KONDA araştırma şirketi tarafından Doğan Medya Grubu adına gerçekleştirilen “Gündelik Yaşamda Din, Laiklik ve Türban Araştırması”, Aralık ayında TV kanallarının ve gazetelerin gözde konularından birini oluşturdu. Tarhan Erdem’in başkanlığında 3-9 Eylül 2007 tarihleri arasında 41 ilin kentsel ve kırsal kesimlerinde gerçekleştirilen saha araştırmasının Milliyet gazetesinde yayımlanan sonuçları, özellikle Doğan Medya Grubu’nda köşe sahibi gazeteciler tarafından gündem yapıldı. Araştırmanın en çarpıcı sonucu, 2003’te yine Tarhan Erdem tarafından yapılan bir başka araştırmayla mukayese edildiğinde, örtünme oranının dikkate değer oranda yükselmiş olması. 2003’te yapılan araştırmaya göre “başı açık-başı kapalı” oranı %35,8’e %64,2 iken, yeni araştırma sonuçlarına göre söz konusu oran %30,6’ya %69,4 şeklinde gerçekleşmiş. Yani açıklardan örtülülere 5 puanlık bir kayma var.
Örtünme tarzlarına ilişkin değerler mukayese edildiğinde de ilgi çekici sonuçlar çıkıyor: 2003’te örtülülerin %59,5’i “başörtüsü-yemeni”, %3,5’i “türban”, %1,2’si “çarşaf-peçe” ile örtünürken; 2007’de bu oranlar sırasıyla %51,9, %16,2 ve %1,3 olarak tespit edilmiş. Bu rakamlarda en dikkati çeken husus, “türban” kullanarak örtünmeyi tercih edenlerin oranındaki dört katı aşkın yükselme.
Araştırmacılar eğitim seviyesine göre örtünmeyi de test etmeye çalışmışlar. Elde edilen verilere göre; eğitim seviyesi yükseldikçe örtünme oranı düşüyor. Araştırmaya göre, örtünme en yoğun olarak lise altı eğitim seviyesinde görülüyor.
Araştırmada elbette “başörtüsü”, “türban” gibi ayrımlarla ne kastedildiği üzerinde durulmuyor. Bu yönüyle araştırmanın kavramsal çerçevesi sorgulanabilir. Örtünmenin yalnızca dinsel değil, aynı zamanda geleneksel bir boyutunun da bulunduğu ve bu açıdan yalnızca Sünnilerin değil kendilerini Alevi ve diğer inançlar dairesinde tanımlayanların da örtünmüş olabilecekleri dikkate alınarak, özellikle “başörtüsü-yemeni” ile örtünmeyi tercih edenlerin farklı bir tasnife tutulması gerekirdi. Ayrıca örtünme tarzının, belli bir siyasi yaklaşımı ya da örtünmeye ilişkin emirlerin belli bir doğrultudaki yorumunu yansıtmanın yanı sıra, kır-kent ayrımını ya da ekonomik/sınıfsal farklılaşmaları da içeren bir boyutu olduğunun ihmal edildiği gözleniyor. Araştırmaya göre yüksek gelir ve eğitim seviyesindeki örtünme oranlarında görülen düşüklük de, “küreselleşme”nin bir sonucu olarak değerlendirilen büyük alışveriş merkezlerindeki “örtülü” yoğunluğunun artışına ilişkin iddiaları pek yansıtmıyor olması dolayısıyla açıklanmaya muhtaç.
Araştırmanın sunduğu, gelir seviyesi ile örtünme arasında göze çarpan ters orantı, ilk elde, ekonomik refahın dine ilgiyi zayıflattığı gibi bir yargıya varmayı kolaylaştırıyor. Yine aynı şekilde araştırmada eğitim seviyesinin yükselmesinin kişilerin zihnini “aydınlattığı” ve bu nedenle de, eğitim seviyesiyle örtünme arasında da ters bir orantının görüldüğü sonucuna varmak mümkün.
Ancak meselenin bir başka boyutu daha var. 28 Şubat sürecinde özellikle “Anadolu kaplanları” olarak adlandırılan muhafazakâr/yeşil sermayenin hedefte olduğu ekonomik alana ve İmam-Hatip mezunlarını ve başı örtülü gençleri hedef alan eğitim alanına ciddi müdahaleler yapıldığı dikkate alındığında, gelir ve eğitim seviyeleriyle örtünme arasındaki ters orantının açıklamasını yapmak çetrefil bir hal alıyor. Dolayısıyla söz konusu ters orantının, doğal bir gelişmenin sonucu mu olduğu yoksa müdahalelerle kamusal alandan kazınma çabasının doğal bir neticesi mi olduğu eş değerde geçerli olabilecek bir tartışma konusu.
Bu verileri doğal bir gelişmenin sonucu olarak görür ve “gelir ve eğitim seviyesi yükseldikçe örtünme (belki de dindarlaşma) azalır” türünden sonuçları doğru kabul edecek olursak; “renkli sermaye”nin gelişmesini ve örtülülerin okumasını engellememek ve hatta teşvik etmek, “başörtülülerin çoğalmasından rahatsız olup, ülkeyi terk etmeyi düşünen” ve kendilerini %30’luk dilim içerisinde görenlerin tercih edebilecekleri en sağlıklı ve bilimsel(!) yoldur. Kim bilir, AKP hükümeti üzerinde bir baskı oluşturmak için gündem yapılmış izlenimi veren bu rapor belki de böylesi bir siyasetin gerçekleşmesine temel teşkil edebilir.
Bu rakamların gösterdiği bir diğer sonuç da siyasete, siyaset ve hukuk dışı müdahalelerin -en azından görüntüde- müdahalecilerin istedikleri neticeleri vermemesi. Siyasal alanda bu müdahalelerin nasıl karşılık bulduğunu gerek 3 Kasım 2002’de ve gerekse de 22 Temmuz 2007 seçimlerinde açık biçimde gördük. Tarhan Erdem’in yapmış olduğu bu araştırmanın bulguları, toplumun “siyaset mühendisleri”ne verdiği cevabı ve meydan okuyuşu da ortaya koyuyor. Elbette 28 Şubat sürecinde yapılan müdahalelerle, bu sayısal çoğunluğun “toplumsal etkinlik” kazanmasının engellenmeye çalışıldığını ya da farklı bir kimliğe doğru evirilmesinin sağlanmak istendiğini ve bunda belli ölçüde bir başarı elde edildiği gerçeğini de ifade etmek gerekiyor.
“BBG Evi”ne Dönüşen PKK Kampları
Genelkurmay’ın verdiği bilgilere göre, 16 ve 22 Aralık tarihlerinde Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen hava saldırılarında 200’den fazla hedef tahrip edildi ve 150’yi aşkın PKK’lı öldürüldü. Operasyonla PKK’ya verilen zararın -insan ve lojistik olarak- çok daha büyük olduğunun tahmin edildiği de gelen bilgiler arasında.
PKK kamplarını “BBG Evi”ne çeviren operasyonun ABD’nin istihbarat desteğiyle gerçekleştiriliyor olması elbette önemli ve anlamlı. Fakat bu durumun daha önce neden sağlanamadığı ve bundan sonra ne kadar ve hangi koşullara bağlı kalınarak devam edeceği, bir dizi tartışmayı da beraberinde getiriyor.
Söz konusu operasyonun, bölgede PKK kamplarını dağıtmaktan öte bir etkiye sahip olduğu açık. Gelen tepkilere bakılacak olursa, Barzani’nin prestiji hayli sarsılmış bir durumda. Bu da, bölgenin geleceği açısından Türkiye’nin son derece önemli bir psikolojik üstünlük kazanmış olduğunu gösteriyor.
Bunun yanı sıra, DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş’ın “sahte çürük raporu” gerekçesiyle tutuklanması da hem bu operasyonun bir parçası hem de PKK-temelli Kürtçü hareketin önümüzdeki dönemde ülke içerisinde siyasal anlamda zorluklar yaşayacağının bir işareti olarak değerlendirilmeli. Bu sürecin yerel seçimler yaklaştıkça muhtevasını değiştirmesi ve şiddetini artırması mümkün.
Say’dık Bitti
Dünyaca ünlü bir piyanistimiz imiş Fazıl Say. Kendi deyimiyle “dünyanın tanıdığı 5-6 Türk’ten birisi”ymiş. Onun nitelemesiyle “%70’liklere” mensubiyetimizden olsa gerek, ismini duymuş olsak da bu denli büyük bir şahsiyet olduğundan haberimiz yoktu. Ne yalan söyleyeyim, kendisinden daha çok Fenerbahçe için bestelediği 100. Yıl Senfonisi ile haberdar olmuştum. Fakat meselemiz Fazıl Say’ı tanıyıp tanımamamız değil. Netice itibarıyla, “kendisinin büyük ehemmiyet verdiği çevreler” tarafından tanınıyor ve biliniyor olması ona yetiyordur herhalde. Ötekileştirip -Bekir Coşkun’dan iktibas ederek- “göbeğini kaşıyan adam” kategorisine soktuğu çevrelerin kendisini tanıyıp tanımaması onun için bir anlam da ifade etmiyordur muhtemelen.
Geçtiğimiz ay, Türkiye’nin yaşadığı süreçten -belki de dönüşümden- “sanatçı duyarlılığı” nedeniyle rahatsızlık duyan Fazıl Say’ın söylemleri ciddi bir gündem oluşturdu. Fazıl Say, Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung gazetesine verdiği mülakatta bu rahatsızlığını, “Türkiye rüyalarımız kısmen öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı. Biz yüzde 30, onlar ise yüzde 70. Hemen değil; ama ileride Türkiye’den ayrılmayı düşünüyorum. Biz artık azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz.” sözleriyle dile getirmişti.
Fazıl Say’ın sözlerinin başlı başına ele alınabilecek yönleri olmakla birlikte, öncelikle bu konuşmanın, “Mahalle baskısı”, “Malezyalılaşma temayülü”, “Türban AKP döneminde 4 kat arttı” türünden manşetlerle -özel çıkarları doğrultusunda- “kartel baskısı” oluşturmaya çalışan bir kısım medyanın ilgisini çektiğini ve Türkiye’de “dünya çapında tanınan bir sanatçımızın ülkesini terk etmesine sebebiyet verecek boyutlarda” uygulamalar yapıldığı izlenimini vermek için mal bulmuş mağribi gibi mülakatın üzerine atıldığını görüyoruz.
Edward Said, entelektüeli “marjinal, yabancı ve sürgün” olarak niteliyor. Fazıl Say ve benzerleri de kendilerini Said’in nitelediği türden bir ‘entelektüel’ kategorisinde değerlendiriyorlar olsa gerek. Fakat görmezden geldikleri husus, -“sanatçı duyarlılığı” nitelemesiyle yüceltilmeye ve masumlaştırılmaya gayret edilen- muhalif ve farklı bir tavır içerisinde olmadıkları gerçeği. Zira söylemleri samimi, tutarlı ve sürekli değil; bugünün koşulları tarafından belirlenen tavırlar gösteriyorlar. Gerek aynı konuda gerekse de genel olarak iktidar/devlet hakkında, dün olduğu gibi yarın da farklı şeyler söyleyebilirler. Kendilerini % 30’luk dilim içinde değerlendirmeleri ve %70’lik dilime karşıt olarak konumlandırmaları da, bu “konjonktürel entelektüel(imsi)” tavrın bir göstergesi.
Şerif Mardin, Jön Türkler’in Siyasi Fikirleri başlıklı çalışmasında Türk aydınının halkıyla ilişkisini “doktor-hasta” ilişkisi örneğinden hareketle değerlendirir. Say’ın söylemleri de bu nitelemeye yakışır cinsten. Dolayısıyla Say’ın ifadeleri bir “entelektüel ve sanatçı duyarlılığı”nı değil; kendisini tercih etmeyen halkı hasta olarak değerlendiren ve zorla kendi kalıplarına uydurmaya çalışan jakoben, elitist bir tutumu yansıtıyor.
Fazıl Say’ın bir değer olduğunu inkar edecek halimiz yok. Ancak bu türden söylemlerini “sanatçı duyarlılığı” gibi yüce hasletler olarak göstermeye çalışmanın bir anlamı da yok. Bu türden uğraşlar gibi, Fazıl Say’ın sözleri de bütünüyle bir saçmalıktan öteye geçmiyor.
Paylaş
Tavsiye Et