BAŞBAKAN “ümüğümüzü sıktırmayız” diye diye, IMF ile masaya oturma noktasına geldi. Buradan çıkan mesaj şu; pazarlıkta sınır da süre de yok. Eli kulağındaki anlaşma nasıl sonuçlanacak, henüz bilmiyoruz. Biz sakin ve soğukkanlı olalım ve IMF ile olan ilişkilere “ön yargı” ile değil, ekonominin gerçekleri ve ülke menfaatleri bağlamındaki ilkeler açısından bakalım:
2009 yılının kritik gündemi, büyümenin %4’ler civarında tutulmasıdır. Bu, oldukça iddialı ancak neresinden tutturulursa tutturulsun iyi bir hedeftir. Böylelikle KOBİ’ler, üretim, istihdam ve alım gücü korunmuş; içeride toplam talep kısmen de olsa canlandırılmış; krizin etkilerinin toplumu derinden vurması engellenmiş olacaktır. Bu büyümenin aktörünün kim, faktörlerinin (sektörlerin) hangileri olacağı da son derece önemlidir. Bu anlamda özel sektörün büyümenin motor gücü olma imkanının kalmadığı açıktır. Zira yatırım kararları rafa kaldırılmış, borcun döndürülme kapasitesi sorgulanır hale gelmiştir. O halde bütün dünyada olduğu gibi kamu kesiminin, belirsizlikleri azaltmak, beklentileri düzeltmek ve talep oluşturmak üzere devreye girmesi, çarpan (multiplier) ve hızlandıran (accelerator) etkilerinin yüksek olduğu sektörlerde yatırım yapması gerekmektedir.
Esasen bu harcama alanları zaten hükümetin açıkladığı 2009 yılı programında mevcuttur. GAP ve KOP projeleri başta olmak üzere, tarım, enerji, sulama, altyapı gibi alanlara ilaveten sağlık, eğitim, ulaştırma ve konut alanlarındaki kamusal yatırımlar bu çerçevede önemlidir.
Keza, Türkiye’de istihdamın ve üretimin büyük oranda yükünü çektiğinden, kamu kesiminin önderlik edeceği büyüme sürecine etkinlikle dâhil edilmesi gereken kesim de KOBİ’ler olmalıdır. Bu meyanda KOBİ’lere birkaç koldan destek verilebilir: KOSGEB yardımlarının kriz önlemleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması, ihracat ivmesinin elden geldiğince korunması için KOSGEB’e ilaveten EXIMBANK kredilerinin devreye alınması, ihalelerde yerli malı kullanımını sağlayacak yasal değişikliğin yapılması, kriterin sadece fiyat olmasının önüne geçilmesi, istihdamı koruyan şirketlere özel desteklerin sağlanması gibi. Keza vergi desteği, döviz cinsi borçlarda kurun ve diğer borçlarda faizin belli bir oranda dondurulması, ödemelerin yeniden yapılandırılması da gerekli unsurlardır. Burada asıl mesele, bu tedbirlerin bekletilmeden uygulamaya konmasıdır. 2009 yılı başı bu anlamda bir milat olacaktır.
2009 yılında en çok küçülecek sektörler, ihracatçı ve yabancıların etkin olduğu sektörler olacaktır. Dolayısıyla yerli girdi kullanan istihdam ağırlıklı sektörler, sektör bazında desteklenmelidir. Bu destek daha çok borç döndürme, nakit idaresi, kredi kanallarının açık tutulması gibi unsurlara dayanmalıdır. Yani uzun vadeli dönüşüm teşvikinden ziyade, kriz ortamında sadra şifa olacak türden teşvikler, “doğrudan damardan” verilmelidir.
Bize göre kamu kesimi bütün bu hamleler için yeterli imkana sahiptir. Bütçe dışında tutulan 30 milyar dolar civarındaki işsizlik fonunun mümkün olan kısmı hemen devreye sokulabilir ve bu, bütçe disiplinini sarsmaz. Ayrıca 2008 yılında açık hedefi 18 milyar YTL iken, yılın ilk 10 aylık döneminde açık 5 milyar YTL’nin altında kalmıştır. Dolayısıyla 2009 için bütçe daraltılması isabetli olmayacaktır.
Özel kesimin “açık pozisyonu” ise tam bir şantaj malzemesi olarak kullanılmaktadır. Özel kesimin varlık-yükümlülük farkının 70 milyar doların üzerinde olduğu propagandasının da doğru olmadığı anlaşılmıştır. Hazine’den Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in kendi kayıtlarından yaptıkları inceleme sonucu açığın 27 milyar dolar olduğu, bunun da tümünün kısa vadeli olmadığı anlaşılmaktadır.
Ancak buradaki en önemli kriter, özel sektörün kendi durumu ve devletin özel sektöre yönelik olarak açıkladığı bilgiler arasındaki büyük farktır. Demek ki Türkiye’de şirketlere yönelik şeffaflık artırıcı tedbirler dizisi de gerekmektedir. Ayrıca krizin geliyor olduğu son iki senedir açıkça belli iken, borç alanların ve borç verenlerin buna mukabil bir güvence, ipotek, teminat elde etmemiş olduklarını, tedbir almadıklarını, gerekli sigortalamanın yapılmadığını kabul etmek gerçekçi değildir. Özel sektörün hükümete ve halka dönerek adeta başarısızlığa methiye düzer gibi, “Sen benim kendimi ne kadar da kötü yönettiğimi bilmiyorsun, dediğim miktarı acilen temin et” dayatması hiçbir şekilde kabul edilemez.
Dünyanın tersine olarak Türk bankaları 2007 yılında olduğu gibi 2008 yılının ilk on ayında da büyük kârlar açıklamışlardır. Ancak yine de herkes “kendi başının çaresine bakmak” zorunda kaldığında, piyasalarda bir paniğin oluşması ve aktörlerin birbirini batırıcı davranışlara yönelmesi kaçınılmaz olacağından, güven artırıcı tedbirler de gerekmektedir. Bu anlamda bankaların sermaye yeterlilik ve rezerv tutma oranlarının kriz ortamında biraz aşağı çekilmesi, mevduat garantisinin son derece sınırlı bir şekilde artırılması, likidite yönetiminde rahatlamanın sağlanması gibi tedbirler gerekebilir.
Öte yandan dünyada bankalar 2009 yılında “sıfır bankacılık” yapmayacak, topladıkları mevduatı kazanç getiren alanlara yönlendirmek zorunda olacaklardır. Bu meyanda Türk şirketlerinin ve bankalarının performansı bilinmektedir. Daha seçici olsa da Türkiye, 2009 yılında asgari düzeydeki zorunlu kaynakları temin etmeye devam edecektir.
Türkiye’nin cari açığı Eylül itibarıyla aylık bazda %60 oranında düşmüştür. Bu temponun devam etmesi halinde 2009 yılının cari açığı rahatlıkla 30 milyar doların altına sarkabilir. Bu açığı finanse etmek bağlamında “sigorta görevi” gördüğü gerekçesiyle yıllardır ekonomiye zarar vermesi pahasına sürdürülen dalgalı kur sistemimiz devam etmelidir. İlaveten Merkez Bankası’nın kasasında biriktirdiği 70 milyar dolarlık rezervin de gerektiği ölçüde bu amaç için kullanılması gayet yerinde ve mümkündür.
Türkiye’nin kotasının artırılması yöntemiyle IMF’den alabileceği kredi 20-25 milyar doları bulabilir. Ancak IMF’nin bunu hangi şartlarda vereceği, alınan bu kredilerin içeride kimin için ve nasıl kullanılacağı hayati önem taşımaktadır. Bu yüzden IMF ile yapılacak bir anlaşmada şu üç talep kesinlikle kabul edilmemelidir: Büyümeden vazgeçilmesi, özel sektörün alacağı kredilere devlet garantisinin verilmesi, tam da bütün dünyada “devlet nerede?” diye sorulan bir ortamda bütçe harcamalarında aşırı kısıntıya gidilmesi.
IMF ile ancak, tarihinde ilk defa büyüme ve istihdam odaklı önerilere onay vermesi şartıyla, imaj düzeltmek ve belli bir kaynak temin etmek üzere bir anlaşma yapılabilir. Eğer süreci tek bir ilkeye indirmek gerekirse o da şudur: Ulusalcı-asker gölgesinde 2001 krizine sokularak büyük bir yabancı talanına açılan Türkiye, şimdi bu kriz vesilesiyle bir kez daha operasyona maruz bırakılırsa, sıra artık Anadolu’ya gelecektir. Daha yeni yeni yuvarlanmaya başlayan Anadolu’daki teker, tümsekte kalmamalıdır.
Paylaş
Tavsiye Et