Konuşan: Bekir Berat ÖZİPEK
TBMM çatısı altındaki dört partinin desteklediği ve milletvekillerinin dörtte üçlük çoğunluğunun oyuyla Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yaptığı değişiklik geçtiğimiz ay Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Mevcut Anayasa’ya göre anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından ele alma yetkisine sahip olan Anayasa Mahkemesi’nin bu iptal kararı hukukçular nezdinde büyük infiale neden oldu. Biz de Anayasa Mahkemesi’nin bu şaibeli tutumunu yetkin bir hukukçu olan Doç. Dr. Zühtü Arslan ile konuştuk. 1964 yılında doğan Zühtü Arslan, 1987 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını ve doktorasını sırasıyla 1991 ve 1996 yıllarında Leicester Üniversitesi’nde hukuk alanında tamamladı. 2002 yılında anayasa hukuku dalında doçentlik unvanı alan Zühtü Arslan, halen Polis Akademisi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. İnsan hakları, anayasa hukuku, hukuk-siyaset ilişkisi ve siyaset felsefesi gibi alanlarda çeşitli ulusal ve uluslararası akademik dergilerde makaleleri yayımlanan Arslan’ın bir de Vahit Bıçak ile birlikte kaleme aldığı Constitutional Law of Turkey (Türkiye’nin Anayasa Hukuku) başlıklı bir kitabı bulunuyor.
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerindeki değişiklikleri iptal kararını hukuki bakımdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı Anayasa’nın açıkça ihlali anlamına geliyor. Sadece tek bir madde değil birçok madde ihlal edildi. Çünkü Mahkeme’nin anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından denetleme yetkisi var. Oysa Mahkeme bu sınırın çok ötesine geçerek, 10. ve 42. maddedeki değişiklikleri şekil görüntüsü altında esastan denetledi.
Şekil denetiminin, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi mümkün mü?
Bence Mahkeme onu yaptı. 148. maddedeki şekil denetimi şartlarından birisi olan teklif çoğunluğu şartını geniş yorumladı. Teklif çoğunluğundan önce teklif edilebilirlik şartına bakılması gerektiğini düşündü. Dolayısıyla 148’den 4. maddeye giderek, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek anayasa değişikliklerini de şekil bakımından denetleyebileceğini ileri sürdü. Ancak bu, artık şekil denetimi olmaktan çıkıyor, esas denetimine giriyor. Çünkü bir değişikliğin Anayasa’nın ilk üç maddesindeki hususlara aykırı olup olmadığını belirleyebilmek için şekille yetinmeniz mümkün değil; esasa girmeniz lazım.
Zaten şekli bu kadar geniş tanımlayınca şekil denetiminin dışında kalabilecek hiçbir anayasa değişikliği olamaz herhalde, öyle değil mi?
Kesinlikle öyle. Anayasa’nın 2. maddesindeki nitelikler çok soyut ve genel ilkelerdir. Demokratik devlet, sosyal devlet, hukuk devleti, laiklik gibi ilkeler çok geniş yorumlandığında bunun dışında kalabilecek bir anayasa değişikliği mümkün değildir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi şekil görüntüsü altında tüm anayasa değişikliklerini denetleyebilir hale gelmektedir.
Peki, şekil şartlarına ilişkin anayasal hüküm bu kadar yoruma açık mı?
Anayasa’daki şekil şartları çok açık. Anayasa değişiklikleri sadece teklif ve oylama çoğunluğu ile iki defa görüşülme şartları bakımından denetlenebilir. Bunlar herkesin rahatlıkla anlayabileceği şartlar. Anayasa Mahkemesi bunu zorladı, yetki alanını genişletti. 1970’li yıllardaki içtihadıyla bir anlamda tutarlı bir karar verdi. Anayasa Mahkemesi kurulduğundan bu yana, anayasalara rağmen, sürekli anayasa değişiklikleri konusunda yetki alanını genişletiyor. Yani yargısal aktivizmi benimseyen, kendisine Anayasa ile verilen yetkileri genişleterek, hatta verilmeyen yetkileri de kendisine tanıyarak sürekli siyasal alana müdahale eden bir mahkeme var karşımızda.
Anayasa Mahkemesi yetkisini ilk kez aşmıyor yani.
Anayasa Mahkemesi’nin yetki aşımı ve yetki gaspı sayılabilecek kararları hep oldu. 61 Anayasası döneminde de oldu; bu dönemde de var. Ama bu boyutta, bu kadar açık bir anayasa ihlali ben daha önce hatırlamıyorum. Bu karar, 367 kararından çok daha ileri düzeyde bir yargısal aktivizmi, hatta aktivizmin ötesinde bir yetki gaspını ifade ediyor. Aslında “yargısal aktivizm” kavramı bile bu kararı açıklamada yetersiz kalıyor.
Kavramın tükendiği yer…
Evet, bazen sözün, kavramın ve hukukun tükendiği yere gelip dayanıyorsunuz. Çünkü hukuk çerçevesinde, Anayasa kuralları çerçevesinde bu kararı açıklamak kolay değil. Aslında, son zamanlarda sık kullanılan ve biraz da gelişigüzel kullanıldığı için vülgarize olan “yargı darbesi” bu karar için geçerlidir. Bu kavram, anayasa teorisinde özellikle yüksek mahkemelerin yorum yoluyla anayasal düzenin temel parametrelerini değiştiren kararları için kullanılır. Anayasa Mahkemesi’nin son iptal kararı, bu anlamda tali kurucu iktidar hakkındaki temel anayasal normu değiştiren bir yargı darbesidir.
Ben Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesini beklemek gerektiğini söyleyen hukukçuları anlamakta zorlanıyorum. Şimdiden kararın nasıl bir gerekçesi olabilir, diye de sorulamaz mı?
Ben bu kararın gerekçesini beklemek gerekir, demiyorum. Zaten belki de ilk kez gerekçeyi beklemeden bir karara yönelik eleştirilerimi yaptım. Ancak bazıları önce kararın gerekçesini görelim, diyor. Bazı kararlarda bu doğru. Tartışmalı diyebileceğimiz, yoruma açık kuralların geçerli olduğu davalarda, mahkemeler bizim önceden öngöremediğimiz bir gerekçeyle kararı açıklayabilir. Ama bu kararın gerekçesi bence çok önemli değil. Çünkü Anayasa Mahkemesi hangi argümanı ileri sürerse sürsün bu verilen kararı haklılaştıramaz. Gerekçe ne olursa olsun, Anayasa’nın açık hükümleri ihlal edilmiş durumda.
Gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerekse yüksek yargının diğer organlarının kararları, sanki sadece hukuki bir tartışma söz konusuymuş gibi ele alınıyor. Meselenin bir de ekonomi politiği yok mu? Türkiye’deki egemenlik ilişkileriyle bunun bir ilişkisi yok mu?
Bu son karar, aslında Türkiye’de egemenin kim olduğu sorusuyla yakından ilgili. Anayasa Mahkemesi bir anlamda bu kararla “Türkiye’de egemen benim” dedi. Çünkü biliyorsunuz, egemen herhangi bir tartışmalı konuda son sözü söyleyebilendir. Burada da şu tartışma gündeme geldi: Üniversitelerde başörtüsü serbestliği laikliğe aykırı mıdır, değil midir? Anayasa koyucu irade “Aykırı değildir” dedi. Tam tersine başörtüsü serbestliği laikliğin bir gereğidir; nitekim demokratik laik ülkelerde böyle bir yasak yoktur, dedi. Ve Meclis dörtte üç çoğunlukla anayasa değişikliği yaptı. Ancak Anayasa Mahkemesi dedi ki, daha önce verdiğim kararlarda olduğu gibi başörtüsü serbestîsi laikliğe aykırıdır; dolayısıyla Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerinden birisi olan 2. maddeye aykırıdır. Sonuç olarak, bu tartışmada son sözü Meclis iradesini iptal eden Anayasa Mahkemesi söylemiş oldu.
Peki, bu durum Anayasa’nın benimsediği egemenlik anlayışına uygun mu?
Mahkeme, “Bu tür siyasal konularda son sözü söyleme yetkisi bana aittir” dedi. Ancak bunu meşrulaştıracak bir zemin Anayasa’da yok. Anayasa bu konularda son sözü söyleme yetkisini çok açık ve net bir dille Meclis’e bırakıyor. Türkiye’de tali kurucu iktidar olarak Meclis’in ilk üç madde dışında Anayasa’yı değiştirme yetkisi var ve bu yetkiyi başka herhangi bir organla paylaşması mümkün değil. Mahkeme bu kararla münhasıran Meclis’e bırakılan anayasayı değiştirme yetkisine, yani tali kurucu iktidar yetkisine ortak olmuş durumda. Bu durum Anayasa’da ifadesini bulan egemenliğin temel parametrelerinin değiştirilmesi anlamına geliyor.
Bu kararla beraber Türkiye’deki yasamayla yargı arasındaki ilişkilerde bir tıkanma, kuvvetler ayrılığını bozan bir durum ya da bir hiyerarşi oluşmuş durumda ve herhalde bu hep böyle devam edemeyecek. Kısa vadede bunun aşılabileceğini düşünüyor musunuz?
Aslında geçmişte de böyle sıkıntılar yaşandı. Anayasa Mahkemesi 1970’ten itibaren anayasa değişikliklerini şekil görüntüsü altında hep esastan denetledi. 61 Anayasası’nda anayasa değişikliklerinin denetlenebileceğine dair bir hüküm olmamasına rağmen, Mahkeme yorum yoluyla bu yetkiyi kendisine tanıdı ve başlangıçta hem esas hem de şekil denetimi yaptı. 1971’de Mahkeme’ye bir tepki olarak Meclis Anayasa’yı değiştirdi ve dedi ki, “Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından denetleyebilir.” Ama Mahkeme bununla yetinmedi; şekil görüntüsü altında esas denetimi yapmaya devam etti. Bunun üzerine de 82 Anayasası’nı yapanlar, Mahkemeyi bir yerde durdurmak gerektiğini düşündüler. Anayasa’yı kaleme alırlarken, anayasayı değiştirme yetkisinin sadece Meclis’e ait olduğunu, Mahkeme’nin bu yetkiye ortak olamayacağını belirttiler. Nitekim 1982 Anayasası’nı yapan Anayasa Komisyonu ve Danışma Meclisi tutanakları incelendiğinde bu kararlı irade açıkça görülecektir. Aksi yöndeki bütün önergeler, yani ilk üç maddeye aykırı anayasa değişikliklerinin Anayasa Mahkemesi’nce denetlenmesini teklif eden tüm önergeler Danışma Meclisi’nde reddedildi.
Bu bir anlamda Anayasa Mahkemesi’nin 1980 öncesi tavrına tepki değil mi?
Evet, bu açık ve kararlı bir tepkiydi. Anayasa’yı yapanlar, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce yorum yoluyla durumdan vazife çıkarmasına ve yetki alanını yasama organı aleyhine genişletmesine açıkça tepki gösterdiler. Bu tepki sonucunda şekil denetiminin ne anlama geldiğini tek tek sayarak, eski deyimle tahdidi ve tadadi olarak belirten 148. madde ortaya çıktı. Aslında son karara kadar da bu konuda ciddi bir sorun yaşanmadı. 82 Anayasası döneminde hatırladığım kadarıyla üç anayasa değişikliği ile ilgili Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapıldı; bunların üçünü de Mahkeme reddetti. Ancak, şimdi Mahkeme 70’li yıllardaki içtihadına geri dönmüş görünüyor.
Buna karşı yasama organı ne yapabilir?
Buna tepki olarak yasama organı elbette değişiklik yapabilir; ama bu değişikliğin kısa vadede olup olmayacağı şüpheli. Ben doğrusu kısa vadede Mahkeme’nin bu kararına tepki olarak yeni bir anayasa değişikliği yapılabileceğine ihtimal vermiyorum. Belki orta veya uzun vadede yeni bir anayasa yapımı sürecinde bu durum tekrar gündeme gelecek ve tarihsel gelişime paralel olarak muhtemelen Anayasa Mahkemesi’nin şekil denetimi yetkisi de elinden alınacak. Bu doğal bir gelişme. Ben bunun olabileceğini, hatta olması gerektiğini düşünüyorum.
Bu biraz da Türkiye’deki atanmışlarla seçilmişler arasındaki dengeyle de ilişkili değil mi? Çünkü son dönemde yetkisini aşan kurum sadece Anayasa Mahkemesi değil. Türkiye’deki “Merkez” ile “Çevre” ya da piramidin üstü ile altı arasındaki çelişki derinleştikçe kurumlar da kendi yetki alanlarını daha rahat aşabilir duruma gelmeye başladılar. Dolayısıyla bu sadece Anayasa Mahkemesi sorunu değil galiba.
Evet. Bu, hukuk içindeki bir tartışma gibi görünmekle birlikte, çok daha genelde bir siyasi iktidar çatışması. Bu iktidar mücadelesinde, basitleştirmek gerekirse, bir tarafta merkezî güçler, bürokratik iktidar odakları var; diğer tarafta çevrenin temsilcisi konumunda demokratik siyaset. Ve başlangıcından beri bürokratik iktidarla siyasi iktidar arasındaki mücadelede hukuk çok önemli bir araç rolünü oynuyor. Merkezî güçler bu hukuk silahına sahipler ve bunu da yeri geldikçe kullanıyorlar. Hukukun bu şekilde siyasallaştırılması ve siyasi iktidar mücadelesinde bir araç olarak kullanılması, belki kısa vadede siyasi iktidarı iktidarsızlaştırmak suretiyle bürokratik iktidarın işine gelebilir ve onu daha avantajlı konuma getirebilir. Ancak uzun vadede bu durum, aslında bürokratik iktidarın korumaya çalıştığı temel değerlere de aykırı bir sonuç yaratacaktır. Nedir bürokratik iktidarın sürekli savunduğu? Cumhuriyet’in değiştirilemez nitelikleri. Bu nitelikler arasında laikliğin yanı sıra insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti var.
Ama bu son söyledikleriniz sonradan eklendi.
Evet, 27 Mayıs’tan sonra. 1961 Anayasası’yla birlikte Anayasa’nın değiştirilemez hükümleri olarak ortaya çıktı bunlar. Ayrıca sonradan eklenmiş olmaları değişebilir olduğunu ya da önce eklenenlerden daha az önemli olduğunu göstermiyor. Demek istediğim şu: Bürokratik iktidarın Anayasa tanımaz tavrı, neticede korumaya çalışır göründüğü Cumhuriyet’in demokratik hukuk devleti niteliğini örselemektedir.
Peki, bugünkü iktidarın ya da gelecekteki herhangi bir iktidarın yapacağı bir yargı reformu, bu tür sorunlara yol vermemesi için sizce hangi temel özellikleri taşımalı?
Bir kere yargının temel fonksiyonunu çok iyi tanımlamak lazım. Pratik anlamda kurumsal birtakım değişiklikler önermeden önce, “Yargı bir hukuk devletinde ne işe yarar?” sorusunu cevaplandırmak gerekiyor. Bizde yargı kendisini siyasi rejimin koruyucusu olarak görüyor. Halbuki demokratik rejimlerde yargının görevi, bireylerin hak ve özgürlüklerini siyasal otorite karşısında korumaktır.
“Yargının Türkiye’deki egemenlik ilişkilerinde işlevi ne olmalı?” diye bir soru sorulmuş ve ona cevap verilmiş Türkiye’de…
Aynen öyle. Yargı cari sistemi korur. Bu cari sistem ne kadar antidemokratik olursa olsun korumaya değerdir gibi bir anlayış var. Yargı bu iktidar kavgasında taraf olduğu müddetçe ve asli vazifesinin temel hak ve özgürlükleri, hukuk devletini korumak olduğunu unuttuğu müddetçe, yapacağınız yargı reformlarının da çok fazla bir anlamı olmayacaktır. İşte alan araştırmalarında ortaya çıkan bir anlayış var. Birçok yargı mensubu “Söz konusu olan ülkemse hukuk mukuk dinlemem” diyen bir zihniyette.
Bir parantez açayım, “siyasal otorite karşısında” dediniz. Buna aslında Türkiye’de devlet otoritesi demek gerekiyor.
Tabii siyasi otoriteden kastım, sadece demokratik yollarla seçilmiş iktidar değil, esas itibarıyla devlet otoritesi. Çünkü maalesef Türkiye’de bu ikisi her zaman birbiriyle örtüşmüyor. Biliyorsunuz siyaset biliminde bu durum “demokrasi açığı” olarak nitelendiriliyor. Yani bir ülkede temel siyasi kararları alanlar, demokratik yollarla seçilenler değilse, burada demokrasi açığı var demektir. Türkiye bu demokrasi açığını uzun süredir yaşıyor. Son yargı kararları da bu açığı iyice derinleştirdi. Çünkü siyasal alanda kararları artık demokratik anlamda seçilmişler değil, atanmış bürokratlar veriyor. Bu da siyasetin yargısallaşması dediğimiz durumu ortaya çıkarıyor. Siyaseten alınması gereken kararları, yargı alıyor. Bu da sonuç olarak, demokratik siyasal alanı daraltıyor.
Bu demokrasi açığını giderecek olan bir reformun şartlarıyla ilgili konuşmaya devam edecek olursak, birçok eleştiri var; yargının halka hesap verebilirliğinin ve bağımsızlığının yanında tarafsızlığının da sağlanması ya da yüksek yargı organlarının yapısıyla ilgili bazı değişiklikler gibi. Bu konudaki yaklaşımınız nedir?
Özellikle anayasa yargısı konusunda bir değişiklik kaçınılmaz görünüyor. Bizzat Anayasa Mahkemesi de 2004’ten beri bu yönde değişiklikler öneriyor. Bir kere Mahkeme’nin demokratik meşruiyet sorunu, diri bir sorun olarak ortada duruyor. Bu konu sadece bizde değil, Batılı demokratik rejimlerde de tartışılıyor. Soru çok basit: Atanarak göreve gelen çok az sayıdaki üye, demokratik yollarla seçilerek işbaşına gelmiş mesela 550 kişinin iradesini nasıl etkisiz kılabilir? Batı demokrasilerinde bunu meşrulaştırmaya çalışan Ronald Dworkin gibi etkili hukuk teorisyenleri var. Bunun karşısında Jeremy Waldron gibi, anayasa yargısının kesinlikle demokratik meşruiyetinin olamayacağını savunanlar da var. Bizde sanki bu bir ön kabul gibi algılanıyor; anayasa yargısı olmazsa olmaz gibi kabul ediliyor. Hatta bazıları daha da ileri gidiyor. “27 Mayıs’tan önce bir Anayasa Mahkemesi olsaydı darbe yaşanmazdı Türkiye’de” diyor. Bunlar anayasa mahkemelerinin tarihselliğini göz ardı eden ve bunları demokratik rejimler için olmazsa olmaz kurumlar olarak gören önyargılı düşünceler. Halbuki anayasa yargısına yer vermeyen köklü demokratik rejimler de var. İngiltere, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde anayasa mahkemeleri yok. Ancak bu ülkelerde hukuk devleti ilkesi, demokrasi pekişmiş durumda ve temel haklar önemli ölçüde korunuyor.
Sorun sadece anayasa yargısının varlığı sorunu değil. Türkiye’deki anayasa yargısının yapısıyla anayasa yargısına sahip olan Batılı demokrasilerdeki yapı da aynı değil.
Evet, Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi’nin demokratik hiçbir temsili niteliği yok. Batı’da anayasa yargısına yer veren ülkelerde bu mahkemenin üyelerini önemli ölçüde parlamentolar belirliyor. Hatta Almanya, Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde anayasa mahkemelerinin tüm üyelerini parlamento belirliyor. Almanya’nın Nazi geçmişini düşündüğünüzde bu çok daha önemli hale geliyor. Nazi tecrübesi yaşamış bir ülkede bile siyasilere bizdeki gibi güvensizlik yok. Bizde ise özellikle 27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra anayasal düzeni belirleyen duygusal faktör, siyaset ve siyasetçi korkusu oldu. Bu korku beraberinde siyasete ve siyasal kurumlara güvensizliği getirdi. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin hiçbirini parlamentonun belirlememesinin temel sebebi bu.
Peki, siyaset korkusuyla demokrasi bağdaşır mı?
Elbette bağdaşmaz. Siyasete güvensizlik üzerine sağlıklı bir demokrasi inşa edemezsiniz. Çünkü siyasete yönelik korku ve güvensizlik, bürokratik iktidarı tahkim eden en önemli unsurlardır. Bu korku ve güvensizliğin depreştiği dönemlerde yaşanan şey, iktidarın siyasetsizleştirilmesi ve siyasetin iktidarsızlaştırılmasıdır. İktidarın siyasetsizleştirildiği yerde de demokrasiden bahsedemezsiniz. Onun için yapılacak bir anayasa reformunda Anayasa Mahkemesi üyelerinin önemli bir kısmının, sözgelimi en az yarısının Meclis tarafından belli niteliklere sahip kişiler arasından seçilmesi sağlanmalıdır. Zaten 1961 Anayasası’na göre Mahkeme üyelerinin üçte biri Meclis tarafından seçilmekteydi. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de 2004 teklifinde “17 mahkeme üyesinden dördünü Meclis seçsin” demişti. Meclis yapacağı anayasa değişikliği ile bu sayıyı çok daha yukarı çekebilir. Avrupa ortalamasına getirebilir bunu. Mesela bizim hazırladığımız anayasa taslağında olduğu gibi 17 üyenin 8’ini seçebilir Meclis. Bu bir taraftan yasama organıyla Anayasa Mahkemesi arasındaki gerilimi ya da çatışmayı azaltacak, diğer taraftan da esasen negatif yasa koyucu işlevine sahip olan Mahkeme’nin demokratik meşruiyetini sağlayacaktır. En azından bunu sağlamaya yönelik bir katkıda bulunacaktır. Tabii sadece bununla da, Anayasa Mahkemesi’nin temel hak ve özgürlükleri, hukuk devletini ve demokratik prensipleri gözeten bir kurum haline gelmesini sağlayamazsınız. Esas değişim, yapısal değişikliklerin ötesinde zihniyet değişimidir.
Türkiye’deki temel sorun toplumun farklı kesimleri arasındaki bir varlık mücadelesi olduğuna göre, böyle bir zihniyet değişiminin kendiliğinden gelişmesini beklemek mümkün değil galiba?
Bakın, Türkiye’de bu konuda bir uzlaşmanın sağlanması lazım artık. Bu toplum siyasi gerilimleri, çatışmaları ilânihaye taşıyamaz. Türkiye’de farklı ideolojik gruplar, farklı çevreler, farklı sınıflar artık farklılıklarıyla bir arada yaşamak zorunda olduklarını anlamalıdır. Bunun da birtakım asgari kuralları var. Bu kurallar üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Elbette herkesin aynı siyasi görüşü paylaşması, aynı ideolojiyi benimsemesi gerekmiyor. Bu, eşyanın tabiatına aykırı. Doğada olduğu gibi, toplumsal ve siyasal alanda da çeşitlilik esastır. Ama en azından oyunun kuralları konusunda anlaşabiliriz. Mesela ülkeyi kimin yöneteceği, anayasal kuralları kimin ve nasıl değiştirebileceği gibi konularda anlaşabiliriz. Bizim Türkiye’de anlaşamadığımız nokta burası. Anayasa Mahkemesi’nin son kararı da bu oyunun kurallarının kabul edilmemesiyle ilgili. Aslında oyunun kuralları belli. Türkiye’de Anayasa’yı belli bir çoğunlukla, belli şartlara uymak şartıyla Meclis değiştirebiliyor. Ama Anayasa Mahkemesi diyor ki, “Hayır olmaz, o kural normal dönemlerde geçerli. Şu anda siyasi rejime yönelik bir tehditten dolayı olağanüstü durum var, dolayısıyla normalde geçerli olan norm artık geçerli değil.” Peki, tehdide ve olağanüstü duruma kim karar veriyor? Carl Schmitt’in ifadesiyle “egemen.” Dolayısıyla, son kararıyla Anayasa Mahkemesi meşruiyeti kendinden menkul bir olağanüstülük üreterek, normu askıya almıştır. Bunun adı, ilan edilmemiş bir olağanüstü haldir. Bildiğiniz gibi, olağanüstü hal artık oyunun kurallarının tamamen değiştiği bir durumu ifade etmektedir. İşte kurumsal dönüşümün ve zihniyet değişiminin önündeki en büyük engel budur.
Tabii, çünkü yarın bir gün bir başkası da kendisini o normu iptal edebilecek yetkide görebilir.
Elbette. Mesela, “Meclis seçim süresini 20 yıla çıkarırsa Mahkeme bunu da mı iptal etmeyecek?” deniyor. Tamamen varsayımlar üzerinden konuşuyoruz. Siyasal ve sosyolojik olgularla hukuku birbirine karıştırıyoruz. Hukuk böyle varsayımlar üzerine hareket etmez. Şimdi aynı mantıkla tersi bir varsayımı dillendirelim. Diyelim ki, ileride Meclis, Anayasa’nın 24. maddesindeki zorunlu din kültürü derslerine dair hükmü, laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle değiştiren bir düzenleme yaptı. Yine diyelim ki, muhafazakâr üyelerin çoğunlukta olduğu Mahkeme de bunu Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerinden biri olan laikliğe aykırı bularak iptal etti. Bu durumda ne olacak? Bugün Mahkeme’nin kararını bazı uçuk senaryolarla haklılaştırmaya çalışanların tersi senaryoları da düşünmeleri gerekir.
Kendisini, konuyu tartışabilecek veya tartıştırabilecek güçte gören bir irade o tür faraziyeler de üretebilir.
Kaldı ki bu varsayımın ötesinde, Mahkeme’nin Anayasa’ya açıkça aykırı olarak verdiği bir karar var. Bunun üzerine konuşmak varken tutup birtakım varsayımlardan hareket ediyoruz. “Meclis, Anayasa’nın 24. maddesinin son fıkrasını yürürlükten kaldırırsa ne olur?” gibi bir farazi tartışma yerine, “Başörtüsü serbestîsi laikliğe aykırı mıdır, değil midir?” sorusunu tartışmak lazım. Aykırı diyorsanız, o zaman Avrupa’da demokratik-laik rejime sahip olduklarında şüphe olmayan devletlerin üniversite düzeyinde başörtüsüne izin vermelerini nasıl açıklayacaksınız?
Böyle bir şey olsa bile Anayasa Mahkemesi’nin Meclis’in aldığı kararı iptal etme yetkisi mevcut Anayasa’ya göre yine yok esasında, öyle değil mi?
Mevcut Anayasa’ya göre yok; ama böyle bir durum zaten fiilî bir durumdur. Mesela seçimlerin 20 yılda bir yapılacağına dair değişiklik, mevcut anayasal düzenin temel kurallarının ihlal edilmesidir. Bu hukukun içerisinde cevap verilebilecek bir durum değildir. Nitekim geçmişte askerî darbeler sonrasında birisi çıkıp “Ya ne yaptın sen Anayasa’yı askıya aldın, Meclis’i kapattın” falan diyebildi mi? Bu tür fiilî durumlara karşı zaten hukuki tedbir de alamazsınız. Anayasa’nın her maddesine değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hüküm olarak “Darbe yasaktır” yazsanız, bu olası bir darbeyi önleyebilir mi? Kısacası, her varsayıma karşı bir emniyet supabı geliştirmeniz mümkün değil.
Bu varsayımların arkasında ne var?
Bu varsayımların arkasında, demokratik siyasete yönelik güvensizlik var. Bazen adeta “Şu halk olmasa demokrasiyi çok iyi yerleştireceğiz” noktasına geliyoruz. Ancak halksız demokrasi henüz icat edilmedi. Demokrasilerde siyasi aktör, halk ve onun seçtikleridir. Yönetimin öznesi halktır. En azından teorik olarak böyledir. Ama halkı bir şekilde cahil yığınlar olarak görüp, onların siyasal tercihlerine saygı göstermeden bir avuç elitin değerlerini üstün görerek yönetmeye kalkarsanız bunun adı demokrasi olmaz. Bunun dünyanın her yerinde bilinen bir adı vardır; o da oligarşidir. Hiç kimse, cilalanmış bir oligarşiyi demokrasi diye yutturmaya kalkmasın.
Paylaş
Tavsiye Et