Hesperion XXI Şef: Jordi Savall
Yapım: Alia Vox, 2006
Dünya Dediğin Akdeniz’dir, Müzik de Öyle
Fernand Braudel’in hafızalarımıza kazıdığı imge: Ezeli ve ebedi bir Akdeniz! Medeniyetleri emziren büyük anamız! Yerden veya gökten, en bereketli alüvyonların toplandığı ulu havza, kutsal beşik!
Jordi Savall’ın Orient-Occident 1200-1700 adlı albümü, Braudel’in muhteşem Akdeniz tasarımına aynı muhteşemlikte bir katkı; enfes bir Akdeniz güzellemesi. Jordi Savall’den ve müziğinden geçen ay söz etmiştim; az biraz. Ve Dünyanın Tüm Sabahları’ndan.
Müzikseverler zaten hatırlayacaktır; Yehudi Menuhin ile Ravi Shankar’ı bir araya getiren East Meets West albümü, müzikal bir mucize gibi karşılanmıştı tüm dünyada. Mucizeyse mucize: Alia Vox etiketiyle 2006’da piyasaya çıkan Orient-Occident 1200-1700’ün diğerinden aşağı kalır bir yanı yok. Yalnızca mucizeyi gerçekleştiren kadro daha kalabalık bu defa.
Merkezinde Savall’ın yer aldığı bu kadroya bir bakalım: Perkisyon üstadı Pedro Estevan, Yunan santuri Dimitris Psonis, İsrailli udi Yair Dalal, Faslı udi Driss El Maloumi ve geleneksel Afgan müziğini temsilen üç isim Osman Arman, Khaled Arman, Seiar Hashimi.
Kırk Yama ve Sanat
Bu denli çoğul bir enstrüman ve kültür birlikteliği, kaçınılmaz gibi görünen bir riski de beraberinde taşır: Kakafoni veya kırk yamalı bohça!
Telâşa hacet yok: Savall’ın imzasını taşıyan Orient-Occident 1200-1700 bu riski berhava etmeyi başarmış bir albüm. İtalya’nın kadim dans ezgilerinden Safardik romanslara, klâsik Pers müziğinden 13. yüzyıl İspanyol danslarına ve oradan bizim Rast Semai’ye, her şey uyum içinde. Çünkü o zamanlar zaten her şeye ahenk hakim değil miydi!
Bu şaşırtıcı uyumun sırrını, albümün tasarım temelinde aramak gerek: Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman kamplara bölünmüşlüğüne karşın, müzik ve kültür temelinde akraba bir Akdeniz havzası! Ve bu havzada kendine yer bulan çok renkli bir ezgi bahçesi. Cins cins yemişlerle dolu bu bahçede her şey sahici. Yani Ortadoğu’yu kasıp kavuran kavga ortamına karşı müzikal bir barış çığlığı.
Ortadoğu’nun Ahengi
Fakat savaşan şahinlerin sanatın barış çağrısına kulak verdiği şimdiye kadar hiç görülmedi. Bundan sonra da görülecek değil.
Bu yüzden Orient-Occident 1200-1700’ün misyonu, her sanat eseri gibi, başarısızlığı peşinen kabullenen bir misyon. Sanat değil de siyaset açısından.
Ama asla kabullenmeyeceği bir şeyin yedeğinde: Kalitesizlik.
Tavsiye Et
Art Ensemble of Chicago Yapım: EMI, 1980
Az Eksik ama Full Force
Full Force, Art Ensemble of Chicago’nun Nice Guys’tan sonra çıkardığı, 1980 tarihli ve yine ECM etiketli bir albüm. Ve bir Touchstones. Hani şu 40 klasik kayıttan birinin geçen yıl basılmış versiyonu.
Art Ensemble of Chicago, Nice Guys albümüyle dünya emprovize müzik liginde ilk sıraya yerleşmişti. Albümün kayıtlara geçen bir diğer özelliği, aynı çizgiyi izleyen diğer emprovize grupların önünü açarak dünya müzik piyasasında tutunmalarını sağlaması.
Full Force, işte bu parlak mevkii sağlamlaştırmaya yönelik bir “sonra” albümü. Üstelik adıyla da müsemma: Tam güç. Bu gücün merkezini tutan parça ise, Charlie M.
Efsanevi Charles Mingus’un anısına armağan bu parça. Trompette Lester Bowie, bas saksafonda Roscoe Mitchell ve basta Malachi Favors’un icraları dolayısıyla, müzik okullarında irticali döktürme örneği olarak rahatlıkla okutulabilir.
Beşi Bir Yerde
Albümün diğer parçaları da üç aşağı beş yukarı aynı kıratta. 46 saniyelik Care Free için de böyle bu, 20 dakikalık Magga Zelma için de. Beş parçanın beheri, beste ve icra ustalığının resmedildiği küçük birer mücevher. Ve her mücevher gibi sokulgan, aynı zamanda.
Diğer deyişle Full Force, Art Ensemble of Chicago’nun belki de en “ehlileşmiş” albümü. Bu bakımdan sıkı hayranların canını fena hâlde sıkabilir.
Ama grupla yeni tanışmış müptediler için şahane bir başlangıç, en azından.
Tavsiye Et
Türkiye’de en çok ne patlar? Tüp gaz mı, doğalgaz mı? Lâstik mi?
Bilemediniz! Türkiye’de en çok, Türk sineması patlar; bir de Türk rock’ı.
Türk rock müziği 80’den itibaren patlama üstüne patlama gerçekleştirdi. Ne Vezüv’ün böyle patlamışlığı vardır, ne de Fuji’nin. Ben gidip de görenlerin yalancısıyım, Ay’dan görülebilen ikinci sanat eseri Türk rock müziğiymiş; öyle bir patlamış.
Niçin bilmem ama otuz senedir kimsenin aklına şu soru gelmedi? Türk rock’ı mısır mı ki patlasın! Tabii bir insanın bu soruyu sorabilmesi için şunu bilmesi gerekiyor: Rock denilen müzik türü, 60’larda doğmuş, bir rivayete göre 70’lerde, başka bir rivayete göre ise taş çatlasa 80’lerde de ölmüştür. Evet, Kenan Evren dünyada rock müziğinin ölümünden de sorumludur; bunun için de yargılanmalıdır.
Rock denilen müzik, 70’lerin ortalarından itibaren ilkin progressive, senfonik, art, folk gibi alt türlere geçit vermiş, ardından da mirasını iki hırçın oğluna devretmiştir: Metal ve punk. Ve tabii ki cazdan new age’e dünyanın neredeyse bütün popüler müzik türlerini şu veya bu oranda etkiledikten sonra.
Rock tarihine bir bakın, ilk 20 grup ya İngiliz’dir yahut Amerikalı. Niçin? Dünyanın en akıllı, en duygulu adamları bunlar mı? İlgisi yok. Rock, İngilizceye muhtaç, hatta mahkûm bir türdür de ondan. İngiltere’nin varoşlarında doğmuş, Amerika’nın arka sokaklarında harman olmuş bir müzikal anlayış. Başka müzik türlerine oranla çok ciddi bir handikap barındırır aslında. Söze ihtiyaç duyar ve bu söz de İngilizce olmak zorundadır. Mutlaka İngilizce.
Rock açısından Türkçe, öteki Avrupa dillerine oranla daha az imkân barındırır. Farklı bir dil ailesine mensubiyet meselesi. Bir zayıflık mı bu? İngilizce aruzla şiir yazmaya müsait mi ki! Müsait değil diye mi zayıf bir dil peki?
Her dil kendi ahenk kalıbını beraberinde getirir. Ve rock müziğin istediği ifade kalıpları için insanın İngilizce bilmesi değil, İngilizce rüya görmesi şart. O yüzden de bu iki ülke dışındaki yerlerde yapılan iyi rock müziklerinin önemli bir kısmı sözsüzdür. Yahut da İngilizce sözlü. Öyle olmayan sözlerde de anlam değil, çalgıya eşlik anlayışı ön plandadır.
Erkin Koray’ın dünyada da az çok tanınması, özellikle de Elektronik Türküler’inin bilinmesi tesadüf mü sizce? Anadolu pop veya Anadolu rock dönemlerinden sonra da ülkemizde rock müziği çalındı, söylendi. Ama Türk rock’ının patladığı da yok, patlayacağı da. Gerek de yok.
Televizyonlarda, gazetelerde “Türk Rock Müziği” başlığı altında “Son albümü bilmem şu kadar sattı.” diye öne çıkarılan isimlerin hiçbirinin rock’la uzaktan yakından alâkası yok. Türkiye’de bir rock damarı tabii ki var.
Üzgünüm, Türk rock müziğini televizyonlarda bulamazsınız. Belki nadiren. O kanallar size her gün Teoman, Kıraç, Hayko Cepkin falan mı diyor, yoksa Sidharta’dan, Nekropsi’den, Zen’den mi söz ediyor? Bizim kanallarımız en fazla Replikas’ı tanır.
Peki radyolarda durum nasıl? O sizin bildiğiniz radyoların çoğunda da durum aynı. TRT 3, Açık Radyo ve Radyo Eksen gibi bazı istasyonlarda, farklı çap ve ebatlarda bol miktarda sıkı rock programına rastlayabilirsiniz ama. Aralarında çok iyi hazırlanmış Türk rock programları da var. Tabii Ali Baba’nın hakiki hazineleri internette. Neresinde mi? İlmin kapısı Hazret-i Ali, malûmun kapısı Hazret-i Google.
Doğru, soru sormasını da bilmek lâzım.
Tavsiye Et