorlar. Ben Papa’nın özür dilemesi gerektiğini düşünmüyorum, zaten bunun pek de bir anlamı yok.
Bildiğiniz gibi Papa, Kasım ayında gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinde oldukça dikkatliydi.
Evet, çok dikkatliydi. Muhtemelen bu, daha önce yaptığının bir telafisi mahiyetindeydi. İnsanlar da hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğunu anladılar zaten.
Yani bu bir taktik miydi?
Evet, öyle. Aslına bakarsanız dikkatli tavırlar sergilemek zorunluluğu tüm diğer dinî liderler için de geçerli. Çünkü dinler arasında barış olmadan dünyada barış sağlanamaz. Dinler arasında barış da ancak dinî liderler arasında barış ile sağlanabilir. Dinî liderler bir araya gelmeli, tam manasıyla çoğulcu olduklarını, birbirlerinin fikirlerine, inançlarına, dinlerine saygı duyduklarını göstermeliler. Böylece onların takipçileri de birbirlerine nasıl davranmaları gerektiğini görürler. “Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan başkasına öyle davran” prensibini Hıristiyanlıkta da Konfüçyanizmde de İslam’da da bulabiliriz. Bu, daha barışçıl bir dünyada yaşamak için hepimizin, bütün dinlerin müntesiplerinin uyması gereken temel bir prensiptir.
İzninizle İran’daki siyasi duruma ilişkin bir soru yöneltmek istiyorum. Aralık ayında İran’da yerel ve idari seçimler yapıldı ve bu seçimlerde muhafazakârlar, reformcular karşısında yenilgi aldı. Muhafazakârların bu yenilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Zira takriben iki sene evvel muhafazakârlar cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmış; Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesi tüm dünyayı şaşırtmıştı.
Bence bu çok da sürpriz değildi; zira son yirmi senedir İran’da benzer gelişmeler yaşanıyor. Bu, bir nevi dengelerin elden ele geçmesi; yıpranma, ardından geri dönme… Siz seçimleri kazanıyorsunuz, ardından muhalifleriniz çok sıkı çalışarak gelecek seçimlerde sizden iktidarı devralıyorlar ve bu böyle sürüp gidiyor. Aslında ben bu durumdan çok memnunum; zira bu, en azından İran toplumunun ne kadar dinamik olduğunu gösteriyor. Halkın kendi iradesiyle siyasi sürece katılmak ve kendi kaderlerini, kendilerin ve çocuklarının geleceğini tayin etmek istediğine yönelik bir beklenti olduğu manasına geliyor. Bu çok önemli, çok değerli bir sermaye. Bu dinamizm muhafaza edilmeli. İranlılar seçimleri ve siyasi katılımı severler. Demokrasi öngörülemeyeni öngören bir sistem olarak da tanımlanır. Sonuçlar tahmin edilemez. Burada katılım çok önemli. Her defasında sonuçlar farklı tezahür ediyor; bazen reformistler, bazen muhafazakârlar, bazen radikaller kazanıyorlar.
Son olarak, Türkiye’nin AB’ye üye olma tutkusu ve son dönemde üyelik sürecinin yavaşlatılması hakkında neler düşünüyorsunuz?
Özür dilerim ama bu konunun ayrıntılarını bilmiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim, bu bağlamda Avrupalıların dilini hiç beğenmiyorum. Onların dili çok üst perdeden ve bu beni çok rencide ediyor.
Çok teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et