Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2008) > Topluyorum > Eyvah, devletin başını millet ele geçirdi!
Topluyorum
Eyvah, devletin başını millet ele geçirdi!

 

 

Arkadaşlar, hatırlarsanız, geçen ayki TopluYORUM’un başlığı “Halk Erdoğan dedi; bakalım o ne diyecek?” şeklindeydi. Heyecan dolu birkaç haftalık bekleyişten sonra cumhurbaşkanlığı için Tayyip Bey, “Abdullah Gül” dedi ve bir tartışma kapanırken yeni ama Türkiye siyaseti açısından ‘kadim’ sayılabilecek yeni bir tartışma başladı.

Tayyip Erdoğan’ın Gül’den başka birini aday göstermesi mümkün müydü ki bunu bir istifhammış gibi sunduk? Bence 23 Temmuz itibariyle her şey gün gibi ortadaydı.

 Hayır, yanılıyorsun. Seçim sonuçlarına rağmen, Gül’ün Çankaya’ya çıkarılmaması için Başbakan’ın üzerinde hem parti içerisinden hem de merkez medyadan gelen büyük bir baskı vardı.

 

İnsanlar değişik gerekçelerle Gül’ün cumhurbaşkanı olmamasını isteyebilirler. Ancak seçim sonuçlarının bu konuda bir anlam ifade etmediğini savunmak pek makul gelmiyor bana. Kasım’da yapılması planlanan seçimlerin niye erkene alınıp Temmuz’da yapıldığı çabuk unutuldu galiba!

AKP’nin Çankaya adayı Abdullah Gül olduğu için.

Evet, parlamento içerisinde CHP, dışarıda ise bazı baskı grupları Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını içlerine bir türlü sindiremediler. Gerçek niyetlerini gizledikleri için değişik bahaneler buldular. Bu meyanda, Türk siyasi ve hukuk tarihinde kapkara bir leke olarak yerini alan 367 maskaralığı atıldı ortaya.

 Geçtiğimiz ayın dikkat çeken gelişmelerinden biri de, eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in giderayak 367’nin büyük bir hata olduğunu itiraf etmesiydi.

 Dahası, Meclis’in ömrünü tamamladığı, yeni cumhurbaşkanını yeni Meclis’in seçmesi gerektiği ileri sürüldü. İşte bu gerekçelerle erken seçime gidildi. Seçim süreci boyunca AKP Gül’ün cumhurbaşkanlığı konusunda ne geri adım attı ne de tavrının değiştiğine dair bir işaret verdi. AKP’nin yaptığı bütün seçim mitinglerinde gerek konuşmacıların gündeminde gerekse de meydanda atılan sloganlarda Abdullah Gül’ün trajikomik bir şekilde engellenen cumhurbaşkanlığı ana temayı teşkil etti.

Hatta bu yüzden diğer siyasi partiler AKP’yi “mağdur edebiyatı” yapmakla suçladılar.

Evet, %47’lik oyu Abdullah Gül almadı; AKP aldı. Ama AKP’ye oy veren herkes, ne için oy vermiş olursa olsun, Abdullah Gül’ün AKP’nin tek cumhurbaşkanı adayı olduğunun bilincindeydi. Demek istediğim, Gül’ün cumhurbaşkanlığı meselesi seçimlerde o kadar baskındı ki, bunu kabul etmeyenlerin AKP’ye oy vermemesi icap ederdi. Bu tespitin mefhumu muhalifi ise, AKP’ye oy veren bu %47’lik kesimin Gül’ün cumhurbaşkanlığını istediği, en azından onayladığı veya buna karşı çıkmadığı anlamına gelir.

Sandık başına gitmeyen %15’lik kesimi de buna ekleyebiliriz. Yani bu insanlar herhangi bir adayı diğerine tercih etmediklerini, dolayısıyla da Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını ya da olmamasını umursamadıklarını sandık başına gitmeyerek ifade ettiler. Bu da Gül’ün cumhurbaşkanlığını, desteklemeseler de, kabul edecekleri anlamına gelir.

Hal böyleyken, Gül’ün cumhurbaşkanlığına aday olmaması gerektiğini iddia ederken seçim sonuçlarını daha farklı yorumlamaya çalışmak siyasi açıdan abesle iştigal oluyor. 

 

 

Bu Danışmanları Ne Yapmalı?

Tayyip Bey’in Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına, öyle ya da böyle, ‘evet’ dediği ortada. Ne var ki, onun etrafındaki bir kliğin Gül’ün adaylığına karşı olduğu biliniyordu. Bu basına da yansıdı. Hatta bu grubun, bazı köşe yazarlarını ayartarak Gül’ün aleyhine yazılar yazdırdıkları da söylentiler arasında. Buna ne dersiniz?


 

 

 

Bir liderin büyüklüğü her şeyin en iyisini bilmesinden kaynaklanmaz. İyi bir lider konusunda uzman ve bilgin insanları yakınında bulunduran liderdir.

 Kanuni kadim der ki; en iyi sultanlar her işlerinde âlimlere danışmayı adet edinen sultanlardır.

 

 Bilmiyorum, bilinçli olarak mı ihmal ettin ama bu kadim kuralın bir de ikinci kısmı var: En kötü âlimler de sürekli sultanın yanında bulunan alimlerdir.  

Dolayısıyla Tayyip Bey’in etrafında bir ‘danışmanlar’ kurulu teşkil etmesini yadırgamamak gerek. Öte taraftan bu kişilerin iki mühim hasleti haiz olmaları icap eder: Bilgi ve ahlak. Modern siyaset felsefesinin kurucularından Hobbes der ki, “En yetenekli danışmanlar, kötü tavsiyelerde bulunmaktan en az çıkarı olan ve devletin barış ve güvenliğine yarayan şeyleri en fazla bilen kişilerdir.” Buna biraz önce bahsettiğiniz âlimler ve sultanlarla ilgili prensibi de ilave ederseniz, Başbakan’ın etrafındaki gençlerden müteşekkil bu danışmanlar kurulunun pek de kitaba uyduğu söylenemez. Yani, ben bu gençlerin, halkın tercihini göz ardı edercesine, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkmalarını, bunu da biraz bel altına vurarak yapmalarını, kısa vadeli ve çıkara dayalı hesaplara bağlıyorum. Bu açıdan da gayrı ahlaki buluyorum.

Ne gibi bir çıkar hesabı mesela?

 

İktidar etmek özü itibariyle nefse tatlı gelir. Modern sistemlerde bu, iktidar mekanizmasının içerisinde yer almak şeklinde de anlaşılabilir. Bu şekilde muktedir olanlar kısa zamanda temsil ettikleri (yani desteği sayesinde şu anda bulundukları pozisyona geldikleri) halkın talepleri ve hassasiyetleri ile iktidarın baş döndürücü lezzetleri arasında bir ikilem yaşamaya başlarlar. Tecrübe, bilgi birikimi ve ahlaki olgunluk bakımından güçlü olanlar bu imtihanı, en azından kısa vadede, başarı ile atlatabilirler. Bu açılardan zaaf içerisinde olanlar ise iktidarlarının devamı noktasında en küçük bir riski üstlenmeye bile razı olmazlar. İçinden çıkıp geldikleri halkın bütün siyasi taleplerinden bir anda vazgeçer, her şeye eyvallah der, fincancı katırlarını ürkütmeden rahat ve huzur içerisinde iktidarlarını sürdürmeyi arzu ederler. İşte Tayyip Bey’in etrafındaki grubun böyle bir zaaf içerisinde olduğunu ve bu kadim hastalığa yakalandığını zannediyorum. Geçtiğimiz dört buçuk yıllık dönemde bahsi geçen zevatın özellikle de Amerika ile ilişkiler noktasındaki tutumunu da hatırlarsanız, söylediklerimin ne denli isabetli olduğunu anlarsınız.

 

Kanaatimce Tayyip Bey’in yakın çevresinin Abdullah Gül’ün adaylığına yönelik tutumunda başka bir etken daha belirleyici oldu. Bildiğiniz gibi Ahmet Necdet Sezer, halk dilindeki ifadesiyle, akmaz kokmaz bir cumhurbaşkanıydı. Dünyadaki gelişmelerle ya da yabancı heyetlerle alakadar olmadan, pek çok mühim toplantıya katılmaya tenezzül dahi etmeden, iç siyaseti sadece masa başından yönlendirerek, ya da tıkayarak, neredeyse halkın arasında hiç görünmeden, hayalet bir devlet başkanı gibi, koca bir dönemi tamamlayabildi. Abdullah Gül ise cumhurbaşkanlığı döneminde tabiatı itibariyle daha aktif bir rol oynayacaktır. Türkiye içinde ve dışında bağlantıları, dostları vardır. Ruşen Çakır’ın da iddia ettiği gibi, muhtemelen kendi ekibini teşkil edecek ve gerek iç siyasi mevzularda gerek dış politika yapımında daha belirleyici bir tutum sergileyecektir. Gül’ün cumhurbaşkanlığı makamını tekrar aktif kılması ise başbakanlığın manevra alanını daraltacak, bu da mezkur danışmanlar grubunun gücünün azalması anlamına gelecektir. Hatta bir yetki ve otorite karmaşası bile yaşanabilir. Abdullah Gül gibi AKP içerisinde de etkinliği olan birinin yerine, daha düşük profilli, daha itaatkar ve daha pasif bir kişinin o makama çıkarılması bu gençlerin ve başbakanlık çevresinin lehinedir.

Neden bu kadar kötü niyetlisiniz? Belki bu grup sadece ortamın gerilmesini ve istikrarın yitirilmesini istemediği için Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkmıştır. Bu mümkün olamaz mı? 

Olabilir, tabii. Ama gerginlik olmadan siyaset yapılmaz ki! Gerginlik olmasın diye tüm siyasi taleplerinizden geri adım atmak makul mü? Üstelik de seçimden henüz çıkılmışken ve halkın bu yöndeki temayülü ortadayken. Her türlü meşruiyetsizliğine rağmen neden muhaliflerinizin geri adım atması için çaba harcamıyorsunuz? Madem bu kadar mülayim ve uysal bir tavır sergileyecektiniz, neden siyasete girdiniz? Öyle ya, siz hiç ortada olmasaydınız, gerginlik diye bir şey de olmazdı. Bakın, samimi olarak kendi kanaatimi söyleyeyim. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması gerginliği artıracaktır; bundan hiç şüphem yok. Ne var ki, eğer Gül cumhurbaşkanı olmasaydı Türkiye’de askerî vesayet sistemi hiç değişmeden devam edecek, seçkinci siyaset daha da kemikleşecek, sandıkta kaybetse de fiilî siyasette seçimleri CHP kazanmış olacaktı. Bu da uzun vadede Türkiye açısından tam bir yıkım demektir. Türkiye siyasetinin normalleşmesi ve uzun vadede toplumsal barışın imkanı açısından Gül’ün cumhurbaşkanı olması gerekliydi.

 

 
 
Türkiye’nin Normalleşme Şansı

 

Ayrıca aslı astarı olmayan koca bir mitin yıkılması da Gül’ün cumhurbaşkanlığına bağlı. Hatırlarsanız Tayyip Erdoğan ve arkadaşları bir zamanlar yerel yönetimlere talip olduklarında ortam nasıl da gerilmişti. Rejimin muhafazası noktasında bugün Gül’ün aleyhinde dile getirilen bütün iddialar o dönemde bu adamlar için ileri sürülüyordu. Halkın mühim bir kesimi, tabii ki medyanın yönlendirmesiyle, belediye başkanı olduğu takdirde Tayyip Erdoğan’ın ellerini, ayaklarını keseceğinden, kadınlarını çarşafa sokacağından samimi bir şekilde endişe ediyordu. Nihayet Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Bırakın bu endişelerin berhava olmasını, İstanbul Erdoğan’ın başkanlığında tarihinde hiç görmediği bir belediyecilik hizmeti gördü. Bir mit yıkıldı, ama aynı ekibin merkezî hükümete talip olmasıyla yeni bir mit üretildi. Buna göre, yerel yönetimler önemliydi, ama rejimi değiştirecek nispette araçsal fonksiyonu yoktu. Dolayısıyla Erdoğan ve diğerleri şimdilik ‘takiyye’ yapıyordu. Hele bunlar bir hükümete gelsinler, işte o zaman biz görmeliydik Hanya’yı da Konya’yı da. Aradan zaman geçti. 28 Şubat dönemi yaşandı. Sonunda Erdoğan tek başına hükümet kurabilecek bir çoğunluğa erişti ve başbakan oldu. Türkiye, son dönemin en başarılı hükümetiyle tanıştı. Gerek dış politikada, gerek iç politika ve ekonomide son derece olumlu gelişmeler yaşandı. Erdoğan hükümetinin bu başarısıyla ikinci mit de yıkıldı. Sonra Gül cumhurbaşkanı adayı oldu. Tabii ki, onunla birlikte gül gibi yeni bir de mitimiz oldu. Erdoğan Teziç’in ifadesiyle, Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığı, bu zevatın, hükümetin yanı sıra devlete de talip olması anlamına geliyordu ki, merkezî seçkinler nezdinde bu asla kabul edilebilir bir durum olamazdı. Gül cumhurbaşkanı olduğu takdirde “ele geçirilebilecek” bütün makamlar ele geçirilmiş olacak, ‘takiyye’ dönemi kapanacak, ‘şeriat’ dönemi başlayacaktı. Bu açıdan Türkiye “Ortaçağın karanlıklarına” dönmek üzereydi. Bunlar nihayet rejimi değiştirecekler, el kesmeye başlayacaklar, kadınları çarşafa sokacaklardı. Güdük 27 Nisan muhtırası da, 367 kepazeliği de bu endişeler nedeniyle Türkiye’ye reva görüldü. Böylelikle siyaset tıkandı ve seçime gidildi. Gelin görün ki, halk tıkanıklığı net bir şekilde giderdi; tek başına AKP dedi; ama Gül’ü Çankaya’ya taşıyacak bir AKP. Sözün özü, arkadaşlar, Türkiye siyasetinin üzerinde kara bir bulut gibi duran mitlerin ilelebet yıkılması açısından Gül’ün cumhurbaşkanlığı elzemdir. Bu insanların ‘takiyye’ yapmadıklarının nihai göstergesi Gül’ün cumhurbaşkanlığı dönemi olacaktır. Ne kadar ertelersek erteleyelim Türkiye için böyle bir süreç kaçınılmazdı. Aksi takdirde, bozuk bir plak gibi, Türkiye siyaseti rahatlama-bunalım sarmalında dönüp duracak ve ülke olarak arpa boyu mesafe alamayacaktık.

Risk analizi itibariyle de bahsettiğin normalleşme sürecinin başlatılması için bundan daha uygun bir zaman bulunamazdı. Tahmin edebileceğiniz gibi burada riskten kastım demokrasi dışı müdahalelerle siyasetin sivil karakterinin yok edilmesi ve ülkenin militokratik bir rejime kaymasıdır. Gerek uluslararası boyutu, gerek ekonomik dengeler, gerekse de iç siyasetin zemini açısından böyle bir müdahale için son derece olumsuz bir durum söz konusu. Her şeyden önce, biraz evvel de bahsedildiği gibi, 22 Temmuz seçimleri hiçbir şek ve şüpheye mahal bırakmayacak biçimde, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının sadece imkanını sunmakla kalmamış, aynı zamanda gerekçesini de oluşturmuştur. Dolayısıyla, parmaklarımızdaki seçim boyaları henüz çıkmamışken milletin iradesini herhangi makul bir gerekçeye dayanmaksızın ayaklar altına almak Türkiye Cumhuriyeti’nin bizatihi varlığını tehdit edecek büyük bir siyasi meşruiyet krizi yaratırdı. İkinci olarak; yakın Türkiye siyasi tarihinin bize öğrettiği bir gerçek var ki, o da güçlü bir Amerikan desteği ya da onayı olmaksızın Türkiye’de anti-demokratik bir müdahalenin başarılı olamayacağıdır. Bugün Amerikan karar vericilerinin Türkiye’deki siyasi duruma yaklaşımının ikircikli olduğu anlaşılıyor. Washington’daki İsrail’e ve Yahudi lobilerine yakınlıklarıyla tanınan neoconların mühim bir kısmının AKP iktidarından pek de hazzetmediklerini ve Türkiye’de statükoyu muhafaza edebilmek için daha otoriter ve daha militer bir yapı arzuladıklarını biliyoruz. Nitekim Richard Perle gibi neoconların ileri gelenleri bunu her fırsatta dile getiriyorlar. Öte taraftan özellikle Irak’ta maruz kaldıkları utanç verici yenilgi nedeniyle ikinci Bush hükümetinde neoconların etkinliğinin azaldığını da görüyoruz. Ayrıca Washington’da, Türkiye’deki demokratikleşme, liberalleşme ve AB üyeliği sürecini destekleyen, Türkiye’nin Irak Savaşı öncesindeki ve sonrasındaki tutumunu takdir eden daha liberal, ılımlı siyasetçi ve bürokratların bulunduğu da malum.

 

Bence bu konuda Hudson Enstitüsü olayı gerçek bir turnusol kağıdı rolü oynadı. Kanaatimce, eğer Washignton’da etkili bir grup Yasemin Çongar ve Cengiz Çandar gibi gazetecilerin arkasında sağlam durmasaydı, ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, bu kişiler askerin karşısında bu denli direnç gösteremezlerdi. Dolayısıyla, ben Hudson olayından Amerikan karar vericilerinin Türkiye’de askerî müdahale konusunda ikiye bölündükleri intibaını edindim.

Ayrıca, müdahale sonucu oluşacak askerî vesayet rejiminin takınacağı ulusalcı tavrın böyle hassas bir dönemde Amerikan çıkarlarıyla da çatışacağından endişe eden bazı Amerikalılar AKP’yi ehveni şer olarak görüyorlar.

 Öyle ya da böyle, Washington’daki bu bölünmüşlükten dolayı da askerî müdahalenin arkasında güçlü ve yekvücut bir Amerikan desteği oluşmuyor. Darbenin imkanını yok eden diğer bir husus da ekonomik göstergeler. Burada AKP iktidarı ile ekonomik dengeler arasındaki ilişkiyi defalarca konuştuğumuz için tekrar etme ihtiyacı duymuyorum. Şunu söylemekle yetineyim; AKP’nin başarıyla uyguladığı neo-klasik liberal politikalar nedeniyle hem uluslararası hem de ulusal sermaye, tabii bu arada sermayeye bağımlı medya, AKP iktidarını ve iç siyasi istikrarı sonuna kadar destekliyor. Olası bir müdahalenin siyasi istikrarı sona erdireceği ve ekonomideki tüm dengeleri alt üst edeceği muhakkak. Ortaya çıkacak olan buhranın ve kaosun faturası da askere, ondan daha önemlisi de askerin müdahale ederken kullandığı bahanelere, yani laikliğe ve Atatürkçülüğe kesilecektir. 

 

Bence bir husus daha var. Bildiğiniz gibi Kuzey Irak’taki fiilî durum nedeniyle Kürt sorunu yeni ve Türkiye’nin bütünlüğünü ciddi şekilde tehdit eden bir muhteva kazandı. 22 Temmuz seçimlerinin ortaya koyduğu tabloya göre de şu anda Türkiye’nin bütünlüğünü koruyabilecek yegane zihniyet, AKP’nin temsil etmeye çalıştığı zihniyettir. Bu yargıya da AKP’nin doğuda DTP’den daha fazla oy almasından ulaşıyoruz. Dolayısıyla muhtemel bir AKP karşıtı müdahale Türkiye’nin bütünlüğü için gerekli olan zihniyeti kıracaktır. Türkiye’nin toprak bütünlüğü açısından bunun sonuçlarının tehlikeli olduğunu düşünüyorum.
 

Tüm bunlara rağmen ordu içerisinde, yaşanan gelişmelerden son derece rahatsızlık duyan subaylar olduğunu da biliyoruz.

Bilmez miyiz, kışlanın sesi radyosu gibi gazetecilik yapanlar bunu sürekli yazıyor.

Ama bu rahatsızlıklar son derece cılız bir şekilde dışa yansıyabiliyor. 27 Nisan e-muhtırası bunun en açık örneği. 30 Ağustos nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı bildiri hakeza. Bu cılızlığın nedeni de yukarıda saydığımız hususlar. Tekrar başa dönersem, ülkesini seven hiçbir askerin deminden beri bahsettiğimiz hususlar nedeniyle anti-demokratik bir müdahalenin mesuliyetini üstlenmeyeceğini düşünüyorum.

Yaptığın risk analizi rasyonel-eylem ve oyun teorileri çerçevesinde çok anlamlı. Ne var ki bu teorilerin üzerine inşa edildiği iki ön kabul var; onlar da aktörlerin sürece dair her türlü bilgiyi haiz oldukları ve tamamen rasyonel davrandıkları. Yani, Türkiye’de AKP karşıtları makuliyet çerçevesinde hareket ediyorlarsa eğer, senin ulaştığın sonuçları doğru olarak kabul edebiliriz. Ne var ki, son aylarda yaşadıklarımız bize aktörlerin rasyonalite kriterine pek itibar etmediklerini gösteriyor.
 

 

 

Başörtüsü Siyasi Bir Simgedir!

İzin verirseniz konuyu biraz daha farklı bir yöne çekeyim. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı kesinleştiği andan itibaren merkez medyada o ana dek AKP hükümetini desteklemiş kişilerin de aralarında bulunduğu bir zümrede ciddi bir telaş görüldü. Adeta, “tek başına AKP hükümetine evet, ama AKP’li bir cumhurbaşkanına hayır” kampanyası yürütüldü. Yine o dönemde gazeteleri takip ettiyseniz suni bir başörtüsü tartışması başlatıldı. Abdullah Gül’ün ve başörtülü eşinin etrafında dönen bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu akşam ben çok konuştum; ama başörtüsü ile ilgili bir kanaatimi de belirtmeden edemeyeceğim. Bu konuda merkez medyada çokça dillendirilen bir iddiaya katılıyorum. Bence de başörtüsü siyasi bir simgedir.

Fesuphanallah! Evet, sen bugün biraz fazla konuşuyorsun.

İki dakika sabret de meramımı bir anlatayım. Dediğim gibi, başörtüsü siyasi bir simgedir. Ancak zannedildiği gibi İslam’ın siyasi taleplerini ifade eden bir simge değil. Tam aksine, başörtüsü dünya çapında İslam’a karşı verilen mücadelenin üzerinden yürütüldüğü bir simgedir. Bu anlamda örgütlü ve planlı bir kampanya ile karşı karşıyayız. Hatta işin içinde uluslarüstü gizli teşkilatların olduğunu da zannediyorum. Açıkça İslam’ı karşılarına almanın geniş halk kitleleri nezdinde doğuracağı tepkilerden kaçınmak için, dünya çapında etkin güç odakları İslam’ın bu rüknünü, üzerinden mücadele edebilecekleri bir simgeye dönüştürmüş durumdalar. Türkiye’de alakalı alakasız her türlü siyasi tartışmanın dönüp dolaşıp başörtüsüne indirgenmesinin nedeni de söylediğim şekliyle başörtüsünün simgeselleştirilmesidir. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının da, Gül’ün kendi icraatları ve düşünceleri ekseninde değil de, eşinin başındaki örtü çerçevesinde ele alınması, İslam’a ve Müslümanlara açıkça karşı çıkamayan insanların başvurduğu bir göz boyamadır.

Ben bu konuda daha realistim ve daha basit düşünüyorum. Yani Türkiye’de başörtüsü meselesinin bu noktalara gelmesinin nedeni maruz kaldığımız “gardırop modernleşmesi” ve toplumsal karakterimiz ile alakalıdır. 19. yüzyıldan itibaren biz modernleşmeyi şeklen Avrupaî olmak zannettik. Kılık kıyafetimizle, alfabemizle, yemek yiyişimizle ya da dinlediğimiz müzikle Avrupalılara benzediğimiz nispette modernleşeceğimizi düşündük. Başörtüsü ise bu anlayışa ters bir aksesuar olduğundan, onu bir türlü kabullenemedik. Abdullah Gül kıyafeti, oturup kalkışı ve konuşması itibariyle tam bir Batılı gibi göründüğüne göre problem Gül’de olamazdı. Ancak eşinin başındaki örtü Türk modernleşmesinin önündeki en büyük engeli teşkil ediyordu. Başının içi ne ile dolu olursa olsun, bizi ilgilendiren başının dışı olduğundan, eş durumundan Gül ‘modern’ Türkiye’ye yakışmıyordu. Kısacası, toplum olarak iliklerimize kadar işlemiş olan gazete kültürü ve sathilik, yani yüzeysellik ve şekilcilik cumhurbaşkanlığı seçiminin başörtüsü tartışmasına indirgenmesinin en büyük nedenidir. 

 

Türkiye Oligarşik Bir Cumhuriyetti

Her ikinizin söylediklerinde de haklılık payı var. Ama bir hususu göz ardı ediyorsunuz. Türkiye’de uzunca bir süredir şahit olduğumuz siyasi mücadele ideolojik olmanın yanı sıra sınıfsal bir mücadeledir. Sınıfsal ayrışma ile ideolojik ayrışma örtüştüğü için işin sınıfsal yönü gölgede kalıyor. Her ne kadar Abdullah Gül’ün eşinin başının örtüsü ön plana çıkarıldıysa, Türkiye’de sesleri çok çıkan bir kesimi rahatsız eden esas husus Kayserili tornacı Hacı Ahmet’in oğlunun Çankaya Köşkü’ne çıkmasıdır. Bu açıdan bakıldığında başörtüsü, sadece İslam’a ve Müslümanlara karşı yürütülen mücadelenin simgesel aracı olmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye şartlarında sınıfsal mücadelenin de üzerinden yürütüldüğü bir manivela haline geliyor. Halbuki dışarıdan bakıldığında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığında hiçbir garabet söz konusu değil. Vatandaşın biri anayasal kurallar ve demokratik teamüller çerçevesinde cumhurbaşkanlığına aday oluyor ve seçiliyor. Diğer bir deyişle milletin içinden bir şahıs kanunlar ve kurallar uyarınca devletin başına geliyor. Çankaya da bu milletin devletinin bir kurumu olduğuna göre, kimsenin hiçbir yeri ele geçirdiği falan yok. Ancak, Türk siyasetinin karanlıkta kalan kıvrımları söz konusu olduğunda işin rengi değişiyor. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in bundan birkaç ay önce sarf ettiği, biraz önce de başka bir bağlamda atıfta bulunulan “Bunlar hükümetten sonra devleti de ele geçirecekler” anlamındaki sözü bu mücadelenin esasını gözler önüne seriyor. Aslında, bu ifadenin uzun süredir gizlenen bir bilinçaltını açığa vurduğunu söylemek daha doğru. Türkiye’nin rejimi kağıt üzerinde demokratik bir cumhuriyet olsa da, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir denilse de, herkes siyasi haklar itibariyle eşit gözükse de gerçekte böyle değil. Türkiye, hâkimiyetin büyük ölçüde merkezî seçkinlerde olduğu oligarşiyi andıran bir devlet.

Bence andırmıyor; Türkiye oligarşinin ta kendisi.

 Hayır, öyle değil. Bu kadar kolaycı olma. Meşruiyetin kaynağı bakımından Türkiye oligarşik ya da aristokratik bir devlet değil. Zira Türkiye’deki devlet aygıtı, yani kamusal kurumlar ve kanunlar meşruiyetini halktan alıyor. Siyaset felsefesi açısından devletin meşruiyetini halktan alması, yani cumhuriyet esasına dayalı devlet modeli, 17. yüzyıldan itibaren modernite ile özdeşleşmiş bir unsurdur. Diğer bir deyişle ‘modern’ olmanın siyasi anlamı veya gerek şartı cumhuriyet temelli bir devlet fikrini benimsemektir. Öte yandan Türkiye moderniteye yabancı olmakla birlikte “yukarıdan aşağı modernleşme”ye maruz kalmış bir ülkedir. Diğer bir deyişle, geleneğin evrilerek moderne dönüştüğü Avrupa’nın aksine, Türkiye’de modernite geleneğe rağmen ve gelenekle birlikte, bir dayatma neticesinde var olmuştur. Dolayısıyla, Türkiye’nin kurucu eliti aynı zamanda modernleştirici elitidir de. Haliyle daha en baştan itibaren, gördüğünüz gibi, sistem anormalleşiyor. Modernleştiren elitlerle modernleştirilmesi gereken halk kitleleri dışlayıcı toplumsal kategoriler olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada da eşitlikçi cumhuriyet esası kağıt üzerinde kalmaya mahkum oluyor. Zira hâkimiyet, modernleşmemiş kitlelere bırakılamayacağına göre, seçkin azınlığın elinde bekletiliyor. Zaman içerisinde sınıfsal ayrışma ideolojik bir mahiyet kazanıyor ve bugüne kadar geliyor. Hükümet ile devlet arasındaki farklılaşma da bu süreçte şekilleniyor. Halkın iradesi Meclis’e ve en fazla hükümete yansıyabilirken, devlet merkezî seçkinlerin uhdesinde bulunuyor.  

Madem öyle, merkezî seçkinler neden cumhuriyette ısrar ediyorlar?

Zaten seçkinlerin ikilemi de burada başlıyor. Biraz önce dedim ya, modern olmak zorunlu olarak cumhuriyet rejimini benimsemeyi gerektiriyor. İşte modernleştirici elit bu nedenle cumhuriyetten vazgeçemiyor. Aksi halde bu, varlık gerekçelerini inkar anlamına gelir. Diğer taraftan cumhuriyeti olması gerektiği gibi de işletemiyorlar, zira cumhuriyetin işletilmesi hükümetin yanı sıra devletin de halkın kontrolüne girmesi demek oluyor.

Madem moderniteyi Türkiye’de ihdas etmeyi başaramamışlar, neden yenilgiyi kabullenip bu zıtlaşmaya bir son vermiyorlar?

Birincisi, iktidar tatlı. Bırakıp gitmek kolay değil. İkinci neden ise biraz daha karmaşık. Burada başka bir meşruiyet biçimi devreye giriyor. Merkezî seçkinler modern dünya görüşünün ve ona bağlı olarak da ilerlemeci tarih algılamasının bir neticesi olarak kendilerini hakikat merdivenin en üst basamağında görüyorlar. Böylelikle kendilerini geniş halk kitlelerinden ontolojik olarak farklılaştırıyorlar. Eflatun’un mağara istiaresini hatırlarsanız, mağaranın dışına çıkmış birinin tekrar mağaranın içine dönüp gölgeleri gerçekmiş gibi seyretmeye devam etmesi mümkün değildir. İşte merkezî seçkinler kendilerini mağaranın dışına çıkıp da hakikati bulmuş addediyorlar. Bu da onlara bulundukları pozisyonları korumak için meşru bir gerekçe sunuyor. Böyle olunca da ortaya cumhuriyetle oligarşinin karışımı bir devlet şekli çıkıyor. Son bir asırdır Türkiye siyasetinde yaşanan gelişmeleri, bu meyanda da Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilişini bu teorik çerçevede ele alırsak daha anlamlı sonuçlara ulaşabiliriz diye düşünüyorum.  

 


Paylaş Tavsiye Et