ABD Basını
Çeviri: Ebru Afat
Amerikan muhafazakâr kamuoyunda şu sıralar Batı Avrupa’nın, sınırları dâhilinde yaşayan geniş Müslüman nüfus tarafından kuşatılma tehlikesi altında olduğuna dair bir inanış hâkim. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu eğilim sadece Avrupa’da yaklaşmakta olan Müslüman egemenliği ile Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin yıkılışı tehlikesine dikkat çeken kitaplar yazan Amerikan muhafazakârlarına özgü değil. Yalnızca onlar ilaveten Batı’nın Çöküşü’nden de korkuyorlar.
Zira Afrikalı ve Asyalı Müslümanların, Akdeniz’de boğulmalarıyla sonuçlanabilecek kadar umutsuz girişimlere Batı medeniyetini devirmek için kalkışmadıklarını idrak etmekte başarısız oldular. Paris gettolarında yaşayan göçmenlerin Müslüman oğulları, demokrasiyi yerle bir etmek için değil, iş bulamadıkları için isyan ediyor ve apartmanları ateşe veriyorlar. İngiltere’nin büyük bir kısmında, Hollanda’da ve İskandinav ülkelerinde, devasa bir sorun olan Müslüman göçmenlerin asimilasyonu yahut entegrasyonu ile ilgili endişeler oldukça ciddi bir boyutta.
ABD’nin şu anki liberal hükümetinin ise askerî bir tehdit olarak gördüğü Müslümanlara dair daha farklı bir düşüncesi var. Bu hükümet, George W. Bush’un Afganistan ve Pakistan’daki Taliban’a ve onun radikal dinci takipçilerine karşı açtığı savaşı sürdürüyor. Ve bu savaşı, söz konusu adamların Amerikalılarla Amerikan topraklarında savaşmalarını engellemek gibi -tamamen bir histeri niteliği taşımasa dikkate değer bir düşünce olabilecek- bir gerekçeyle meşrulaştırıyor.
Siz de İslamcı hareketin Ortadoğu’nun genelinde ve Güney Asya’nın bir kesiminde ciddi bir desteğe sahip olduğunu öne sürebilir ve bunun Afganistan ile Pakistan’da “durdurulmaması” halinde bölgedeki başka yerlere de yayılacağı, eline nükleer silahlar geçireceği ve Amerika’yı yok edeceği sonucuna varabilirsiniz. Ancak deliller bunun tam tersini gösteriyor: “Hıristiyan” Batılı hükümetler Müslüman topraklarına ne kadar çok askerî müdahalede bulunur ve ne kadar fazla sayıda askerle savaşırsa, “yabancı” Haçlı işgalcilere karşı dinî ve milli direniş rolünü üstlenen radikal hareket de o kadar çok yayılıyor. Nitekim 11 Eylül saldırıları, Suudi Arabistan’daki Amerikan askerlerinin varlığına yönelik bir intikamdı.
Diğer yandan, Amerikan (ve NATO) güçlerinin Afganistan ve Pakistan’da savaşma kararlılığı, ulusal savunmadan daha karmaşık bir nedene dayanıyor. Büyük ölçüde yabancılaşmış ve Batı’da eğitim görmüş bir grup Suudi’nin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ni havaya uçurup Pentagon’a saldırmasının üzerinden neredeyse sekiz yıl geçti. Bu olaydan beri ABD’de başka hiçbir terör olayı gerçekleşmedi.
7 Temmuz 2005’te Londra Metrosu’na ve 11 Mart 2004’te Madrid’deki tren istasyonuna düzenlenen saldırılar ise, Avrupa polis istihbaratına takılan bütün muhtemel terörist faaliyetlerde olduğu gibi, Taliban veya Ortadoğu çemberinde değil, genç ve Batılılaşmış Müslümanların da dâhil oldukları Avrupa’daki göçmen cemaatler içerisinde meydana geldi. Taliban’ı Hindikuş Dağları’nda “durdurmak” da bunu değiştirmeyecektir.
Bütün bunlar, Asya’da (Batılı bir fenomen olan) milliyetçiliği kışkırtan ve Asyalı “kafirleri” Hıristiyanlığa döndürmeye yönelik iyi niyetli fakat acemice girişimlerle dini radikalleştiren emperyalizm çağının bir kalıntısı. Ve ABD de artık tam bir savaş bağımlısı haline geldi. Bu ülke Kore Savaşı (1950-53)’ndan beri, Güneydoğu Asya’daki komünistlerle, Balkanlar’daki saldırganlarla, Orta Amerikalı solcularla, Kolombiyalı koka yetiştiricileriyle, Saddam Hüseyin’le (iki defa) ve dünyanın dört bir tarafındaki radikal İslamcılarla mütemadiyen savaş halinde. Panama ve Grenada’yı listeye eklemedim bile.
Savaş, silah teknolojisine dünyanın geri kalanının toplamından daha fazla kaynak ayıran Amerikan ulusal ekonomisinin olduğu kadar Amerikan ulusal kimliğinin de bir parçası. Şimdilerde ise son savaşımız güç bela başladı. Artık Pakistan ordusunun, Taliban’ı, kendi ülkelerinin kuzeybatısında kontrol altına aldıkları topraklardan çıkarma girişimini desteklemekle meşgulüz.
Washington, duruma bakılırsa Pakistan’a Amerikalıların gölgesi niteliğinde bir hükümet göndermeye ve onlara ülkelerini nasıl yönetip İslamcı radikallerle nasıl mücadele edeceklerini göstermeye çalışıyor. Barack Obama yönetimi altında ayrıca Afganistan’daki sivil varlığımızı arttıracak gibi görünüyoruz ve basına bakılırsa Afganların liderini de değiştirmeyi düşünüyoruz. ABD açıkça Afganistan’da daha epey uzunca bir süre kalmaya niyetli.
Irak’a dönersek, ABD’nin ülkede barışı sağlamak için Sünni aşiretlere ödeme yapmayı durdurmasından beri, mezhepler arası husumet giderek tırmanıyor. Burada da bir süre daha kalacak gibi görünüyoruz. Sovyetler Birliği çöktüğünde, uzun yıllar boyunca SSCB’nin ABD ve Kanada Çalışmaları Enstitüsü’nün başkanlığını yapan ve ABD’yi çok yakından tanıyan Georgi Arbatov Amerikalılara, “Size çok kötü bir şey yapmak üzereyiz. Sizi düşmanınızdan yoksun bırakacağız.” demişti. Arbatov o zamanlar, yeni bir düşman bulmanın bizim için ne kadar kolay olacağının farkında değildi.
Tavsiye Et
Alman Basını
Çeviri: Zehra Senem Demir
Doğu Bloğu’nun yıkılıp dünyanın iki yönlü etki alanına bölünmüşlüğünün ortadan kalkmasıyla birlikte Türkiye’nin bulunduğu nokta yeni bir anlam ve önem kazandı.
Türkiye’ye artık çok önemli bir rol düşüyor ve bunun farkına varan AKP hükümeti, Başbakan Tayyip Erdoğan ve uzun süredir arka planda hükümetin danışmanlığını yapan yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte yeni bir yapılanma ve uygulamaya gidiyor.
Bunun arka planında Türkiye’nin, Arap dünyasının büyük bölümünü ve Kafkasları kapsayan ve hâlâ bir ayağı Avrupa’da olan Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olarak eski rolünü hatırlaması yatıyor. Bu sayede Türkiye, Ortadoğu’da arabuluculuk görevini üstlenip bir bağımsız alan oluşturabilir ve böylelikle orta ölçekte bir etnik, askerî ve ekonomik merkez güç haline gelebilir. Bu bağlamda Avrupa ve NATO ile kurulan yakınlık Türkiye için önemli bir faktör.
Türkiye’de de artık, AB’ye tam bir ortak olarak dâhil olmanın hem kendisi hem de Ortadoğu’daki imtiyazlı pozisyonu için pek yararlı olmayacağı fark ediliyor. Ayrıca özellikle Fransa ve Almanya tarafından AB içerisinde yürütülen reddedici ve iki yönlü tartışmalar da Türkiye’yi yeni bir hedef belirlemesi ve yeni bir özgüven inşası noktasında teşvik etmiş durumda. Türkiye’nin bu yeni hedeflerine yönelmesini, geçmişi ile bağdaştırmak mümkün.
Türkiye hiçbir zaman, Arapların tarihte -ve şimdi de kısmen- oldukları gibi doktriner ve tamamıyla Müslüman bir ülke olmadı. Osmanlı Devleti birçok şey başarıp kültürü ve sanatı çokça teşvik etti. Fakat otarşinin işlemez hale gelmesiyle birlikte duraklayıp yıkıldı. Buna rağmen Türkiye (Anadolu toprakları), Avrupa için her zaman oldukça önemli bir role sahip olageldi. Ve bu Eski Yunanlılardan beri böyleydi.
Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 7 Haziran’da yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri için 11 Mayıs’ta Berlin’de bir araya geldiler. Görüşmede “Alman-Fransız Dostluğu” hatırlatılıp iki ülkenin Avrupa üyeleri olarak ortak noktaları ön plana çıkarıldı. Bayan Merkel yine, başarısız olan ortak anayasanın yerine hayata geçirilmeye çalışılan Lizbon Anlaşması ile ilgili destek verip, bununla ilgili hiç gündemde olmayan ve muhtemelen kendisinin de etkin olamayacağı çıkarımlarda bulundu. Fakat Bay Sarkozy’nin Avrupa’nın sınırları hakkındaki uyarıları daha derinlikle ele alındı. Bay Sarkozy tarafından öne çıkarılan Avrupa’nın sınırları meselesi, hem tarihî boyutta hem de küreselleşmenin ve dünyanın yeniden taksiminin tarihî unsurlarının göz ardı edilmesine yardımcı olup olamayacağı konusunda incelememizi gerektiriyor.
Çünkü Türkiye ile olan sınır meselesi aslında cevabı verilmeyen bir mesele ve olduğundan farklı bir boyut kazanıp Avrupa’da tartışıldığı şeklinin tam aksi bir konu haline gelebilir. Çünkü Avrupa ve NATO, Türkiye’yi içine almış olmakla Ortadoğu, İslam dünyası ve Aral Gölü ile Ural’a kadar uzanan Türk halkları ile arasında köprü kuracak değil. Bu mesele artık tersinden okunan bir mesele halini aldı. Dolayısıyla AB olarak gelecekte de bölgede etkin olabilmemiz için imtiyazlı ortaklık düşüncelerini bir kenarı bırakıp Türkiye’yi yapımıza dâhil etmemiz gerekir.
O halde ne yapmalı? Türkiye’yi, Müslümanların köprübaşı olarak görmeye devam edip ona göre mi davranmalı, yoksa mevcut Avrupaî, uluslararası ve çok kültürlü yapısıyla Avrupalılaştırıp ona Batılı bir ilerleme kaydetme imkanı sağlamak suretiyle Atatürk’e ve onun mirasına kapıyı açık mı tutmalı? Bu, cevap verilmesi gereken ilginç bir soru.
Çok kültürlü bir niteliğe sahip olması ve birçok devletin kesişme alanında bulunmasına rağmen Konstantinopolis ve/veya yüzyıllardır anıldığı ismiyle İstanbul, eski bir Avrupa kenti. Bugün de aynı durum devam ediyor. Bu şehirde Türkiye’yi ileriye götüren en Avrupaî Türkler yaşıyor ve ülke yaşamına etkide bulunuyorlar. Türklerin serveti, ilhamı ve yaratıcılığı bu şehirde yoğunlaşıyor. Ve Türk demokrasisi de burada yani İstanbul’da hayat buluyor.
Tavsiye Et