TÜRK ekonomisi için “yeni bir ekonomik paket açıklansın” söylemi yaygınca telaffuz ediliyor. Paket deyince aklımıza bunun bir maliyeti, bir de etkinliği geliyor. Kamunun iktisadi faaliyetlerin ana eksenini oluşturduğu dönemde paketler geçici de olsa etkili oluyordu. Şimdi kamu oldukça küçüldü; iş özel sektöre kaldı. Ancak özel sektörün işadamlığı kalibresi henüz yoğun rekabet ortamında ayakta kalmaya müsait olmadığından, ergenlik çağına gelmemiş çocuklar gibi aldığı kararların sorumluluğunu başkalarına atmak eğiliminde.
Bilindiği üzere 2001 sonrasındaki istikrar programının üç ayağı vardı. Birinci amaç, yüksek büyümeydi; bu başarıldı. İkincisi finans ve kamu kesiminde istikrarın sağlanmasıydı; bu da büyük oranda başarıldı. Üçüncüsü fiyat istikrarıydı; bu alanda da 2008 başına kadar büyük bir başarı sağlandı ve enflasyon tek haneye indirildi. Ancak günümüzde dış olumsuzlukların da tetiklemesiyle programın yan etkileri iyice derinleşiyor. Cari açık, enflasyon ve işsizlik artıyor; büyüme ve verimlilik yavaşlıyor; rekabetçi üstünlükte erozyon daha bir belirginleşiyor.
O halde artık kısa vadeciliğe kaymadan, seçim popülizmine girmeden, sürdürülebilir borçlanmaya dayalı istikrar vurgusundan çıkıp kalkınmaya, üretime, rekabetçi üstünlüğe, tarımın ve KOBİ’lerin etkin dönüşümüne, istihdama ve sürdürülebilir büyümeyi tetikleyecek reformlara dayalı bir program gerekiyor. Esasen şu anda hükümet, tam da bu beklentilere uygun adımlar atıyor. Reformlar bir takvime bağlı devam ediyor, derinleşiyor. Ancak sorun bu paketin algılanıp algılanmamasından kaynaklanmıyor. Zira insanlar esasen ruh çağırma seansına çıkar gibi IMF çağırıyor. Sanki IMF ile siyam ikizleri de, ayrı yaşayamıyorlar.
Bilindiği üzere ana unsurları yukarıda zikredilen “istikrar sonrası” program ile bir IMF programı arasında pek de alaka yok. Bu noktadan sonra Türkiye’nin cari açık, enflasyon ve işsizlik sorununa IMF programı bir çözüm getirmeyeceği gibi, tersine sorunları derinleştirir.
Sahi, IMF ile bir anlaşma neden yapılır? Geleneksel yaklaşımlara göre bilhassa dış açıklara dayalı kriz olursa, yüksek ve kronik enflasyon varsa, ödeme zorluğu içindeki sisteme nefes aldırmak, ödemeleri kolaylaştırmak, büyümeyi kısa vadede rayına oturtmak, dalgalanmayı ve çöküşü asgariye indirmek üzere bir program yapılır. Bu genellikle kaynak kullanımını gerektirir, borçluluğu artırır; içinde yapısal reform şartı ve alınan borçların geri ödemesini garanti etmek üzere faiz dışı fazla (FDF) gibi mali bir kıstas da içerir.
Peki, şimdi Türkiye’de IMF ile anlaşma zarureti var mı? Hayır. Türkiye’de 2001 öncesinde dış ve iç açığın, borçların ve büyümenin motoru kamu olduğu için IMF ile yapılan anlaşmalar devleti ilgilendiriyordu ve gerekliydi. Şimdi ise kamunun, iç açığı (bütçe açığı) da dış açığı (cari açık) da yok; temel rasyoları düzgün; borç döndürme ve bunun idaresi gibi bir derdi de yok. Dahası elde bir “Orta Vadeli Mali Çerçeve” var ve uygulamalar da hedeflerle tutarlı.
O halde kamunun bir anlaşmaya pek de ihtiyacı yok. Ancak öyle anlaşılıyor ki, IMF ile yeni bir programı büyük sermaye çevreleri istiyor. Bu bir çelişki. Zira 2001 sonrasındaki reformlar piyasa ekonomisini ikame etmek üzere yapıldı. Amaç, etkinliği yok edecek uygulamalardan uzak kalmaktı. Piyasa ekonomisinin temel kuralı “Her koyun kendi bacağından asılır” olmalıdır. Yani kârı cebine indiren, belirsizlik ve girişimcilik riskini de üstlenmelidir. “Sistemin kârı bana, maliyeti halka” demek, sömürüdür. Buna girişimcilik filan denmez. ABD’de piyasaya yapılan müdahale tümüyle bu türden bir yanlıştır. Başta denetlemediler, şimdi kamu kaynaklarıyla kurtarıyorlar. Burada bir ahlaki sorun var.
O halde “Sorunun kaynağı kimdeyse, çıpayı da o bulsun. Devlet de artık bir zahmet şu bahtsız Anadolu’ya dönsün” deme hakkımız var. Ancak buna sıcak bakılmıyor. Kısaca ifade edelim, özel sektörün kısa vadeli borçları ve artan kaldıraç oranları (borç-öz kaynak oranı) nedeniyle, yaşanacak derince bir sarsıntının (devalüasyon, ihracat piyasalarının yavaşlaması, enerji fiyatlarının çıldırması gibi) büyük zarar vermesinden korkuluyor. Yapılacak bir anlaşma ile riskler millete “fatura” edilmek isteniyor.
Nitekim IMF lobiciliği yapanlar “yeni program”da neyi bırakıp, neyi değiştirmek gerektiği konusunda pek suskunlar. Sorgulayalım: Mevcut programın temel üç ayağı var; dalgalı kur, açık enflasyon hedeflemesi ve FDF’ye dayalı mali kriter. Peki, yeni programda dalgalı kur rejiminden çıkmak mı öneriliyor? Timsah gözyaşı döküp numaradan şikayet edenler, bunu öneremezler. Zaten artık önerilmemeli de. Zira dalgalı kura esas tam da şimdi ihtiyaç var. Ya da kaç senedir bunca emek verilen enflasyon hedeflemesi rejimi terk mi edilsin? Bunu kimse aklına dahi getirmesin. Dışsal nedenlerle ve umalım ki geçici olarak enflasyon hedefinin sapmasıyla gelir dağılımı bozuluyor, insanımız sıkışıyor, piyasalar daralıyor; ancak bu hedeften kopamayız. Peki, mali disiplini garanti ettiği ifade edilen FDF hedefinde mi bir sıkıntının olacağı düşünülüyor? Evet! Sadece bu maddeyi garanti altına almak üzere “mali kural” baskısı yapıyorlar. İyi ama zaten mali disiplinden taviz veren yok. 18 milyar yıl sonu bütçe açığı hedefi 15,9 milyar YTL’ye düşürülürken, FDF hedefi de 38 milyardan yaklaşık 40 milyar YTL’ye çıkartıldı. Hem de daha yılın ortasında. O halde sorun ne?
Olup bitenleri mealen özetleyeyim: Hükümet yeni dönemde rotayı Anadolu’ya çevirdi. Mali disiplin bozulmasa da bütçeden yapılacak harcamaların bileşkesinin Anadolu lehine değiştirilmesine itiraz ediliyor. Bunun yerine tek düze reformların yapılması, büyük şirketlerin dış risklerinin rezerv biriktirme yoluyla dolaylı olarak üstlenilmesi, kur açıklarının sigortalandırılması, kambiyo kazançlarının garanti altına alınması, büyümenin canlandırılması, ancak bütün bunlar için gerekli kaynağın da Anadolu’dan kısılarak elde edilmesi gereği dile getiriliyor. Burada açıkça bir “Biz Türkiye’yiz, Türkiye ise biz” şaşılığı var.
Sonuç olarak, Türkiye’nin bundan sonraki “çıpa”sı IMF ile yapılacak bir anlaşma değildir. Yine de kaynak kullanmayı gerektirmeyen, dayatmacı ilkeler vazetmeyen bir program sonrası gözetim anlaşması yapılabilir. Ancak gerçek çıpa AB süreci, Ergenekon davasının sahici bir şekilde derinleştirilmesi, sivil bir anayasanın yapılması, yargı reformu, etkin piyasa denetimi, kalkınmaya yönelik reformların derinleştirilmesi ve en önemlisi de büyük bir eğitim reformu ve seferberliğinin başlatılmasıdır.
Paylaş
Tavsiye Et