Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Topluyorum > Hilal olmadan asla!
Topluyorum
Hilal olmadan asla!

 

Arkadaşlar, Ekim ayında on sayıdır ara verdiğimiz bir geleneğimizi ihya ediyoruz ve topluYORUM’u ayın tarihi ile irtibatlı bir konuyla başlatıyoruz.
Bu ayın konusu merkez-çevre ilişkileri ve ulus-devletin daralan alanı bağlamında şekillenmeyecek miydi? Bu ayın konusu ile tarih arasında nasıl bir bağ var?
Ekim merkezileşme tarihimizde önemli dönüm noktalarının yaşandığı bir ay. Her şeyden evvel bu ayki röportajımızın ana konusunu teşkil eden kamu yönetiminin temelleri Ekim ayında atılmış. Fransız örneğinin merkeziyetçi yapısından etkilenerek kurulan il özel idarelerimizin tarihi, 8 Ekim 1864 tarihli Teşkil-i Vilayet Nizamnamesi’ne kadar gider.
Ondan daha önemlisi 14 Ekim 1808, Nizam-ı Cedid’in, Sekban-ı Cedid adıyla yeniden kuruluşudur. Bu tarih merkez-çevre geriliminde bir kırılma noktasına tekabül eder.
Merkez, merkez diyoruz… O zaman Merkez Bankası’nı anmadan geçmeyelim. 3 Ekim 1931 Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın kuruluşudur.
En önemlisini unuttunuz; Cumhuriyet’in kuruluşu. Bu arada astrolojik bir yorum yapayım.
“Külli müneccimin kezzap” derdi babaannem. Şimdi de falcılığa mı başladın?
Fala inanma ama falsız da kalma… Bizim Cumhuriyet’imiz 29 Ekim’de doğduğu için akrep burcuna giriyor. Akreplerin ilkeleri “ya hep ya hiç”tir. İkide bir her şeyi yıkıp sil baştan başlayabilirler. Kuşku, gizlilik ve takıntı gibi olumsuz özellikleri vardır. Kendi inisiyatifinde olmayan değişimlere karşı isteksiz ve dirençlidirler.
Ben de hep merak eder dururdum; “bu memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz” zihniyeti ve devlet sırrı fetişizmi nereden kaynaklanıyor diye. İnsanın astrolojiye inanası geliyor. Türkiye’nin siyasal psikolojisi ancak bu kadar iyi tarif edilebilir.
Peki bu ay gündemle ilgili tartışmayacak mıyız? Hem Türkiye’de, hem dünyada toz dumana karıştı. Rusya’da, Irak’ta, İran’da tehlikeli gelişmeler oluyor. TCK krizi, AB ile ilişkiler… Bunlara değinmeyecek miyiz?
Ekimin başında İstanbul’da gerçekleşen AB-İKÖ Zirvesi’ni de unutmayalım. Hem Doğu’dan ve Batı’dan dünyaca ünlü akademisyenler ve düşünürler buluştu, hem de BM toplantılarını saymazsak en fazla sayıda dışişleri bakanının bir araya geldiği bir toplantı oldu.
Dünya gündemiyle ilgili konular Dünya Siyaset bölümlerinde ayrıntılı bir biçimde işleniyor. Türkiye-AB ilişkilerini de zaten tartışma konumuzda ele alacağız. Aslında konuşacağımız tam olarak, “alanı daralan ulus-devlet.” Ulus-devletin alanı bir taraftan aşağıdan gelen çevrenin baskısıyla daralırken, diğer taraftan da yukarıdan AB ve benzeri ulus üstü kurumlar tarafından tırpanlanıyor. Ayrıca nasıl Türkiye’de merkez-çevre gerilimi varsa, Avrupa ve hatta dünya için de aynı diyalektik söz konusu ve Türkiye çevrede kalıyor.
Aslında ulus-devlet insanlık tarihi açısından nevzuhur sayılabilecek bir olgu. Ulusal egemenlik tanımı etrafında bir devletin ortaya çıkışı, başkentlerin, ulusal orduların ve bürokrasinin oluşumu en erken 13’üncü yüzyıla kadar götürülebilir.
Nerdeyse 800 yıl olmuş. Nesi yeni?
İnsanlık tarihi, hatta medeniyet tarihi açısından düşünürsen daha dün gibi.
Tabii ulus-devlet yapısının olgunlaşması ve dünya sisteminin uluslararası sistem haline dönüşmesi, yani ulus-devletin temel yapı taşı olması ve ulus-devletlerin karşılıklı birbirlerini tanıdıkları sistemin yerleşerek müstakâr hale gelmesi 1648 Westphalia Anlaşması’yla oldu. Bu yüzden de bu düzene Westphalia Düzeni adı verildi. Bu arada bir de not düşeyim; bu anlaşmanın tarihi 24 Ekim, yani ulus-devleti tartışacağımız ayın tarihine bir atıf da benden.
Burada Reform Hareketi’nin etkisine değinmemiz lazım herhalde değil mi? Zira Westphalia Anlaşması Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda imzalanıyor.
Evet. 1555 yılında yapılan Augsburg Anlaşması, her devlete vatandaşlarının dinini belirleme yetkisini tanımıştı. Yani “cuius regio, eius religio” (kralın dini, tebaanın da dinidir) ilkesi benimsendi. Ancak Protestanlar anlaşmanın ihlal edildiğini görünce, 1618’de ayaklandılar. İngiltere, Fransa ve Hollanda da destek verdi. Katolik Alman devletleri ise 1609’da Kutsal Roma İmparatoru’nun desteğiyle birleştiler. Savaş bir taraftan Katolik ve Protestanlar arasında bir Alman iç savaşı, diğer taraftan da Kutsal Roma İmparatoru ile bağımsızlıklarını isteyen vassal devletleri arasında bir savaş niteliğini aldı. Ayrıca işin içine Fransa, Habsburglar, İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç ve Transilvanya’nın karışması, savaşın bütün Avrupa’yı sarmasına yol açtı.
Peki kim kazandı?
Protestanlar. Her ne kadar bu savaştan sonra 170 yıl için Avrupa’nın en güçlü devleti Fransa olmuşsa da, aslında Protestan düzeninin ve liberalizmin iki yüzyıl sonraki galibiyetinin temelleri burada atılmış oldu. Buradan bir sonuç daha çıkıyor tabii; ulus-devlet düzeni bir yönüyle de sekülerleşmenin ürünüdür ve dolayısıyla modernitenin üzerinde yeşereceği bir zemin teşkil etmiştir.
Bir yerde BM düzeni Westphalia sistemine dayanıyor değil mi? Yani tanımlanmış ve karşılıklı kabul edilmiş sınırların belirlediği bir toprak parçası üzerinde devletin mutlak otoritesinin geçerli olması.
Teknik olarak ifade etmek gerekirse, egemenlik ve toprak bütünlüğü diyebiliriz. BM Antlaşması üye devletlerin toprak bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına saygı duymayı gerektiriyor ve BM’ye devletlerin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermiyor. Bu arada ben de ayın konusuyla tarihi arasındaki bağlantıya katkıda bulunma adetini sürdüreyim; 24 Ekim 1945 BM’nin resmen kurulduğu tarihtir. Yani halen devam eden uluslararası düzenin doğum günü.
Bu düzenin ne kadar devam ettiği bence tartışmaya açık bir konu. Ekonomik ve teknolojik küreselleşme çağında, siyasal açıdan da ABD Başkanı Bush’un -şimdiki değil babası- Ocak 1991’deki o ünlü konuşmasında dile getirdiği “yeni dünya düzeni” düşünüldüğünde iç otoritenin politikalarına müdahale edilmediği egemenlik anlayışının artık geçerliliğinin kalmadığını düşünüyorum.
Evet, belki de tartışmanın can alıcı noktası bu. Ulusal egemenlikler ulus üstü otoriteler tarafından aşındırılıyor mu ve bu süreç ulus-devletin sonunu mu getirecek?
Sadece ulus üstü otoriteler tarafından değil. Bir taraftan AB kuruluyor; Fransa’nın ve İspanya’nın egemenlik hakları üst bir otorite tarafından daraltılıyor, diğer taraftan da Korsikalılar ve Basklar etnik kimliklerine daha fazla sarılıyor. Mikro-milliyetçilik güçleniyor; burada da aşağıdan bir daralma oluyor. Yani biraz önce Türkiye için söz konusu edilen durum aslında genel bir tablo.
Otoritesi ve belirleyici gücü azalıyor gibi görünse de, ulus-devlet hâlâ bir analiz birimi olarak geçerliliğini koruyor. Ulus üstü otoriteler hâlâ ulusal kabule bağlı. Uluslararası anlaşmalar ancak ulusal parlamentolar tarafından kabul edildiğinde yürürlüğe giriyor. Bir başka deyişle, ulus üstü otoriteye egemenlik devri de ulusal irade tarafından yapılıyor.
Ama bir kere devredildiğinde geri alınma şansı yok. Bu dediğin gibi mutlak bir otorite olsa, gücü aktaran geri de alabilir.
İyi ama iç hukukta da bir mutabakata varılıp iş anlaşmaya döküldükten sonra taraflardan birinin tek yanlı olarak tasarruf hakkı sınırlanır ve anlaşma bağlayıcı olur. Teorik olarak tercih hakkı başlangıçta ulusal egemenlik gücünü kullanan otoriteye ait ve bir dayatma yapılamıyor.
Bu görüş çok da doğru değil. Sadece AB ile ilgili düşünme. Mesela İMF tercih hakkı bırakıyor mu?
Tabi bırakıyor. Ekonomiyi batırdıktan sonra anlaşma yapmak için adamları çağıran biz değil miyiz? Zorla gelmiyorlar ya!
Bu tercih hakkı sırtına silah dayalı bir adamın kendisinden isteneni yapmama hakkına benziyor. Teorik olarak bu mümkün, itaat etmeyebilir; ama kurşunu yiyeceği kesin. Yerine getiremeyeceğin yükümlülükler varken bir dizi şart dayatılıp seçim yapman istenirse, ‘kırk katır mı, kırk satır mı’ tercihi olur bu. Alternatifin, uluslararası sistemden tamamen yalıtılmak.
Soğuk Savaş döneminde bu dediğin geçerliydi; ama aslında son 15 yıllık süreç değerlendirilecek olursa o kadar bile seçim hakkı yok. Arnavutluk olmayı bile tercih edemiyor ülkeler çoğu zaman. Hatırlayacaksınız Şubat 1988’de ABD’de Miami Mahkemesi Panama Devlet Başkanı General Manuel Noriega’yı uyuşturucu kaçakçılığına karışma ve kara para aklama suçlarından yargılamış ve suçlu bulmuştu. Noriega Panama’nın fiili lideriydi; Mahkemenin Panama üzerinde bölgesel yargı hakkı yoktu. Noriega’nın devlet lideri dokunulmazlığı bulunuyordu. İki yıl sonra Panama ABD tarafından işgal edildi, Noriega tutuklandı ve ABD’ye götürüldü. İllegal bir işgalin sonunda yakalanarak mahkemeye çıkarıldı. Yeni dünya düzeni adına -gerekçeleri çok masum, insancıl ve haklı görünse bile- BM Anlaşması’yla kabul edilen uluslararası düzenin temel kurallarının ihlal edildiği daha birçok örnek verilebilir: Somali, Ruanda, Kosova, Endonezya, Haiti, Kamboçya, Liberya…
O kadar uzağa gitmeye gerek yok. Afganistan’da ve Irak’ta yaşananlar yeter.
Tarihsel olarak modern ulus-devletin ayırt edici özelliği, kendi sınırları dahilinde güç kullanımı tekeline sahip bulunması ve bunun diğer-ulus devletler tarafından da meşru kabul edilmesidir. Ama sınır aşırı meşruiyeti yoktur. Sınır-otorite ilişkisi ve karşılıklı tanınmaya dayalı ulusal egemenlik anlayışı 19’uncu yüzyılda Hegel ile felsefî bir zemin, kendi içinde teorik ve sistematik bir bütünlük kazanmış, Weber ile birlikte de bu güç kullanımı vurgusu netleşmiştir.
Benim de kastettiğim bu. Ulusal egemenlik, devlet otoritesini bir şekilde eline geçirenlerin o topraklarda yaşayan insanlar üzerinde keyiflerine göre güç kullanması anlamına geliyordu. Soğuk Savaş dönemindeki şartlar bunu mümkün kıldıysa da, iletişim kanallarının gelişmesi ve ortak insanlık bilincinin güçlenmesiyle evrensel değerlere dayalı bir düzen fikrinin yükselmesi son derece normaldir, insanîdir ve olumludur. Ulus-devletin mutlak hakimiyetinin azalması bireylerin lehinedir ve dünyaya hakim olan eğilim bu yöndedir.
Ama bu tespit bütün ulus-devletler için geçerli değil. Belki şundan bahsedilebilir; bazı ulus-devletler aşınıyor ve uluslararası hukuk egemenliğini, hatta sınır ve iç egemenliklerini kaybediyor. Buna karşılık bazı ulus-devletler daha da güçleniyor. Kendi toprakları dışında da egemenlik kazanıyor. 19’uncu yüzyılın başında tarafsız bir tampon bölge olsun diye, Avrupalı güçler tarafından kurulan orta büyüklükteki Belçika, AB’ye üye olarak egemenlik haklarından vazgeçiyor; ama AB’nin iki resmî başkentinden birisi Brüksel oluyor. Önemli olan burada belirleyici olan kriterlerin neler olduğu.
Ulus-devletlerin bir kategori olarak egemenlik alanları ne tümüyle daralıyor, ne de tümüyle genişliyor, doğru. Mesela Panama, Afganistan ve Irak örneklerinde görüldüğü gibi ABD, tehdit ortaya çıkmadan tehdidi yok etme hakkını kendi egemenliğinin bir parçası haline getiriyor ve bu diğer bazı devletlerin egemenlik alanlarını daraltıyor. Burada hangi ulus-devletin egemenliğinin öne çıktığını, hangisinin aşındığını belirleyen ilk unsur güç olarak görülüyor. Dünyada güç dağılım süreci yeniden şekilleniyor. Ama güç temerküzü kadar önemli olan bir diğer konu meşruiyet. Uluslararası operasyonlara girişen ulus-devletler de, ulus üstü otoriteler de davranışlarına bir şekilde meşruiyet kazandırmak durumundalar. Bu konunun bir yönü. Diğer yönü: Kendi içinde ve uluslararası toplum nezdinde meşruiyet taşıyan ulus-devletlerin egemenlik alanlarına müdahale edilmesi zor. Sonuç olarak, belirleyici kriterler güç temerküzü ve meşruiyet.
O zaman şöyle diyebilir miyiz; güçlenen ulus-devletler etkinlik alanlarındaki diğer birimleri çözebildikleri ölçüde etkinlik alanlarına alıyor. Güç temerküzünün yanı sıra önemli olan bir diğer husus, birinci derecede ulus-devletin kendi içinde, halkına karşı sahip olduğu meşruiyet; ikinci derecede de uluslararası toplum nezdindeki meşruiyeti. Bu sürecin sonunda meşruiyet ve güç temerküzü sayesinde öne çıkan ulus-devletlere eklemlenecek yapılarla yine bir suzeren-vassal ilişkisi doğabilir ve bu imparatorluklar çağının geri dönüşü olabilir.
Yerleşik politik argümanları mutlaklaştıran ve geleceği geçmişin parametreleriyle okumaya çalışan bir yorum oldu bu. Bence bugünkü yapıyı farklı anlamamız lazım. Birincisi teknolojik devrimin ulaşım, iletişim ve bilişim teknolojilerinde gerçekleştirdiği değişim yeni üretim, dağıtım ve tüketim biçimlerini mümkün kıldı. Üretim araçlarıyla üretim ilişkileri arasındaki denge, ikincisi lehine bozuldu. Sanayi kapitalinin, kitlesel üretimin ve Fordist örgütlenmenin hükümranlığı sona erdi. Finansal kapitalin, hizmetler sektörünün ve bilgi toplumunun değerleri oluştu. Yeni ekonomik yapı, bütün dünyanın tek bir üretim ve tüketim birimi olmaya doğru evrilmesini zorunlu kılıyor. Zira daha küçük birimlerin sağladığı getiri devasa ölçeğe ulaşan üretim maliyetlerini karşılayamıyor. Sermayenin, malların ve hizmetlerin bütün dünyada serbest dolaşımı şart. Bunu sağlayabilmek için ise hukukun, siyasetin ve ekonomik yapıların, hatta kültürlerin ve değer yargılarının homojenleşmesi gerekiyor. Bu da ulus-devletler şeklindeki mevcut sistemi rantabl olmaktan çıkarıyor, küresel düzeni dayatıyor.
Peki ABD’nin alanı niye daralmıyor? Senin küreselleşme dediğin; bütün dünyanın bir araya gelip herkesin yararına olacak şekilde ortak değerler etrafında yeni bir düzen kurması değil ki. Amerikan değerleri veya biraz daha genişletirsek, Atlantik değerleri bütün dünyaya egemen olmak üzere bir Haçlı Seferi’ne çıkmış. Almanya ile Fransa, Çin ile Rusya ve Japonya ile Güney Doğu Asya da buna karşı güç biriktiriyor, istihkam yapıyor. Tabii bu arada olan, küçük uluslara oluyor; -af buyurun- merkepler tepişirken arada ezilen hep sıpalar oluyor.
Tam bir yıl önceki sayımızı hatırlıyor musunuz; Değersiz Dünya Düzeni. Dünya düzeninin değerler sisteminden yoksun kaldığını, felsefî temelini kaybettiğini konuşmuştuk.
Küreselleşmeyi tartıştığımız Ağustos sayımızda da benzer konulardan bahsetmiştik.
İşte sorun buradan kaynaklanıyor. Dünya sisteminde üçlü bir açmaz var. Bunu bir üçgen olarak düşünün. Bir köşede ulusal egemenlik, bir köşede demokrasi ve diğerinde uluslararası entegrasyon veya küreselleşme var. Bunların üçünün birden yüksek olması mümkün değil.
Nasıl yani? Biraz açar mısın?
Ulusal egemenlik ve demokrasi bir arada işleyebilir; ama uluslararası entegrasyon sebebiyle zarara uğrayan toplum kesimlerinin tepkileri arttığı ölçüde -egemenlik gücünüz de varsa- entegrasyon oranı azalır.
Mesela ABD, Dünya Ticaret Örgütü’ne direnir veya Kyoto Protokolü’nü imzalamaz.
Evet. Bu durumda ya ulusal düzeyde demokratik olmasa da uluslararası normlara uyacaksınız ya da ulus devlet, içeride de kendi iradesine göre davranma gücünü kaybedecek. Türkiye’de maliye politikaları bunun iyi bir örneği. Biliyorsunuz bütçe, demokrasi tarihi açısından sembolik öneme sahip bir düzenlemedir. 1215’te İngiliz aristokrasisi halkın da desteğini alarak kralın istediği gibi gelir toplama ve harcama yapma gücünü sınırlandırmıştır.
Magna Carta.
Evet. Bu şu demektir; devlet vatandaşından vergi toplamak ve bu paralarla harcama yapmak için halkın temsilcilerinin onayını almak zorundadır. Bütçesi reddedilen hükümet düşmüş sayılır. Şimdi düşünelim; bizim milletvekillerimizin 550’si de memur maaşlarını %50 artırmak konusunda irade beyan etseler, toplumun bütün kesimleri de ‘biz buna razıyız’ deseler yine de yapamayız. Çünkü İMF ile yaptığımız anlaşma elimizi kolumuzu bağlıyor. Bunun ekonominin geleceği için sakıncalı olup olmaması ayrı bir tartışma konusu. Ama sonuçta Türkiye’nin içişleriyle ilgili bir konuda ulus üstü bir otoritenin kısıtlayıcılığını kabul etmek zorunda kalmışız. İhracatçımıza hangi şartlarda ve ne kadar destek vereceğimizi Dünya Ticaret Örgütü belirliyor. AB için de aynı şey söz konusu. İdare bir uygulama yapmış, vatandaş zarara uğradığını iddia ederek mahkemeye başvurmuş ve yargı da idareyi haklı bulmuş. Ama eğer AİHM aleyhte karar verirse, bu uygulamadan vazgeçmek zorunda kalıyorsunuz.
İyi de burada sorun ne? Memura %50 zam verirsek veya bütün halktan toplanan vergilerle verimli olmayan üretimleri sübvanse edersek ekonomi birkaç yıl sonra krize girecekse, AİHM kararlarının bağlayıcılığı olmayınca insanlara dışkı yedirilmeye devam edilecekse, burada kastettiğin ulusal egemenlik nedir? Bir avuç imtiyazlı azınlığın memleketi batırma ve zulmetme özgürlüğü mü?
İşte kastettiğim de buydu. Duruma mekanik olarak bakarsan, bazı olaylarda -dikkat et, hepsinde değil- haklı gibi görülebilirsin. Ama değerler açısından, felsefî açıdan bakarsan katılım ile denetim arasındaki eşitsiz yapıyı fark edersin. Demokrasinin temel mantığı burada simetrinin ve resiprositenin, yani eşitliğin ve mütekabiliyetin olmasıdır. İç siyasette de meşru mekanizmalar dairesinde bir kanun çıkarıldığı zaman, bu sadece kanuna kabul oyu veren seçmenleri değil toplumun tümünü bağlar. Ama burada meşruiyeti sağlayan, geri kalan seçmenlerin temsilcilerinin de sürecin oluşumunda müdahil olmuş olması ve kanunun herkese eşit uygulanması noktasında denetime katılabilmeleridir. Bugün Türkiye veya benzeri birçok ülke ulus üstü otoritelerin veya küresel düzenin uygulamalarına katılmak durumunda; ama ne sürecin oluşumu, ne de denetimi konusunda söz hakları yok. Veya tersinden, bazı durumlarda da sürece katılım hakkı yok, ama denetime tâbi; mesela İMF-Türkiye ilişkileri böyle. Sürekli denetlenen durumundayız, ama kararları etkileme imkanımız son derece sınırlı.
Peki Türkiye durumun gerçekten farkında mı?
Başbakan’ın son çıkışına bakarsanız pek de farkında değil gibi görünüyor. AB üye ülkelerin içişlerine karışmak üzere kurulmuş; zaten karışıyor da. 1996’da Gümrük Birliği’ne girmişiz, üçüncü ülkelere ne kadar gümrük uygulayacağımızı Brüksel’de AB belirliyor. 1999’dan beri AB’ye uyum yasalarıyla yatıyor, Ulusal Program’la kalkıyoruz. Balık tezgahlarının nasıl olacağı bile AB standartlarına bağlanıyorken Ceza Kanunu gibi bir konuda “bize karışamazlar” demek ne kadar tutarlı?
Ama aynı hataya sen de düşüyorsun. AB normları belirleyecek, Türkiye de buna uyacaksa bunun adına ortaklık değil; olsa olsa teslimiyet denir. Bir zamanlar, AB’nin adı henüz AET veya Ortak Pazar iken meşhur bir slogan vardı; “onlar ortak biz pazar” diye. Bu da aynı şey.
İyi de, oluşmuş bir Avrupa kimliği ve Avrupa değerleri var. Bunlar belli ve üzerinde anlaşılmış şeyler. Bu birliğe üye olmak istiyorsanız, kurallarına da uymanızdan daha tabii ne olabilir ki?
Hoş geldiniz Mr. Verheugen! O da aynı şeyleri söylüyordu.
Haksız mı?
Evet haksız. Bu mantık 19’uncu yüzyıldaki sömürgeci mantığının aynısıdır ve bu argümanı savunması durumunda AB kendisini inkar etmiş olur.
Biraz açabilir misin?
Birincisi, öyle sanıldığı gibi üzerinde ittifak edilmiş bir Avrupa ortak kimliği yok. Veya en azından bazı üyelerin zihninde var ama bütün üyelerin konsensüsü sağlanmış değil. Avrupa kimliği bugün için Fransız Aydınlanması ile Alman Romantizmi’nin sentezini ifade ediyor. Bu kimliğin, bırakın evrensel değerleri temsil etmesi, bütün Avrupa’ya şamil kılınması bile problemlidir. Fransa ve Almanya kendi aralarında bu konuda anlaşmış oldukları, AB’yi transatlantik yapılanmaya karşı bir güç temerküzü olarak kurguladıkları ve Kıta Avrupası ölçeğinde derinleşmeyi hedefledikleri için bir ağırlık merkezi oluşturuyorlar. Ekonomik güçlerinden dolayı veya tarihsel faktörlerle yörüngelerinde bir oluşum meydana gelmiş durumda. Biliyorsunuz, Ocak 2003’te aralarındaki ezelî düşmanlığı sona erdiren Elysée Anlaşması’nın 40’ıncı yıldönümünü kutlarken, federatif yapıda hızlı bir bütünleşme yolunda önemli adımlar attılar. Yani Fransalmanya’ya doğru gidiyorlar.
Avrupa değerlerinin sömürgecilikle bağlantısını bu bağlamda nasıl izah ediyorsun, anlamadım.
Kolonyalizmin mantığı şuydu; Avrupa medeniyeti tarihsel bir olgu değil tarih üstüdür. Yani belirli yerel ve tarihsel şartların doğurduğu özgün bir durum değil, bütün insan türü için yegâne modeldir. Bu bakımdan da medeniyetlerden değil; ancak -büyük harfle- Medeniyet’ten söz edilebilir. Avrupalıların misyonu bu değerleri bütün dünyaya yaymaktır. Bu hem rasyonel, hem de kutsal bir görevdir. Diğerlerinden herhangi bir şey almak veya onların özgün şartlarına saygı duymak söz konusu değildir.
Yani Avrupa’da pişer, herkese düşer; öyle mi?
Aynen öyle. Bugünkü tavır da aynı ölçüde mütekebbir ve mağrur. Halbuki AB küresel bir güç olmak istiyorsa, bütün insanlık değerlerine saygılı, çoğulculuğu sadece bireysel ölçekte değil toplum ve cemaat düzleminde de benimseyen, kozmopolit bir yapı kurmak zorunda. Ama bu tabii Fransalmanya açısından kabul edilebilir değil. Türkiye’nin girmesi durumunda Avrupa değerlerinin tartışılması kaçınılmaz ve bu bir kere başladı mı, Polonya ve Macaristan gibi birçok ülkede arkası gelebilir. İngiltere ise bu temerküzden rahatsız ve zaten Avrupa değerlerine o da mesafeli duruyor. Federal bir yapıdan çok “Europe à la carte”, yani herkesin istediği ölçüde entegre olacağı gevşek bir birlik fikrine yakın.
Ortaklık, birlikte bir şeyler üretmektir. AB’nin bu yapısıyla ne esneklik ve dinamizm kazanması, ne de dünyayı kucaklayan küresel bir güç olması mümkün olmaz. Merkezîleşme ihtiyacı anlaşılabilir bir şey. Parasal birliği kuruyor, tek para kullanıyorsanız ekonomi politikalarının da ortaklaşması gerekir. Ama bunun yolu sadece merkezdekilerin yararına olan uygulamaları herkese zorla empoze etmek değil; herkesin gönüllü katılımıyla ortak yararlar üzerinde buluşmaktır. Zaten meşruiyeti sağlayan da budur. Yoksa gücünüz olsa da meşruiyetsiz hiçbir şey yapamazsınız. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
AB Türkiye’den meşruiyet dersi almalı ama biz de -başta yöneticilerimiz olmak üzere- nasıl bir sürece girdiğimizi doğru anlamalıyız. Fırsatlar kadar tehditleri, zaaflarımız kadar güçlü yanlarımızı da bilirsek gereği gibi müzakere edebiliriz. Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi, hilali dışlayıp yıldızı halkaya dahil etmek şeklinde olmamalı. Afro-Avrasya’ya uzanan stratejik derinliğimizden aldığımız güçle, tarih ve medeniyet derinliğimizden aldığımız bilinçle Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri AB’ye taşımak için müzakere etmeliyiz. Hilalimiz olmadan asla!

Paylaş Tavsiye Et