Konuşan: M. Akif KAYAPINAR
1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde hükümet ile yıkıcı bir otorite savaşına giren sendikalar hayatımızın neresinde duruyor, Türkiye’de ne tür bir işlev görüyorlar, hangi sorunlarla boğuşuyorlar? Anlayış Dergisi olarak bu ve benzeri soruları konunun en önemli uzmanlarından birine, Salim Uslu’ya yönelttik. Salim Uslu 1955 yılında Çorum’un Alaca ilçesinde doğdu. Liseyi bitirdikten sonra özel sektör ve kamuya ait çeşitli işyerlerinde çalıştı. 1976 yılında Hak-İş’in kuruluşu ile birlikte sendikal faaliyete başladı. Değişik işkollarında çalıştı. 1980-1995 yılları arasında Hak-İş Konfederasyonu Genel Eğitim Sekreterliği ve Öz Gıda İş Sendikası Genel Sekreterliği görevlerinde bulundu. 3 Aralık 1995 tarihinden itibaren Hak-İş Konfederasyonu Genel Başkanlığı ve Öz Gıda İş Sendikası Genel Başkanlığı’nı birlikte yürütmektedir. Uluslararası Endüstriyel İlişkiler Derneği (IIRA), Türk Endüstriyel İlişkiler Derneği, Türkiye Kalp ve Akciğer Organ Nakli Vakfı Kurucular Kurulu, AB-Türkiye Ekonomik ve Sosyal Konsey Karma İstişare Komitesi, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) İcra Kurulu, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) Ekonomik ve Sosyal Konsey üyesi bulunduğu kurumlardan bazıları. Bütün Yönleriyle 1 Mayıs, 21. Yüzyıla Doğru Çağdaş Sendikal Anlayış ve Türkiye’den Avrupa’ya Göç (Salim Uslu ve İtalyan Sendikacı Giacomina Cassina’nın ortak çalışması) başlıklı yayınlanmış kitapları bulunuyor.
Genel bir sorudan başlayalım. Sendika nedir? Sizce sendikalar hayatımızdaki hangi boşluğu dolduruyor?
Sendika kavram olarak bizim kültürümüze yabancı gibi gözüküyor. Türkiye birçok kavram ve kurumu ithal etti; ödünç aldı. Ancak bu ithal kavramların yeterince içini dolduramadı. Bir aksesuar gibi bu kavramların Anayasa’da yer alması gerektiği düşünüldü. Sendika da ödünç alınan ve içi doldurulamayan kavramlardan. Ama gerçekte bu değerler bizim kültürümüze çok da yabancı değil. Sözgelimi sendikaların bizdeki izdüşümü, toplumda iyilikleri arttırmak kötülüklerle mücadele etmek, şeklinde özetlenebilir. Nitekim geriye dönüp baktığımız zaman kültürümüzde çeşitli dönemlerde buna uygun kurumlar da olmuştur.
Ahilik veya lonca teşkilatlarını kastediyorsunuz zannedersem.
Tabii çok eskilere gitmek de mümkün. Zaten biz Osmanlı’daki bazı kurumları, özellikle sivil toplum örgütlerini modern zamanlara uygun bir biçimde dönüştüremediğimiz için sanki her şeye sıfırdan, yakın bir milattan itibaren başlamış gibi görünüyoruz. Öte taraftan ödünç aldığımız kavramları da yerli yerine oturtabilmiş değiliz. Gerçek anlamda, evrensel anlamda kullanabiliyor değiliz. Adaletsizliğin olduğu her yerde sendika olacaktır, olmalıdır. Eğer çalışanlarla çalıştıranlar arasında, sermaye ile emek arasında bir sosyal denge kurulacaksa o dengeyi kurabilmenin yegane yolu güçlü bir sendikalaşmadan geçiyor.
Türkiye’nin de, adı her ne kadar sendika olmasa da, işlevsel anlamda bir sendikacılık geçmişi var. Bizim sendikacılık anlayışımız ile Batı’nın sendikacılık anlayışı arasında bir fark var mı?
Sendikacılık, Batı’da başlangıç itibarıyla daha çatışmacı bir kültürden neşet etmiş bir hareket. Ama o günün koşullarında doğrusu bu kararlı ve dik tavrı çok da gerekli görüyorum. Yani Batı’da sanayi toplumuna geçişle birlikte kölelik sisteminin biraz daha modernleştirilmiş bir hale geldiğini görüyoruz. Günlük çalışma sürelerinin uzamış olması ve işçilerin hiçbir sosyal ve hukuki güvenceye sahip olmaması nedeniyle çok ciddi, saygıdeğer bir mücadele verilmiştir orada. Biz o sanayi devrimini ve o mücadeleyi yaşamadık. Ama o çatışmacı kültürü geriden takip ederek aldık. Oysa sendikacılık Batı’da kendi rolünü yeniden tanımlıyor. Bizse onların terk ettiği yerden başladık.
Peki bu Türkiye’deki sendikacılığın kavram olarak içini zayıflatıyor mu?
Şüphesiz. Bizim kültürümüzde emek son derece saygındır. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’de diyor ki “Ömür aziz değil, emek azizdir.” Emek bizim kültürümüzde övülmüş bir eylemdir. Biz emeği bu gözle görmedik maalesef. Dolayısıyla emeğin örgütlenmesi, biçimlenmesi, kutsanması gibi bir kısım değerleri biz terk ettik. Sadece işçi-işveren ilişkisi gibi basitleştirilen, sıradanlaştırılan bir yaklaşım içerisinde olduk. Sendikacılığı dışarıdan ithal edenler, bunu ne yerel değerlere dayanarak ne de Batı’da olduğu gibi bir ihtiyaçtan değil de “Dışarıda sendika var, bizde de olsun” şeklinde bir anlayışla getirdiler. Dolayısıyla sendikaların siyasal amaçları, hevesleri, sendikal hareketin öznesi haline gelirken; emek ve insan, sendikal hareketin nesnesi haline geldi. Böyle bir yanılsamadan sonra doğal olarak, sendikal hareket Türkiye’de ne kendi yerel değerlerinden istifade edebildi ne de dışarıdan ithal edilirken o günkü gerçekleri görebildi. Sonuçta da sendikacılık rasyonel davranmak ve bu kurumu işlevsel kılmak konusunda yeterli bir birikime dönüşemedi. Türkiye’de Cumhuriyet sonrası ilk sendikal hareketler sosyalist grupların başvurduğu enstrümanlar olarak başladı. Dünyadaki sendikal hareket ise çatışma kültürünü uzun süre önce terk etti. Demokratik uzlaşma mekanizmaları geliştirildi. Mesela ekonomik sosyal konseyler, işyeri konseyleri gibi bir evrim yaşadı. Ayrıca işletmelerde “endüstriyel demokrasi” diye bir kavram gelişti. Yani vuruşarak değil konuşarak ve tartışarak sorunlar çözülmeye çalışılıyor. Dün işletmenin kârını artı değer gören, “Bunu biz yarattık” diyen anlayış bugün, “Birlikte üretelim, pazarı birlikte büyütelim, refahı birlikte paylaşalım” anlayışına evrildi. Yani işletmeler artık sosyal sorumluluk kavramını görmeye ve bunun gereğini yerine getirmeye başladılar. İşçiler de “Bizi ilgilendirmiyor” dedikleri pazar ve stok sorunu, işletmelerdeki verimsizlik, kalitesizlik gibi sorunlarla ilgilenmeye başladılar artık. Dolayısıyla bir zihinsel dönüşüm yaşıyor sendikalar.
Biraz önce “Emek ve işçi, bizde sendikacılığın öznesi değil, nesnesidir” dediniz. Bunu biraz daha açar mısınız? Türkiye’deki oluşumlar açısından sendikacılığın nereye gittiğini düşünüyorsunuz?
Bu sorunlu anlayış tek başına sendikacılardan kaynaklanmış değil. Bunun birçok faili var. Bizde işveren, işçinin nitelikli hale gelmesi konusunda bir çaba göstermiyor. Halbuki endüstriyel demokrasi, ortak akıl demektir. Bizde yönetime katılma anlayışı, yani endüstriyel demokrasinin amaçları, daha çok yönetim hakkını paylaşmak olarak algılanıyor. Sendikacılar da işverenlerle bilgiye dayalı ve düzeyli bir ilişki yerine ahbap-çavuş ilişkileri içinde olmak gibi bir kolaycılığı tercih ediyorlar. Kimi sendikacılar da ideolojik kaygılar doğrultusunda sendikayı Truva atı gibi görüyorlar. Dolayısıyla bu durumda işçi maalesef kendisine verilen rolün ötesinde işlevi ve hakkı olmayan bir konuma indirgenmiş oluyor.
Türkiye’de ideolojik kaygılar emek kavramının önüne mi geçiyor?
Kesinlikle geçiyor. İdeolojik kaygılar derken tabii sadece sendikaların ideolojik kaygılarından bahsetmiyorum. İşverenler de bir ideolojik tercih içerisinde bulunduklarından, sendikaları görmek istemiyorlar. Mesela şu anda gündemimizde Sendikalar Kanunu’nun değiştirilmesi var. İhtilal döneminin olağanüstü ve anti-demokratik şartlarında çıkarılan bu kanun yirmi yedi yıldır uygulanıyor. İşvereni açıkça kayıran bu kanunu bugün bir kısım çevreler ideolojik bir kazanım olarak görüyorlar. Sendikalar Kanunu’nun değişmesi ne zaman gündeme gelse bir bahaneyle işverenler hükümeti ikna ediyor ve değişikliği engelliyorlar.
Özellikle işveren çevreleri küreselleşmeyle birlikte rekabetin had safhaya çıktığını ve sendikacılığın üretim maliyetlerini artırarak, rekabetçi gücümüzü zayıflattığını iddia ediyorlar. Buna ne dersiniz?
Valla bu temcit pilavı gibi hep söylenir. “Küresel rekabet var, kriz var, devletimizin borçları var, devlet yeni yatırımlar yapıyor; dolayısıyla sendikalar biraz fedakârlık yapsınlar” anlayışı, sendikaların cılızlaştırılması politikasından başka bir şey değildir. Nerede samimi davranılıyor, nerede kriz ticareti yapılıyor anlamak zor. Ama bahaneler, sorunlar bitmiyor. Bunun arkasında ne var, biliyor musunuz? “Türkiye siyasal politika anlamında Batılı olsun, ama işçi-işveren ilişkileri üçüncü dünyalı kalsın” gibi bir zihniyet var. Halbuki, gelişmiş ülkelere baktığımızda, onların güçlü sendikal yapılarla sosyal dengeleri yerli yerinde kurarak, hukuku ve endüstriyel demokrasiyi işlevselleştirerek bugünkü gelişmeyi sağlayabildiklerini görüyoruz.
Türkiye’de uzun yıllar boyunca, HAK-İŞ’i istisna edersek, sendikacılık sol ideolojiyle özdeşleşti. Fakat 90’lardan sonra sol ideolojide de bir zayıflama görüldü. Bu genel anlamda Türkiye’deki sendikacılığı nasıl etkiledi.
Sol ideoloji yeni süreçte sendikal anlayışında bir sorgulama ihtiyacı duymadı. Öte yandan solun o geleneksel yaklaşımları iflas etmiş durumda. Toplumun beklentilerine ve ihtiyaçlarına cevap veremez bir halde. Buna karşılık sağcı sendikacılık gelişti mi? Hayır. Sağcılığın zaten sendika gibi bir derdi hiçbir zaman olmadı. Biz kendimizi ne sağda ne de solda görüyoruz. HAK-İŞ burada kendi kültürel köklerine, değerlerine yakın ve yatkın bir politika, bir duruş geliştirdi. Yani bu anlamda biz yerli değerlerle evrensel birikimleri mezcedebildik. Türkiye’de bugün çatışma kültürü yerine sosyal ortaklık kavramı gelişmişse; sendikaların sadece işçi ücretleri açısından değil, aynı zamanda işletmenin geleceği, işletmenin bekası, işletmede üretimin artması ve iş barışının sağlanması noktasındaki duruşlarında bir ilerleme varsa ve aynı zamanda sendikaların toplumsal rollerinin geliştirilmesi, sivil toplum örgütü olma özelliklerinin ortaya çıkması gibi bir kısım yeni anlayışlar yerleşmişse bu HAK-İŞ sayesinde olmuştur. HAK-İŞ de bu düşüncelerini kendi yerli değerlerinden, birikimlerinden almıştır. Mesela bizim kültürümüzde barış çok önemlidir. Bu kültürün sahipleri olarak endüstri ilişkilerimizde barışı yaşatmayı ön planda tutmamız gerekiyor. Yine bizim kültürümüzde barışın tek bir koşulu vardır: Adalet. Dolayısıyla HAK-İŞ bu anlamda barış ve adaleti hep öne çıkartmıştır. Adaletsiz bir barışın zillet olduğunu bilmekteyiz. Yine bizim kültürümüzde az önce de ifade ettiğim gibi emek övülmüş bir değer ve eylem ise, o zaman bizim emeği yüceltmemiz, yoksullukla mücadele etmemiz boynumuzun borcudur. Yoksullukla ve yolsuzlukla mücadele etmenin yanı sıra bizim kültürümüzde insanı özgürleştiren her türlü girişim teşvik edilmiştir. Özgürlüklerle insanların ve kurumların yetenekleri daha çok gelişir. O nedenle biz her türlü özgürlüğü savunan, sahiplenen bir konumda olmuşuzdur. Tekrar etmem gerekirse, bugün HAK-İŞ’in savunduğu kavramlar hep bu toplumun değerlerinden ve birikimlerinden süzülerek gelmiştir. Biz kendimizi Batılı sendikal geleneklerin birikimleriyle kendi yerli değerlerimizi mezceden ve oradan yeni bir sendikal anlayış üreten bir noktada görüyoruz. O anlamda HAK-İŞ, gerek Müslüman coğrafyada gerekse sendikal harekette ülkemizde ilk ve tek örnektir diyebilirim.
HAK-İŞ’in serüveninde önemli bir değişim oldu. Siz bu değişimi nasıl açıklıyorsunuz?
Türkiye’de her siyasi partinin “Bir sendikam olsun, bir konfederasyonum olsun” diye yola çıktığı bir dönemde HAK-İŞ de yine bir siyasi hareketin teşvikiyle kurulmuş. CHP’ye yakın sendikalar var, AP’ye yakın sendikalar var, MHP’ye yakın sendikalar var. O dönemde MSP’ye de yakın bir sendika var olsun istenmiş. Yani sendikalar bizde bir sosyolojik olgu ve ihtiyaç olmanın ötesinde siyasal bir araç halinde düşünülmüştür. O nedenle 80 ihtilaliyle birlikte sıkıyönetim mahkemeleri tarafından biz de bir süre kapatıldık. Sonradan faaliyetlerimiz serbest bırakıldı. Bu esnada biz sadece HAK-İŞ’in duruşunu, bakışını, ilkelerini, rolünü sorgulamakla kalmadık; sendikal hareket içerisindeki rolünü de masaya yatırdık. Yani HAK-İŞ’in daha katalizör bir rol üstlenmesi gerektiğine, sendikal hareketin ötesinde ilgi alanımızı, toplumun diğer ihtiyaçlarına, diğer katmanlarına ve kesimlerine yaymak suretiyle genişletmeye karar verdik. Sözgelimi çevre sorunu, çocuk işçiliği sorunu, ülkedeki siyasal demokrasi sorunu, özgürlük hareketleri, ekonomik modeller ve bu modellerin sosyal boyutları vesaire… Geniş bir perspektiften kendi konumumuzu, işlevimizi sorguladık ve bunları yerli yerine oturtan bir kısım ilkeler belirledik.
Sizce 80 öncesi HAK-İŞ’in duruşu bir hata mıydı?
Hayır. Bugünden geri dönüp baktığımız zaman hata gibi gözüküyor, ama o günkü koşullarda gerekliydi. Asıl hata örgütlerin 80 sonrasında kendilerini sorgulamayışlarıdır. Yani esas hata sendikaların dünkü argüman ve sloganlarla kendilerini tanımlıyor olması. Yoksa o günkü konjonktürde duruşumuz doğru idi, ama dünyadan kopuktu. Sendika-siyaset ilişkisini doğru belirlemek lazım. Yani sendikalar siyasi partilerin güdümünde, yedeğinde değil, siyasi partilerin politikalarının belirlenmesinde daha etkin bir role sahip olmalılar diye düşünüyorum. Biz HAK-İŞ olarak bağımsız bir hareketiz. Herhangi bir siyasal hareketin değirmenine su taşımak, ona arka bahçe olmak, onun politikalarını güçlendirmek, ona oy deposu olmak gibi bir derdimiz yok. Bu bağımsızlık bize hem yeteneklerimizi özgürce geliştirmek ve kullanmak imkanı veriyor hem de etkinlik ve saygınlık kazandırıyor. Sadece siyasal hareketlere karşı değil, devlete karşı da kendimizi bağımsız görüyoruz. Çünkü biz kamuoyu adına devlet erkinin kullanımını, devlet adına yapılan tasarrufları denetleyen bir örgütüz. Dolayısıyla toplumla devlet arasında bir yerde duruyoruz. Toplumla devlet arasında bir yerde durduğumuz gibi, devletle dünya arasında da bir yerde duruyoruz. O durduğumuz yer kamuoyu adına, kamu vicdanı adına devletin tasarruflarını denetlemektir. Diğer sendikalar ve diğer esnaf konfederasyonları genelde Türkiye’deki konjonktürü veri alıp kendilerine rol biçme gibi bir kolaycılığı tercih ediyorlar. 28 Şubat bunun örneklerinden bir tanesidir. Oysa HAK-İŞ orada daha bağımsız, daha ilkeli durmuştur.
Bir işveren örgütü olarak MÜSİAD da sizin savunduğunuz değerleri savunuyor. Emsalleri arasında HAK-İŞ olarak MÜSİAD’a bakışınız nasıl?
MÜSİAD’ı yöneten arkadaşlarla mutlaka müştereklerimiz var. Ama aynı şekilde TOBB’u yönetenlerle, TÜSİAD’ı yönetenlerle de müştereklerimiz var. Bu müşterekler bazılarıyla azdır bazılarıyla daha çoktur. Ama kurumsal olarak, MÜSİAD’la TÜSİAD’ın farklı olduğu görüntüsünü şu ana dek alabilmiş değiliz.
Yani sizin açınızdan MÜSİAD yapısı gereği mi TÜSİAD’dan farklı değil, yoksa olması gerektiği gibi olmadığı için mi?
Belki hem bir işveren örgütü olarak yapısı gereği, hem de olması gerektiği yerde olmadığı için. Çünkü sosyal politika geliştirebilmiş değiller. Yani MÜSİAD’lı bir işverenin işçisiyle TÜSİAD’lı bir işverenin işçisinin arasında hakları kullanma özgürlüğü bakımından bir fark olduğunu sanmıyorum. Hatta mesela MÜSİAD’lı işyerlerinde genelde sendika yoktur; ama TÜSİAD’lı işyerlerinin birçoğunda sendika var.
Bu belki ölçekle alakalıdır. Yani MÜSİAD’a bağlı iş yerleri daha küçük ölçekli işletmeler.
Bunun ölçekle alakalı olduğunu sanmıyorum. Bu biraz zihniyetle ilgili bir şey. Yani MÜSİAD’da üretim ilişkilerinde modernizme karşı bir direnç olduğunu düşünüyorum. Oysa sendikalar modernizmin ürettiği kurumlardan bir tanesidir. Biz üretirken modern toplumun ihtiyaçlarını gözeterek üreten; ama üretim ilişkilerinde o modern toplumun kurumlarını ve yapılarını yok sayan bir çelişki içerisindeyiz. Burada bir şarklılık var gibi geliyor bana. Az önce söylemeye çalıştığım klasik emek-sermaye çelişkisinin zihinlerdeki kalıntısını kastediyorum. Bu anlamda da MÜSİAD üyesi olanla TÜSİAD üyesi ya da TOBB üyesi olan arasında bir fark görmüyorum ben.
HAK-İŞ’in üye sayısı 400 bin civarında. Türkiye’deki işçi sayısını düşündüğümüzde sizce bu rakam biraz az değil mi?
Tabii, arttırmak için çok yoğun bir çabamız var; ama bu iş istemekle olmuyor. Türkiye’de sendikal mevzuat, işçilerin sendikalara erişimini kolaylaştıran değil zorlaştıran bir şekilde düzenlenmiştir. Bir işçinin sendikaya üye olup ayrılması noter şartına bağlıdır. Evlenip boşanmaktan zordur bu. Ayrıca çok pahalı bir iştir. Sadece noter dediğinizde işçi başına 150 YTL notere yatırmak zorundasınız 10 bin işçide bu 1,5 trilyon yapar. Diğer masrafları zikretmiyorum bile. Bu mevzuat sorunumuzun dışında bir de pratik sorunlar var. Sendikalı olduğu an kapının önüne konan çok sayıda işçi var Türkiye’de. Hepsinden önemlisi de sosyal kabul sorunumuz var. Bu sorunun aşılması çok daha zor maalesef.
HAK-İŞ mevcut hükümetle ilişkisi bakımından eleştiriliyor. Buna ne dersiniz?
AKP’li belediyelerin birçoğunda ya DİSK var ya da TÜRK-İŞ. “Niye böyle?” diye sorduğumuzda “Onlarla daha kolay anlaşıyoruz” diyorlar. HAK-İŞ’in AKP ile ilişkisi, az önce söylediğim bağımsızlık ilkesi ve sınırları çok ciddi korunarak tabii ki var; ama her iktidarla ve siyasi partiyle bu ilişkimiz var. Bir kısım zihnî yakınlıklar HAK-İŞ’in bağımsızlığına zarar vermez. Türkiye’de gerçek anlamda bir işçi sınıfı yok. Eğer işçi sınıfı olsaydı emeği ile geçinenler siyasal tercihlerini politik aidiyetlerine göre değil, sosyal aidiyetlerine göre yaparlardı. Bütün dünyada işçi sınıfının bir değiştirme ve dönüştürme isteği ve gücü vardır. Oysa Türkiye’ye baktığınız zaman sistemin yarattığı eşitsizliklerin ortaya çıkardığı zümreler politik aidiyetlerine ve kültürel kimliklerine göre oy vermektedirler. Bu da sendikaların gücünü zayıflatmaktadır maalesef. Siyasi partilerin ya da iktidarların sendikaları çok da hesaba almamasının bir nedeni de budur. Yani DİSK’li bir işçi MHP’ye ya da HAK-İŞ’li bir işçi CHP’ye oy verebilmektedir. Batı’da işçi partisine oy veren, onu ayakta tutan, organik olarak onu besleyen ve hatta onu finanse eden işçi kitlesidir. Ama burada asıl yanlış ya da tehlikeli olan işçi hareketinin statükoyu savunuyor olmasıdır. Değişim ve dönüşüme karşı direnç odaklarından birisi haline gelmesidir. Sözgelimi statükodan beslenenler, statükodan bir kısım imtiyazlar elde edenler, demokratikleşme çabalarına karşı “Rejim elden gidiyor” diye bağırırlarken, bakıyorsunuz ki sivil tolum örgütleri ve sendikalar da onların yanında saf tutmaya ve hizaya geçmeye başlıyorlar. Bu yaklaşımı çok yanlış buluyorum.
1 Mayıs olayları üzerinden daha bir ay bile geçmedi. Bu konuda HAK-İŞ diğer sendikalardan daha farklı bir tutum izledi. 1 Mayıs bağlamında sendikaların ve hükümetin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir defa 1 Mayıs kutlanması gereken bir gündür.
Tatil de olmalı mıdır?
Tabii, tatil de olmalıdır. Dinî bayramları, resmî bayramları ve resmî günleriyle yılda 13,5 gün tatili olan bir Türkiye’nin tatil günü sayısı 14,5 olsa kim ne kaybeder ki! Şimdi 1 Mayıs’ın kutlanma gerekçeleri Türkiye’de vardır. Adaletsizliğin yanı sıra, barış, demokrasi, sendikal haklar ve özgürlükler, bireysel haklar ve özgürlükler ciddi bir tehdit altındadır. Bu anlamda tehdit altında olan demokrasidir, rejim değil. Böyle bir noktada sendikaların 1 Mayıs’ı kutlaması ve taleplerini dile getirmesi çok doğaldır. Hükümete düşen de bu talebin yerine getirilmesini sağlayacak zemini oluşturmak ve güvenliği sağlamaktır. Fakat olay 1 Mayıs olmaktan, 1 Mayıs’ta verilecek mesajların ne olması gerektiğinden çıktı; Taksim tartışmalarına indirgendi. Oysa Türkiye’de 1 Mayıs’ların Taksim’de kutlanma geleneği yoktur. Türkiye’de 1 Mayıs her alanda kutlanmıştır. Taksim’de 76-77-78’de kutlanmıştır. Dolayısıyla üç yıl üst üste yapılan kutlamalar bir gelenek oluşturmayacağı gibi bir meşruiyet de sağlamaz. 1 Mayıs’ın kendisi meşru olmalıdır, yoksa Taksim değildir sorun olan. Taksim’de ya da Kadıköy’de veya bir başka yerde, kamuoyunun hassasiyetini dikkate alarak kutlama yaparsınız. Ama Taksim üzerinden 1 Mayıs’ı kutlama isteği, Taksim üzerinden hükümetlerle hesaplaşma çabası, Taksim üzerinden bir ülkede yaşanan siyasal çalkantılara zemin hazırlamak, Taksim üzerinden ülkedeki demokratikleşme çabalarını engellemeye yönelik girişimlere dolgu malzemesi olmak bize çok haklı gelmiyor. Ben orada politik bir kışkırtma görüyorum. Şu anda Türkiye’de toplumun iradesini hazmedememe ve halkın seçtiklerini beğenip beğenmeme hakkını kendisinde görenlerin yarattığı bir konjonktür var. Demokratik sisteme kasıt var açıkçası. Türkiye kulvar değişikliğine zorlanıyor. Bir kısım derin güçler Hükümet’e vuruyorlar. Bir kısım çeteler Hükümet’i sıkıştırıyorlar. Böyle bir ortamda “Şimdi bize iş düştü” diyerek durumdan vazife çıkartmak bana ahlaki gelmiyor.
İktidardaki parti AKP değil de başka bir parti de olabilirdi. Nitekim geçmişte ihtilaller yapıldığında gördük. Bu DYP de olabilir, DTP de olabilir, CHP de olabilir. Kim olursa olsun siyaset dışı güçlerin siyasete yönelik müdahalelerine çanak tutmak, dolgu malzemesi olmak, yalakalık yapmak sendikaların ve sendikacıların işi olmamalı. Sendikalar demokrasiyi dosdoğru, dimdik sahiplenen örgütler olmalıdır. Zira demokrasiye yönelik müdahaleler sadece siyasi partileri kurban etmekle kalmıyor; sendikal hakları da zayıflatıyor. 12 Eylül darbesinin ilk yaptığı işlerden biri partilerin yanı sıra sendikaları ve dernekleri kapatmak, toplu sözleşme hakkını askıya almak, kıdem tazminatına tavan sınırı getirmek olmuştur. Şimdi bunu yaşayan biz, nasıl olur da kendi bastığımız zemini torpilleriz. Bunu doğrusu ben anlamakta zorlanıyorum. Aslında 1 Mayıs çok güçlü bir şekilde kutlanmalı ve 1 Mayıs’ta verilecek en önemli mesaj “Temel hak ve özgürlüklerime dokunma, demokrasiye dokunma, seçtiklerime dokunma” olmalıydı. Türkiye’de öyle bir sistem oluşmuş ki erkler ayrılığı denen yönetim biçimi adeta bir kuvvetler çorbası haline getirilmiş. Üstte denetim mekanizmaları var. Silahlı ve silahsız bürokrasiyi memnun etmek zorundasınız. Herkes bu oyunda bir pozisyon tutmuş vaziyette. Böylesine olağanüstü koşullarda sendikaların yapması gereken şey, halka saygıdan dolayı, halkın seçtiklerini sahiplenmektir. Yok, “Halkın seçtiklerini biz de beğenmiyoruz” diyorsanız o zaman sizin demokrasi anlayışınızda bir sakatlık var demektir. İşte HAK-İŞ’i diğerlerinden ayıran en önemli özellik bu demokrasi anlayışıdır. Her şartta demokrasiden yana olmaktır, bu bir. İkincisi de, sürekli değişim ve dönüşümü diri tutmaktır. Sendikalar geleneksel rollerini, söylemlerini sürdürürken aslında tükeniyorlar; bunun farkında değiller. Cumhuriyet ve devrimler dinamik olmasına karşın bizde durağanlaştırılmak isteniyor. Biz HAK-İŞ olarak ilkelerimizden taviz vermeden, sürekli bu yenilenmenin çabası içindeyiz.
Son olarak önümüzdeki süreçte nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz?
İnanıyorum ki Türkiye’nin geleceğinde berrak düşünceliler; demokrasiden, haktan, özgürlükten yana sahici tavır koyanlar; gelişmeden, değişimden, dönüşümden, bilgiden yararlananlar ve onu kullananlar olacaklar. Bunun aksine, dogmalarla, sloganlarla kendilerini avutmaya çalışanların, günü kurtarmayı amaçlayanların geleceğin Türkiye’sinde yerleri olmayacak. Bu bireyler için de kurumlar için de geçerli bir durum diye düşünüyorum.
Paylaş
Tavsiye Et