ERGENEKON mu, Ergin ikon mu? Her şey için biraz erken değil mi? Bu “temizlenme”, “arınma” hareketi çok genç yaşta ve henüz ne olduğu tam olarak anlaşılamamış iken “ikon” haline getirildi; takdir edeceğiniz gibi bir ikon hakkında tartışmak son derece güçtür. Ona ya inanırsınız ya da nefret edersiniz. Ya sahiplenip varoluş sebebi haline getirir ya da bir kalemde çizersiniz üstünü: “Ben inanmıyorum öyle şeylere…” Ergenekon soruşturmalarının ortaya çıkardığı en iyimser gerçek şu: Bu devleti ve ülkeyi, devlete ve ülkeye “rağmen”, uğruna cinayet işleyecek kadar seven birileri var.
Eşkıya filminin bir sahnesinde Keje’ye sahip olabilmek için yığınla suç işlemiş bir Berfo vardı, Eşkıya’nın sevdiği kadını çalmakla yetinmiyor bir de ona galebe çalıyordu: “Ben onu, uğrunda suç işlemeyi, en yakın dostuma ihanet etmeyi göze alacak kadar çok sevdim… Peki sen onun için ne yaptın?”
En iyi ihtimalle diyoruz, Ergenekoncu ağabeylerin sevgisi de böyle. “Ben ülkemi uğruna cinayet işleyecek, suikast planlayacak, kumpaslar örgütleyecek, bilmem kaç tane lobi kuracak, vakti gelince patlayacak bombaları bir bir toprağa gömecek, emekli-muvazzaf dinlemeyip her düzeyden asker ile işbirliği içine girecek, yazar-çizer-STK demeyip her birine örgütüm için teoriler/argümanlar/patlangaçlar tasarlattıracak, mitingler düzenlettirecek, darbeyi göze aldıracak kadar çok sevdim. Ülkemi yekvücut ve tek bünye tutmak için onu parçalamayı hedefleyenlerle flört edecek kadar çok sevdim. Onu birlik ve bütünlüğünün öneminin farkına varsın, kendi kıymetini idrak etsin için en iri kıyım ve en rezil terör örgütleriyle düşüp kalkacak kadar çok sevdim. Nice nice ‘Türkçüler’ doğsun için, ellerimle yarattım ‘Kürtçüler’i… Ben onu o kadar sevdim ki, hem ölürüm onun için hem öldürürüm yeri gelirse. Bir tek ben öldürebilirim onu… Peki sen ne yaptın vatanın için? Bunları yapabildin mi?”
Hani ifadeleri alınmak üzere merkeze götürülürken bazıları, ağız dolusu bağırıyorlar ya kameralara, “Suçumuz bu ülkeyi sevmek” nidalarıyla. En iyi ihtimalle diyorum, bu sevgi, böyle bir sevgi. Bir filmde görsek “Aman Allah korusun” diyeceğimiz türden.
Pardon, biz bunu bir hukuk devleti sanıyorduk… Ama işin rengi pek de öyle değilmiş. Bu mantığın çirkin bir rasyonalizasyonunu, Bursa İpek Yolu Film Festivali’nden büyük ödülle ayrılan Gökten Üç Elma Düştü filminde izledik. Emekli ve yalnız asker karakter (Köksal Engür), Kemalist ahlak anlayışının betonarme dokusu, değme Erzurumlu gakkoştan hallice olduğundan üst katta bir fahişenin yaşamasına fena bozuluyordu. Otoriter kişilik yapısı nedeniyle kızını reddetmiş, torununu bile görmemiş olması nedeniyle, kendisini “Ben sizin torununuzum” diye tanıtan bir genç tarafından da dolandırılıyordu. Fonda kendine Ergenekon diyen örgütün üyesi olduğu düşünülen kişilerin tutuklanma haberlerini görüyorduk. Emekli asker ne zaman televizyon izlese, hep aynı haberler dönüyordu… Bir gün asker bu iş böyle gitmez deyip ipleri ele aldı, doğal olarak. Fakat silahın tetiğini çekmeyi bile başaramayacak bir sevgi kelebeğiydi o. Neyse ki dolandırıcı genç de harbi çaresiz olduğundan olay yeri apartmana dönmüştü de, dayakçı kepaze kafasına yediği bir taşla oracıkta can verdi. Bir sonraki karede, askerin ürettiği çözümü izledik. Ceset bir zamandır akan ve sorun yaratan damın delik yerine tıpa olarak sokuldu ve cinayetin üstü örtüldü. Finalde muhteşem üçlü keyif içinde kahvaltı yapıyordu; damın cesetle onarılan harcında gizli gizli çürümekte olan cesedin dibinde.
Diyordu ki film, bazen kötü adamlar güçsüz insanlara acı verirler; böyle hallerde duruma vaziyet etmek gerekir; sonuç hukuka uygun olmayabilir, adil olması yeterlidir.
Bu hesabın tutması ihtimalinde, acılarına neden olan kişileri adil bir hesapla ortadan kaldıran ya da ortadan kaldırılmasına göz yuman ne çok vatandaş çıkabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Hukukun bir kere yok sayılması ihtimalinde ne çok farklı adalet fikrinin, ne çok farklı ihkak-ı hak anlayışının, ne çok subjektif kısasa kısas mantığının türeyeceğini düşünebiliyor musunuz? Hukuk devletinde mutabık olanlar düşünebiliyor; ancak hukukun bazı adil hedefler için ara ara delinebileceğini, zaman zaman cinayet de işlenebileceğini, ideal sonuçlara kirli yollardan varmanın kaçınılmaz olduğu durumlarda kirli yolun seçilebileceğini vehmeden Ergenekon vicdanı düşünemiyor. Ergenekon meselesi, düşünmeyen vicdana, kefeleri bozulmuş bir adalet tartısına ve kendi idealini millete hamlederek moral üstünlük temin etmeye kalkışmış, kokuşmuş muhakemeye yönelmiş bir hukuk mücadelesidir. Bunda kuşku yok.
Ancak kuşku hiç mi yok?
Maalesef bu iş o kadar da pür değil gibi görünüyor. Zira bir hukuk meselesi olarak kalması gereken bu türden bir derin temizlik işinin, meseleyi siyasallaştıracak malzemelerle devreye girmesi, kuşku uyandırıcı...
“Bir soruşturma, kovuşturma bu kadar mı medyatize edilir?” ve “Neden şimdi?” sorularının muhtemel cevapları kuşku uyandırıcı…
Ergenekon soruşturmalarını savunanların televizyon programlarından “Hiç kuşku yok ki devletin derinliklerindeki bu temizlik harekatında sağlanan başarıda yerel iradeyle küresel iradenin örtüşmesinin payı büyük” gibi sözler söylemesi, kuşku uyandırıcı…
Bu harekatı savunanların sık sık İtalya’daki “temiz eller” operasyonunu örnek göstermesi, oysa temiz eller sonrası İtalya’sında her şeyin ABD güdümüne girdiğinin bilinmesi, kuşku uyandırıcı…
“Hep ABD güdümündeydik, ama ABD’nin bölgeye böylesine fütursuz bir şekilde tasallut ettiği bir dönemde hangi ‘milli’ hassasiyet bu ‘küresel irade’yi ‘ağamsın, paşamsın’ şeklinde tepesine dikmek ister, buna kimin nefesi yeter?” sorusunun muhtemel cevapları, kuşku uyandırıcı…
Mikro milliyetçiliğin böylesine arttığı bir dönemde, gerek Balkanlar’da gerekse Kuzey’de her “Farklıyım, çok cici bir etnik kökenim var” diyene ayrı bir devlet tahsisini öngörülen, bunun kimi kanlı kimi ithal devrimli yollarını meşrulaştırılan, ABD’ye direnen Rusya’yı ithal devrimli ve sorunlu hale “getirilmiş” ülkelerce neredeyse abluka altına alan, yine ABD’ye direnen İran’ı geçtiğimiz birkaç yıl içinde dünyanın gözüne baka baka tehdit eden, İsrail’in Gazze’de yaptıklarına gık diyemeyen BM’nin bu insafsız uyuşukluğunda bizzat parmağı bulunan ve Emmanuel Rahm yardımcılı yeni siyah Obama’sının ne yapacağı hâlâ meçhul olan bir “küresel irade” ve “bu irade ile uyum” neresinden baksanız birçok soru işareti doğuruyor.
Pek çok vicdan, tam da bu noktada hakkaniyet ile hukuk arasında kalıyor. İçeri alınan, sorgulanan adamlar sahiden aşırıya gitmiş olabilirler; bu aşırıya gitmeler, kendi kendinde görev vehmetmeler, suikast planları, bombalar sahiden bu ülkenin şerefli asker, akademisyen, oda ve STK zevatının sıkı bir hukuk testinden geçirilmesini gerektirebilir. Bu bir derin devletten arınma harekatı olabilir. Ama bütün bunlar ya bu ülkeye daha büyük bedeller ödetecek, küresel iradeye tam tekmil eklemlenmiş bir iradenin sağlanmasına yönelik şablonun bir parçasıysa?
•••
Ergenekon soruşturmalarına “tam destek” verenlerde içten içe “Küresel iradeye yeterince eklemlenmiş bulunuyoruz, buradan çıkış yok, tutuklanan adamlar kötü adamlar, onlardan kurtulduğumuzu kâr sayacağız, hem biliyor musun, bundan beteri olamaz” kabullenişi olduğunu düşünüyorum. Kimileri zaten derslerinde, konuşmalarında defaatle “Amerikan ya da İngiliz mandası olsaydık şimdi hiç değilse hepimiz İngilizce biliyor olurduk, Cumhuriyet kuruldu da ne oldu?” diyebilmiş, Türkiye’yi sevmeleri AB üyesi olma koşuluna bağlı, küreselleşmeye koşulsuz iman eden arkadaşlar. Onlar “daha çok demokrasi” ortak paydasında birleştiğimiz kimseler. “Bundan daha beterlerinin olabileceği” konusunda da, şahsen manda yönetimini felaketle bir tutmam noktasında da, onlarla anlaşamıyorum.
Ergenekon soruşturmalarına “tam köstek” olanların var olan gidişat gayet yerinde ve yolunda imiş gibi yapmalarına, “Bu derin devlet iyiydi, yenisi bizi kasar” temalı anlatımlarına ise derin derin iç geçiriyorum. Onlar da, yer yer çok mantıklı şeyler söylemekle beraber, dış politikada olup bitenler ve bölge üzerinde dönen hesaplar “iç sorunlar”ı sonsuza kadar ertelemeyi gerektirirmiş, hukuk devleti ve demokrasi fasa fisoymuş ve Ergenekon salt bir gözbağcı olarak devreye girmiş ve bu hükümet de “bütün bunlara alet oluyormuş ve zaten hiç de milli bir hassasiyeti yokmuş” gibi yapmalarıyla, kuşku uyandırıyorlar.
•••
Kur’an-ı Kerim, insanın en büyük kusurlarından biri olarak sayar “aceleciliği”ni. Ve ye’se düşmenin yasaklandığı yerde, umudu da, umudu besleyen merakı da yitirme lüksü yoktur. Ergenekon’la mücadeleyi “ikonlaştırma”da çok aceleci davrandığımız kesin; fakat onu “gözbağcılık”la itham etmekte de bir o kadar aceleciyiz. Ve şimdi ne adına olursa olsun, hukuku “kendine göre adalet tesis etme”yi makul bulanların oyuncağı olmaktan çıkarıp, “kamu vicdanından süzülerek biçimlenen bir süreç”, “objektif adalet anlayışını tesis etme aracı” tanımına rücu ettirmek için bir şans var devletin elinde. Asıl soru şu: “Bu bir şans olabilir, ama ya kısa süre içinde başkalarının işine yarayan bir tehdit haline gelirse?” korkusunun baskın çıkmasına izin mi vereceğiz, seçimle başa getirdiğimiz kimselere bu süreçten sadır olan imkanları milletin lehine yönetebilmeleri yolunda bir şans mı vereceğiz?
Kuşkularım olmakla birlikte, benim gönlüm ikinci seçenekten yana.
•••
“Velev ki” küresel iradenin bu işte rolü var ve Türk usulü “temiz eller” kara kaşımız, kara gözümüz için dışarıdan destek alıyor değil. Bu eşikte, nice kuşkudan sonra, geldiğim nokta şu oluyor: Türkiye ortalama güçte, asgari devlet olma birikimine sahip bir ülke ise eğer, Ergenekon meselesinin dış politikada yahut kimi iç sorunlarımızda ülkeye zarar verecek bir Truva atına dönüşmesine izin vermeyecektir.
Taç giyen baş akıllanır, hükümet etme, devlet olma bilincini kuşanır ve doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Devleti dediğimiz şeye hiç farkında olmadan geliştirmiş olduğumu bu vesileyle anladığım saygı, beni bu devletin ister “derinli” olsun isterse “derinsiz”, içinde böylesine büyük bir tehdit barındıran bir süreci böylesine büyük bir istençle şans addetme hatasına düşmeyeceği noktasına getiriyor.
Ve bir alegori daha…
Velev ki ülkemiz epey büyücek ve kirli bir mekan. Restorasyon/rehabilitasyon ruhsatını da o mekanı dans pisti yapmak koşuluyla almışız. Artık o mekanı mescit yapamayız; ama bir kere temizledikten sonra, çeşitli uluslararası değişkenler ve mutabakatlarla, içinde tavla da oynanabilen bir bowling salonuna dönüştürmeye kimin itirazı olabilir ki?
Paylaş
Tavsiye Et