“Gel, gel, ne olursan ol, yine gel…”
Said bin Ebu’l-hayr (?-1049)
EĞER bir gün Konya’ya yolunuz düşerse, şehrin meydanlarından birinde Mevlânâ Otoparkı olduğunu görürsünüz. Mevlânâ Otoparkı, 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış büyük âlim ve derviş Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin, çağımızın tüketici-okuru tarafından algılanmasına bir mecaz-ı mürsel gibi duruyor Konya’da. Kendisine ait olmayan ama üzerine bir etiket gibi yapışan “Gel, ne olursan ol, yine gel” sözündeki vurgularda da görüldüğü gibi, herkesin, İslamiyet’le herhangi bir hesaba girmeden “gelebildiği” bir otoparka dönüştürülen Mevlânâ, bugün dünyada, dileyenin dilediği gibi anladığı ve anlattığı bir büyük anlatıya dönüşmüş durumda. Elif Şafak’ın son kitabı Aşk (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2009) ise bu malzeme olma, kesip/parçalanma ve yeniden birleştirilme halinin somut bir örneği...
Kapağında, “aşk” deyince akla gelen pembe rengin hâkim olduğu ve kalp remzini belirten bir çiçek yaprağı/zarı bulunan romanda temel olarak iki anlatı var. İlk anlatı, Ella adlı Amerikalı Yahudi bir kadının evinde başlıyor ve Ella için Desperate Housewives dizisinde rahatça yer alabilecek bir portre çiziliyor. Yirmi yıllık evliliğinden üç çocuğu olan, kocasının kendisine ihanet ettiğini bilen ancak bu tekdüze hayatına alışmış Ella, bir gün eşinin yardımıyla bir yayınevinde editör asistanı olarak iş bulur ve ilk projesi, hiç tanımadığı bir yazarın, Mevlânâ’nın hayatını anlatan bir romanına rapor yazmak olur. Ella, ilk başta “Aşk Şeriatı” isimli bu romanı okumaya üşenir, ancak daha sonra ilgisini çeker. Zamanla romanın yazarı Aziz Zahara ile Ella arasında e-maillerle başlayıp, mektup ve telefonlaşmalarla süren ve gelişen bir aşk doğar. Sonunda Ella üç çocuğunu ve kocasını terk ederek bu Sufi adamla yaşamaya başlar. Aziz Zahara, yaklaşık bir yıl sonra Konya’da vefat eder. Ella onu defnettikten sonra özgür, plansız bir hayata atılır.
Romanın sorunlu ilk özelliği, Ella’nın, Mevlânâ ve Şems arasındaki aşkı/dostluğu anlatan “Aşk Şeriatı” başlıklı romanı okuma deneyimine, anlatıda hiç yer verilmemesidir. Ella bu aşk/dostluk ilişkisi üzerine hemen hiç düşünmez veya bu hikayeyi anlamaya çalışmaz. Mevlânâ ve Şems’in dostluğu/aşkı anlatısına paralel bir anlatı olarak kurgulanmaya çalışılan Ella ve Aziz arasında başlayan “ilişki”, Aziz’in Şems’e çok benziyor oluşu gibi zoraki detaylarla yazar tarafından desteklenmeye çalışılır. Mevlânâ ve Şems arasındaki tasavvufi aşkla, çarnaçar ev kadını Ella ile Sufi Aziz arasındaki dünyevi aşk, içerik bakımından da birbiriyle bağdaşmamaktadır. Ella “Aşk Şeriatı”nı okurken, yazarı merak ve hayal etmeye başlar. Sıkıcı hayatından onu kurtaracak “ıssız bir otobanda son sürat giden yakışıklı, seksi, gizemli bir sufi motosikletçi!” (s. 59) beklemektedir Ella.
“Aşk Şeriatı”nda ise her nedense, herkesin doğaüstü bir yeteneği vardır; okur sanki “tasavvuf varsa, olağanüstülük de olmalı” fikrine inandırılmak istenmektedir. Örneğin Şems, “Duvarların, kapıların ötesini görebiliyor, dilediğinde kendini görünmez yapabiliyordur” (s. 267). Mevlânâ’nın yanında yetişen Kimya Hatun ise ölüleri görebilmekte, onlarla konuşabilmektedir. Hatta Mevlânâ’nın vefat eden ilk eşi Gevher Hatun’la sürekli hasbihal edebilmektedir.
Yazarın yaptığı diğer bir sorunlu kurgu ise Rumi’nin ölümünden sonra Mevlevilik tarafından geliştirilecek sema ayini, semazen elbisesi ve bu elbisenin sembolik anlamları gibi, tarikatın önemli unsurlarının, tamamen Şems tarafından bir kerede vazedilmiş gibi gösterilmesidir. Mevlevilik’i, Mevlânâ’dan mülhem bir tarikat olarak görürürüz tarihte, ancak Mevleviliğin ritüellerini Mevlânâ’nın yaşamında sadece nüveleriyle bulabiliriz. Örneğin, sema ayini, disiplin içinde düzenlenmemiştir Mevlânâ’nın yaşamında. Mevlânâ, her ne zaman cezbeye kapılırsa, o zaman sema etmiştir. Başka insanlarla birlikte sema ettiği vakiyse bile, bu törensel bir hava ve disiplin içinde gerçekleşmemiştir. Elif Şafak ise Aziz’in “Aşk ve Şeriat”ında, Şems’in isteğiyle bir sema ayini düzenletir Mevlânâ’ya ve Şems ile Mevlânâ ve müritleri, bu ayin için ciddi anlamda hazırlanırlar. Konya’da merak uyandıran bu ilk sema ayini Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in ağzından detaylı bir şekilde anlatılır.
Ayrıca Mevlânâ ile ilk karşılaşmalarının hemen ardından kırk gün bir odada yalnız kalmaları sırasında Şems, “gönlü geniş ve ruhu gezgin sufi meşreplilerin kırk kuralı” adını verdiği tasavvuf kurallarını birer birer Mevlânâ’ya belletir. Dolayısıyla, Mevlânâ’da ne varsa, Şems tarafından getirilmiştir gibi bir sonuca varılmaktadır.
Şafak’ın hiçbir şeyi okurun yorumuna bırakmaması ise mistik bir deneyimi konu alan romanı yavanlaştıran bir diğer unsur. Aziz Zahara’nın kitabı “Aşk Şeriatı”, Hava, Su, Rüzgâr, Ateş ve Boşluk başlıklı beş bölüme ayrılmış. Her bölümün başlığının altına bir de bu bölümle ilgili açıklayıcı notlar koyulmuş. Okurun kendine her zamanki “Yazar burada bize ne anlatmak istiyor?” sorusunu sorması bile gereksiz, çünkü Şafak bunu doğrudan yapmış zaten. Örneğin, Şems, kırk kuralı bir bir açıklayarak, tasavvufi bir yolculuğu, hazır formüllerle, çok beliğ şekillerde olsa da, sunuyor. Oysa Mevlânâ ve Sufi gelenekte, “Sözün tamamı aptala söylenir” ilkesi egemendir.
Bu değerlendirmelerden hareketle, okura güvenmeyen bir yazarın, okuru kollayan bir romanıyla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Zira Elif Şafak, öncelikle kendine orta sınıf, Batılı, şehirli ve Mevlânâ’ya ancak bir kültürel öğe gözüyle bakan, aynen romanın kahramanı Ella gibi bir okur tipini hedef almış.
Kitabın orijinalinin İngilizce yazılması ve sonra Türkçeye çevrilmesi de göz önüne alınınca, hedef kitlenin Batılı orta sınıf olduğu iyice kendini belli ediyor. Açık ki, Elif Şafak, Mevlânâ’yı bütünlüklü olarak okumaya veya anlamaya zamanı ve mesaisi yetmeyen çağdaş insana, derinlikli bir Mevlânâ sunmak yerine, kendisindeki her şey Şems’ten mülhem, anakronik bir biçimde Mevlevi tarikatının ritüellerini kuran bir Mevlânâ sunuyor. Batılıların ve Mevlânâ’yı pasif birer okuyucu/seyirci olarak izleyenlerin, Mevlânâ deyince tennuresi, sikkesi, destegülü ile bir semazeni düşünmelerine binaen, bu hayali bozmamak için, Mevlânâ’yı tüm bu ritüellerin kurucusu veya Şems’ten sonraki mirasçısı olarak betimliyor. Amerikan dizilerinde sıkça rastlanan olağanüstülükleri, Şems’e, Kimya’ya ve diğer kahramanlara yüklüyor. Roman kahramanı Ella’nın, Mevlânâ’nın hikayesiyle doğrudan ilişkisi olmayan “yoldan gönüllü çıkışı”nı bir kurtuluş ümidi olarak sunuyor romanın sonunda. Okura “gel, gel yapan” bir roman yazmaya niyetli olan bir kişinin varacağı son nokta da bu olabilir ancak. Mevlânâ’nın her gün bambaşka dillerde yeniden yazılan hikayesine, kötü bir ticari çengel atma girişimi bu ne yazık ki. Ancak yazının başında da dediğimiz gibi, burası Mevlânâ Otoparkı, “gel, gel, ne olursan ol yine gel!”
Paylaş
Tavsiye Et