Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2009) > Topluyorum > Zamanın ruhu kapatılamaz!
Topluyorum
Zamanın ruhu kapatılamaz!
 
Arkadaşlar, Türkiye’de sular bir türlü durulacağa benzemiyor. Mart ayına girerken önümüzde iki büyük konu vardı: AKP ve MHP’nin ortaklaşa başlattığı üniversitede başörtüsü yasağını kaldırma süreci ve Kuzey Irak’a yönelik kara harekatı. Aradan on beş gün bile geçmedi, şu geldiğimiz yere bir bakın! Başörtüsü ve Kuzey Irak operasyonu çoktan unutuldu; onların yerini çok daha çetrefilli ve derin iki başka konu aldı: AKP’ye karşı açılan kapatma davası ve Ergenekon soruşturması. Biri en son seçimlerde oyların neredeyse yarısını almış iktidar partisi; diğeri ise neredeyse yirmi yıldır devleti içten içe kemirdiği anlaşılan illegal örgütlenme, namı diğer derin devlet.
 
Böyle bir hareketliliği ve gerginliği dünyada başka hiçbir toplum kaldıramaz herhalde.
Türk toplumunun bu saçmalıkları kaldırabildiğini de nereden çıkarıyorsun? Öyleymiş gibi görünüyor; ama emin olun ki her bir gerilim toplum psikolojisinde onulmaz yaralar açıyor. Halk seçimden seçime feryat edip, içini dökebilse de toplumsal sağlığımız giderek bozuluyor.
 
İddianame
Neyse arkadaşlar; biz gündemimize geri dönelim. Kapatma davasından başlayalım isterseniz. Aranızda iddianameyi okuyan var mı?
 
Ben üşenmedim, erinmedim; baştan sona okudum. Bazen gülmekten katıldım; bazen sinirimden mideme kramplar girdi; bazen de şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Ama çok şükür ki sonuna kadar okuyabildim.
 
İyi o zaman; bize kısaca özetler misin?
 
Epey uzun bir metin. Benim bilgisayarımda yüz elli sayfa civarında tutuyor. İddianamenin ilk kısmında -ki bu kısım aşağı yukarı yirmi sayfa- teorik ve hukuki bir çerçeve çizilmeye çalışılmış. Siyasi partilerin kapatılmasına yönelik yasal düzenlemeler aktarılmış. Laiklik ilkesi tarif edilmiş; bu konuda daha önce verilmiş hüküm ve gerekçelere atıflar yapılmış. İddianamenin geri kalanında ise AKP’nin üst düzey yöneticileri hakkındaki ithamlar sıralanmış. Tayyip Erdoğan’ın 61, Bülent Arınç’ın 16, Abdullah Gül’ün 10, Hüseyin Çelik’in 9 adet demeci ya da sözü alıntılanmış. Bunlardan sonra daha alt düzeydeki AKP’lilerin bazılarının ifadeleri sıralanmış. Başörtüsü konusunda AİHM’in ve Danıştay 2. Dairesi’nin verdiği kararlar not edilmiş. Danıştay saldırısı üzerinde durulmuş, saldırının failleri olan Alparslan Arslan ve Osman Yıldırım’ın duruşmadaki beyanları da iddianameye dâhil edilmiş. Ardından kapatılma isteğinin gerekçesini teşkil eden altı-yedi sayfalık hukuki ve yöntemsel bir kısım kaleme alınmış ve haklarında siyaset yasağı istenen isimlerin listesi ile iddianame tamamlanmış.
Senin dikkatini çeken hususlar neydi?
 
Her şeyden önce kanıt olarak zikredilen neredeyse bütün sözler medyadan, özellikle de gazetelerden toparlanmış. Dolayısıyla, daha ilk bakışta, kanıtların güvenilirliklerinin medyanın güvenilirliğine tabi olduğu ortada.
Afedersin, bu bence önemli bir husus; zira sözler siyak ve sibakıyla anlam kazanırlar. Hangi ortamda, kime karşı söylendiğini dikkate almadan sözlerin anlamını tayin edemezsiniz. Gazetelerin, çoğu zaman ideolojik ajandaları nedeniyle, sözleri bağlamlarından kopararak aktardıklarını biliyoruz. Dolayısıyla, Savcı’nın iddianamesi daha ilk bakışta böyle bir zaafla karşı karşıya.
 Keşke zaaf bununla sınırlı olsaydı. Hadi diyelim ki sözler bağlamından koparıldı. Buna rağmen öyle ifadeler kanıt olarak gösterilmiş ki, ister istemez “dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” diyesi geliyor insanın. Mesela bakın, Başbakan ile ilgili suçlamaların mühim bir kısmı başörtüsü ile ilgili. Pek çok vesileyle Erdoğan özellikle üniversitelerdeki başörtüsü yasağının demokratik ve medeni olmadığını, özgürlükçü bir sistemle bağdaşmadığını iddia etmiş. Bu yasağı kaldırmak için kurumlararası mutabakat aradığını söylemiş. Başsavcı tutmuş bütün bu beyanatları iddianameye kanıt diye koymuş, hem de bazı ifadeleri kalınlaştırarak.
Ne demiş mesela?
 
Bütün örnekleri burada sıralayamam ama bir-iki tanesini zikredeyim. On yedinci kanıt aynen şöyle: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2004 yılı Nisan ayında Ukrayna ziyareti sırasında kaldığı otelde bu ülkede okuyan ikisi türbanlı Türk öğrencilerin denklik sorununu gündeme getirmesi üzerine; ‘Bu soruyu her yerde soruyorlar, ama artık sormayın. Ben bu konuyu iyi biliyorum. Benim çocuğum Boğaziçi’ni kazandığı halde imam-hatip lisesi mezunu olduğu için puanı düşürüldü, buraya gidemedi. Kızlarım başlarını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı. Biz ailece bu konunun mağduruyuz. Bu tip ayrımlara karşıyız. Ama sizin bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim isteğimizle değil tüm siyasi partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede gerginlik yaratmak istemiyorum… Kızlarım başını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı’ dediği.”
Tayyip Bey “gözümün üstünde kaş var” dese laikliğe aykırı bulunacak demek ki!
Yedinci kanıt ise şöyle: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Avustralya’nın Sydney kentini gezerken, ‘Herkes kendi kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır... Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah’tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz’ dediği.”
Bunlar mıymış laikliğe aykırı beyanatlar?
 
Bütün iddianame bu ve bunun gibi sözlerle dolu. Dedim ya, dam üstünde saksağan vur beline kazmayı. Tavsiyem, Türk siyasetinin geldiği noktayı görmek açısından, bu iddianameyi baştan sona okumanızdır. Açın bakın, internette var. Eğer, vaktim yok, diyorsanız, Başsavcı’nın, muhtemelen “vahametine” binaen, kalınlaştırdığı cümle ve ifadeleri okuyun. Bu bile yeter.
Öyle bir izlenim edindim ki Başsavcı, sanki otomatik aramayla, içinde din, laiklik, İslam, başörtüsü, kamusal alan geçen bütün beyanatları, içeriğine ya da anlamına fazla dikkat etmeden iddianameye almış. Bu, Türk siyaset ve hukuk tarihi açısından pek de sitayişle anılacak bir durum değil maalesef. Anayasa Mahkemesi’nin bu iddianameden yola çıkarak AKP hakkında bir kapatma cezası verebileceğini nasıl düşünüyorlar anlamıyorum.
 
İddianamenin çok derme çatma olduğu basında da epey tartışıldı. Hatta ne kadar doğrudur bilemiyorum ama Erdoğan Teziç, Süheyl Batum ve Necmi Yüzbaşıoğlu’nun oturup vaziyeti düzeltmek için ek iddianame hazırladıkları bile söylendi.
Komplocu biri olarak doğrusu ben iddianamenin zayıflığının bu davanın sonucunu çok fazla etkileyeceğini düşünmüyorum. Ayrıca 367 kararını veren bir Anayasa Mahkemesi’nin akıl ve mantık ölçülerine çok da fazla aldırmadığı ortada. Bana sorarsanız bu iddianamenin hazırlanması bile davanın sonucunu önceden ortaya koyuyor. Belki de sonuçtan bu kadar emin olduğu için Başsavcı, iddianamenin içeriğine fazla özen göstermedi.
Anladığım kadarıyla Ergenekon soruşturması faktörünü göz ardı ediyorsun. Ben de dava için ilk adım atıldığında AKP’nin kapatılacağından adım gibi emindim. Ancak Ergenekon soruşturmasında gelinen nokta nedeniyle bunun böyle olmayabileceğini düşünmeye başladım.
 
Başsavcı 19. Yüzyılda Takılıp Kalmış
İzninizle başka bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Ben bir hukukçu değilim, dolayısıyla iddianameye hukuk tekniği açısından bakmayacağım. Ama iddianamenin giriş kısmında Başsavcı’nın teorik bir çerçeve çizmeye çalıştığı bir bölüm var. Her ne kadar başlığı “Kapatma nedeninin hukuksal yönden irdelenmesi” olsa da burada hukuk yok; tarih ve siyaset felsefesi var. Başsavcı bütün iddialarını bu felsefi çerçeveden yola çıkarak anlamlandırıyor. Başka bir deyişle bu felsefi çerçeveyi veri alıyor ve sonraki iddiaları için mesnet kabul ediyor.
Nasıl bir felsefe yapıyor Başsavcı?
Başsavcı’nın verili aldığı felsefi çerçeve, tipik 19. yüzyıl Avrupa pozitivizmi. Diyor ki, mesela, “Laiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim skolastik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Laiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir.” Birkaç paragraf aşağıda bu yöndeki tespitlerine devam ediyor: “Laiklik ilkesinin kabulüyle, dogmatizmin katı ve değişmez kalıpları yerine akla ve bilime dayanan değerler geçmiş, dinsel duygular sahibinin vicdanında dokunulmaz yerini almıştır. … Demokrasiye geçişin de aracı olan laiklik, Türkiye’nin yaşam felsefesidir.”
Anlaşılan o ki Abdurrahman Bey zihninde bütün metafizik problemleri çözmüş. Bence bu tespitlerden sonra üniversitelere hiç gerek kalmıyor.
Sulandırma, diyecektim. Ama doğrusu bu ifadeler ancak sulandırılabilir, başka bir şey yapılamaz. Yukarıda alıntıladığım argümanların her biri felsefi açıdan yanlışlanmış durumda. Bu argümanların üzerine inşa edildiği doğrusal ilerlemeci tarih algılamasına artık Batı’da ilkokullarda bile pirim verilmiyor. Kaldı ki, bu argümanların bizimle, inançlarımızla, tarihsel tecrübemizle bir alakası yok. Ortaçağ dogmatizmi denilen şey Roma Katolik Kilisesi’nin teolojik statüsünden kaynaklanan hususi bir durumdur. Bizim geçmişimizde bir karşılığı yoktur. Avrupa’nın özel tarihî şartlarında vücut bulan laiklik prensibi, siyasi sistemimizin bir parçası olabilir ama yaşam felsefemiz olamaz. Laiklik Avrupa ve Amerika’da bile yaşam felsefesi değildir, bizde nasıl olsun?
Benim dikkatimi çeken husus da Başsavcı’nın ısrarla Türkiye ile Batı, özellikle de İslam ile Hıristiyanlık arasındaki farklara dikkat çekmesi ve buradan yola çıkarak da bizdeki laiklik anlayışının Batı’dan farklı olması gerektiğinin altını çizmesi. Sormazlar mı adama, Batı ile Türkiye bu kadar birbirinden farklı ise neden Batı’nın tecrübesini bizim tecrübemizmiş gibi, bu tecrübeden mülhem prensipleri de evrensel prensiplermiş gibi aktarıyorsun?
Arkadaşlar, buradaki vahameti görüyorsunuz herhalde. Abdurrahman Bey bir şahıs olarak böyle bir tarih felsefesine inanabilir; böyle bir siyaset felsefesini savunabilir. Ancak, artık hiçbir akademik ortamda itibarı kalmamış, en modernist zihinler tarafından bile çoktan aşılmış olan 19. asır pozitivizmini, devlet ya da kamu adına, bilimsel hakikatmiş gibi sunmak, bu teorik zemini mesnet kılarak Türkiye’nin yarısının oy verdiği bir partinin kapatılmasını istemek entelektüel bir cinayettir; dogmatizmin son mertebesidir.
Son yıllarda yaşadıklarımızdan Türkiye’de hukukun içten içe çürümüş olduğunu görebiliyorduk. Bu iddianame ile birlikte egemen zihniyetin felsefi algılamalarının da ne denli iptidai kaldığını anlamış olduk.
 
Ergenekon'un Dibi Bulunabilir mi?
İsterseniz Ergenekon soruşturmasına geçelim. Malum bu ay çok önemli gelişmeler yaşandı bu konuda. Hatırlatmak babından, biliyorsunuz Ergenekon soruşturması Ümraniye’de 12 Haziran 2007’de bir evde ele geçirilen bombalar ile başladı. Bundan birkaç gün sonra aralarında Muzaffer Tekin ve Oktay Yıldırım gibi emekli askerlerin de bulunduğu pek çok kişi gözaltına alındı. Ancak JİTEM’in kurucusu emekli Tuğgeneral Veli Küçük gibi önemli bir ismin bu yılın Ocak ayında gözaltına alınmasıyla Ergenekon soruşturması yeni bir boyut kazandı. Ardından Şubat ayında üçüncü bir gözaltı dalgası yaşandı. Ümit Sayın ve Emin Gürses gibi akademisyenler bu grup içerisindeki dikkate değer isimlerdi. Son olarak da geçtiğimiz hafta, iddianamenin teslim edilmesinden tam yedi gün sonra, İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek sorgulanmak üzere içeri alındı. Selçuk ve Alemdaroğlu şartlı olarak salıverilirken, Perinçek tutuklandı. Öncelikle çokça tartışılan bir soru ile başlayalım. Sizce kapatma davası ile Ergenekon operasyonu arasında bir irtibat var mı?
Bence var ama bu bazılarının iddia ettikleri gibi bir rövanş değil. Yani anlayabildiğim kadarıyla AKP hükümeti Selçuk, Alemdaroğlu ve Perinçek’i kapatma davasının rövanşı olarak gözaltına aldırtmadı. Zira senin de özetlediğin gibi, Ergenekon soruşturmasında dokuz aydır zaten belli bir mesafe kat edilmişti. Özellikle de Veli Küçük’ün tutuklanmasından sonra soruşturmanın daha da derinleştirileceği kesinlik kazandı.
Bu üç önemli ismin AKP’yi kapatma başvurusundan tam bir hafta sonra gözaltına alınması bir tesadüf mü?
Gazetelerde yazılanlara göre aslında bu gözaltılar daha geç olacakmış. Ancak Perinçek ve Alemdaroğlu’nun Almanya’ya uçacakları istihbaratı alınmış. O nedenle gözaltılar bir hafta öne çekilmiş. Zaten gözaltı baskınlarının gece yapılmasının nedeni de buymuş. Yani birkaç saat daha beklenseymiş Perinçek ve Alemdaroğlu yurtdışına çıkmış olacaklarmış.
Belki de Perinçek ve Alemdaroğlu gözaltıların olacağından haberdardılar. Bir an önce yurt dışına kaçmayı planlıyorlardı.
 
Hatta belki AKP’yi kapatma başvurusunun ardında yatan da budur. Yani ilgili arkadaşlar Ergenekon soruşturmasında gelinen noktayı biliyorlardı. Dördüncü dalga tutuklamaların olacağını önceden gördüler ve inisiyatif almak için hemen kapatma davası sürecini başlattılar. Aydınlık dergisinin Perinçek’in tutuklanmasından önceki son sayısı bence bu ekibin gözaltıların olacağından haberdar olduklarını gösteriyor. Bu sayının kapak dosyası önceden hazırlanmış bir savunma gibiydi adeta. Zira mezkur yazıda 2001 yılında yapılan ve Ergenekon’un yeniden kurulduğu gizli Bilecik toplantısıyla Perinçek’in hiçbir ilgisinin olmadığı anlatılmaya çalışılıyordu. Ama anlaşılan bu savunma pek başarılı olmadı ki, Perinçek, Ergenekon örgütünün bilinen en üst düzey yöneticisi suçlamasıyla tutuklandı.
Sen kapatma davası ile Ergenekon soruşturması arasında bir irtibat olduğundan eminsin herhalde?
 
Valla benim emin olduğum bir şey yok. Sadece gazetelerde yer alan haber ve iddiaları aktarıyorum. İlhan Selçuk’un telefon konuşmalarından dava ile Ergenekon arasında bir bağlantı olduğu anlaşılıyor. Star gazetesinde okumuştum; emniyetçe dinlenen bir telefon konuşmasında Selçuk, “Davayı açtırıyoruz” demiş. Başka bir konuşmasında da davanın ardından ses getiren eylemler yapılması gerektiğini söylüyormuş. Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınanların pek çoğu kapatma davasını aylar öncesinden biliyorlarmış. Hatta Başsavcı’nın iddianamesi Anayasa Mahkemesi’nden önce Aydınlık dergisine gönderilmiş.
  Prof. Mustafa Erdoğan da bir yazısında parti kapatma davasının Ergenekon soruşturmasının önünü kesme amacına matuf olduğunu ileri sürüyordu.
Eğer söyledikleriniz doğruysa, eğer AKP’ye karşı açılan kapatma davası Ergenekon soruşturmasını engelleme amaçlıysa, durum çok daha vahim bir hal alıyor arkadaşlar. Zira bu, Ergenekon denen örgütün yargıyı da kontrol ettiği anlamına gelir.
Ne sanıyordun ya! Son on beş gündür gazetelerde çıkan haberleri alt alta koyun bakalım nasıl bir resim ortaya çıkacak. Ergenekon denen örgüt aslında bir devletmiş. Boşuna derin devlet demiyorlar. Mesela Danıştay saldırısının ve Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların arkasında bu örgüt varmış. Saldırganlar bombaları Veli Küçük’ten almışlar. Yine yazılanlara göre Perinçek vasıtasıyla PKK’ya bilmem kaç bin adet silah gönderilmiş. Hatta Aydın Doğan ve Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün bile adı geçiyor haberlerde. Daha da ilginci, İP’de ele geçirilen belgeler arasında Büyükanıt’ın 2005’te Balıkesir’e yaptığı ziyaretin koruma planının ve Yargıtay binasının detaylı krokileri de varmış.
 Belli ki kapatma davasından sonra ses getirmesi beklenen eylemlerden biri bu binaya ve belki Başsavcı’ya yönelik olacakmış.
Saldırgan bir de “Şeriat istiyorum” falan dedi mi tamam. Gel de kapatma AKP’yi!
Bu kroki haberini okuduğunda Abdurrahman Yalçınkaya’nın yüzünün nasıl bir hal aldığını çok merak ediyorum doğrusu.
 
Hrant Dink cinayetiyle de bir ilgileri olduğu anlaşılıyor. En azından bu suikastı üç ay öncesinden biliyorlarmış. Bunların dışında Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı suikastlarından Sabancı suikastına, Sarıkız ve Ayışığı kod adlı darbe planlarından Susurluk ilişkilerine kadar son on, on beş yılın neredeyse bütün karanlık olaylarının Ergenekon’la bir şekilde irtibatlı olduğu söyleniyor. Daha aklıma gelmeyen, geçtiğimiz yıllarda kamuoyunu uzun süre meşgul etmiş, pek çok masum insanın ve kesimin mağdur olduğu bin bir çeşit karanlık olay ve ilişkinin altından Ergenekon çıkıyor. Hal böyleyken Ergenekon’a basit bir örgüt deyip geçebilir miyiz?
 
Gazetelerde yer alan haberlere göre Ergenekon’un çatısı belirlenmiş. Her biri kendi alanında karar verme yetkisine sahip 104 kişilik bir ekipten oluşuyormuş. Bu 104 kişiye bağlı çalışan kişileri, taşeron örgütleri, mafyayı falan da eklerseniz ortaya inanılması güç bir gizli yapılanma çıkıyor. Yazılanlara göre ne Veli Küçük ne de Doğu Perinçek bu örgütün yöneticisi. Hatta hiçbir gözaltı ve tutuklama “örgüt kurma ve yönetme” ithamıyla yapılmamış. Bu da demek ki bu örgütü kuran ve yönetenlere halen dokunulmamış durumda. Bunların kim olduklarının bilindiği söyleniyor. Şamil Tayyar, mesela, bir numaranın rotasyon usulü belirlendiğini, şu anki tepe yöneticisinin ise emekli bir orgeneral olduğunu iddia ediyor. Demek ki işin içinde, Veli Küçük’ten başka, general seviyesinde subaylar falan var.
Tayyar’ın dedikleri doğruysa, Veli Küçük ilk ona bile giremezmiş.
Benim merak ettiğim soru şu: İçerisinde çok kilit pozisyondaki mühim insanların da olduğu böyle bir yapılanma tamamen çökertilebilir mi? Çökertilirse ne olur?
 
Geçenlerde Hasan Cemal 9-12 Mart 1971 darbesini konu alan çok ilginç bir yazı yazdı. Biliyorsunuz 9 Mart’ta, sivil destekçileri de olan sol görüşten askerlerin yapacağı darbe 12 Mart’taki karşı bir darbeyle engellenmişti. 9 Martçılar aleyhine Madanoğlu Davası diye tarihe geçmiş olan bir dava açıldı. 9 Mart’ı tezgahlayanlar tutuklandılar. Aralarında İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu ve İlhami Soysal’ın da bulunduğu pek çok kişiye işkence edildi. Deniz Gezmiş gibi alt seviyedeki militan solcular yakalanarak asıldı. Ancak Madanoğlu davası beraatla sonuçlandı. Hasan Cemal’e göre bu beraat kararı kendisinin de aralarında olduğu 9 Martçıların suçsuz olduğu anlamına gelmiyordu. Zira dava hukuki değil siyasiydi. Eğer Madanoğlu davası beraat kararı ile sonuçlanmamış olsaydı, zamanın Genelkurmay Başkanı Faruk Güler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur gibi en üst rütbeli askerler de suçlu bulunarak cezalandırılacaklardı. Bunu kimse göze alamadı ve dava bu şekilde kapandı. Ölenler öldükleriyle kaldı.
Onlar da Ergenekoncu muydu?
Hayır, ne alakası var? Söylemek istediğim başka bir şey. Bu tür derin olaylarda, eğer işin ucu çok yükseklere dokunuyorsa, sonuna kadar gidilmez. Ölen öldüğüyle, çalan çaldığıyla kalır. Alt ve orta seviyede olaya müdahil olanlar tutuklanır ve cezalandırılır. Örgütün yapısı çökertilir. Örgüt uzun süre iş göremez hale getirilir. Ancak hiçbir zaman tepe yöneticilere dokunulmaz. Çünkü onlara dokunmak devlet düzenini zafiyete sokar. Olaylar kontrolden çıkabilir. Hatta sonunda devlet bile yıkılabilir. Bugünkü durum da bence buna çok benziyor. AKP’ye karşı bir kapatma davası açılmış. Pek çok kişinin dile getirdiği gibi bunu bir hukuki darbe olarak nitelendirebiliriz. Bu darbenin arkasında olduğu zannedilen bir gizli örgüt var, Ergenekon. Ve Ergenekon’un ucu dokunulamaz adamlara dokunuyor. Bu durumda tıpkı 9 Martçılara yönelik uygulamalar gibi, alt ve orta seviyedeki kişiler cezalandırılacaktır. Ancak tepe yöneticilerine dokunulmayacaktır.
Bu söylediklerinden sonra, bugünlerde herkesin dilinde dolaşan “uzlaşma” arayışını çok daha iyi anlayabiliyorum. Doğrusu ben de serbest bırakıldıktan sonra İlhan Selçuk’un Uğur Dündar vasıtasıyla duyurduğu Başbakan’a yönelik uzlaşma mesajını çok garip bulmuştum. Benim beklentim, gece yarısı apar topar gözaltına alınan biri olarak Selçuk’un serbest kalır kalmaz zehir zemberek bir açıklama yapmasıydı. Ben bunu beklerken, Selçuk gayet alttan alan bir tavırla, itidal ve uzlaşı çağrısı yaptı. Ardından da TÜSİAD ve TOBB gibi büyük ve güçlü grupların müdahaleleriyle aniden uzlaşma ortamında bulduk kendimizi. Birkaç kişi hariç, hiç kimse işin sonuna kadar götürülmesini, suçluların kim olursa olsun cezalandırılmasını dillendirmiyor artık.
 
ABD İşin Neresinde?
12 Mart ile bugünkü durum arasında kurulan paralellikte bir boşluk var bence. Biliyoruz ki 9 Martçı sol cuntaya karşı yapılan 12 Mart müdahalesi Amerikan destekliydi. 1980 müdahalesi de hakeza. Türkiye gibi bir ülkeyi Amerika’nın böyle hassas bir dönemde kendi haline bırakacağını sanmıyorsunuz herhalde. Peki, Amerika bu işin neresinde?
Kambersiz düğün olmaz, diyorsun yani.
Ben ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu’ya bakışında bir süredir büyük bir paradigma değişimi yaşandığını düşünüyorum. Bu değişim henüz netleşmiş, son şeklini almış değil. Yani hem taraftarları var bu sürecin, hem de muhalifleri. Bana öyle geliyor ki, Amerika’daki farklı merciler şu son kutuplaşmada Türkiye’deki farklı tarafları destekliyorlar. Mesela İsrail’le yakın ilişkileri olan neo-conların Türkiye’deki ulusalcıları ve darbe meraklılarını desteklediklerini sanıyorum. Ama öte yandan yine Amerikan dış politika yapımında etkili olan daha ılımlı bir kanadın ise Türkiye’deki demokratikleşmeyi ve AKP iktidarını arkaladıklarını düşünüyorum. Bence Hudson Enstitüsü skandalı bu ayrışmayı çok açık göstermiş durumda. Bugünkü kutuplaşmada da aynı taraftarlık devam ediyor gibi.
 
Amerika derin Amerika’ya karşı ha!
Bu konuda belki şöyle de düşünebiliriz. Soğuk Savaş’ın bitmesinden ve tek süper güç olarak kalmasından sonra Amerika dünya egemenliğini yeniden yapılandırma yoluna gitti. Cumhuriyetçi Bush hükümetleri bu egemenliği kıra döke, insanların gözünün yaşına bakmadan ve fiziksel güce dayanarak tesis etmeye çalışmış olsa da genel itibarıyla bu konuda Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında bir vizyon farkı olduğunu düşünmüyorum. Dünya egemenliğinin anahtarı da Afro-Avrasya ana-kıtasıdır. Bu kıtanın jeo-stratejik ve jeo-ekonomik “kalpgahı” ise Türkiye’nin tam ortasında bulunduğu Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu üçgenidir. Dolayısıyla Amerika gibi küresel emelleri olan güçlü bir aktörün Türkiye’deki gelişmeleri kendi haline bırakabileceğine ben de inanmıyorum. Kaldı ki, Soğuk Savaş sürecince SSCB’yi kuşatma hattında uyguladığı açık ve örtülü operasyonlar ABD’nin prensip olarak bu tür manipülasyonlardan kaçınmayacağının delili.
 
Bu son gelişmelerin arkasında da ABD mi var sence?
Bunu bilemem. Ben bir istihbaratçı değilim. Ancak Türkiye’deki son gelişmelerin ABD’nin işine geldiğini görebiliyorum. Siz de takdir edersiniz ki, çok güçlü bir AKP iktidarı ABD’nin tercih edeceği bir durum değildir. Zira bu gücünü kullanarak ya da bu gücüne güvenerek, tıpkı 1 Mart tezkeresinde ve sonrasında olduğu gibi, AKP iktidarı ABD’nin isteklerini geri çevirebilir. Nitekim merkez medya ısrarla görmezden geldi ama şu son beş yılda AKP hükümeti, ABD’ye Türkiye tarihinde hiç olmadığı ölçüde “Hayır” dedi. Dinamik dış politika hamleleriyle ve alternatif diplomatik ilişkilerle hep kendine ABD’den bağımsız alanlar açmaya çalıştı. Bu durumda AKP’nin kapatılması için açılan dava ABD’nin lehinedir. Bununla birlikte AKP’nin kapatılması bir yandan Türkiye’yi istikrarsızlığa sürükleyecektir, diğer yandan da ideolojik olarak Amerika’ya karşı bir hükümetin ortaya çıkmasına neden olabilir.
CHP ve MHP koalisyonu gibi mi?
Evet, mesela! Bildiğiniz gibi ulusalcı ve milliyetçi politikalar hem Türkiye’nin AB üyeliği süreci hem de ABD ile ileri düzeyde bir ortaklık ile pek uyumlu olamazlar. Bu durumda Amerika’nın böyle bir hükümeti arzu etmeyeceği de ortada. Dolayısıyla bence ABD için en uygun durum tırpanlanmış, gücü kırılmış bir AKP hükümeti ile yola devam etmek. ABD özellikle İran, Irak ve Afganistan gibi konularda böyle bir AKP hükümetinin desteğini garantileyeceğini düşünüyor olabilir. İçinde bulunduğumuz şu kamplaşma süreci bir uzlaşı ile sona ererse eğer, tam da ABD’nin istediği durum ortaya çıkacaktır. Uzlaşma demek bir yandan AKP’nin kapatılmaması ama gücünün kırılması, diğer yandan da Ergenekon soruşturmasının kaldığı yerde bırakılmasıdır.
Vaktimiz tükendi ama izin verirseniz bir şey söylemek istiyorum. Türkiye olarak bir süredir lineer olmayan bir süreç yaşıyoruz. Yani uzun vadeli sosyolojik gerçeklik ile kısa süreli politik gelişmeler arasındaki makas hiç olmadığı kadar açılmış durumda. Bu sağlıklı bir durum değil maalesef. Lineer olmayan dönemlerde lineer düşünmek yanıltıcı olur. Dolayısıyla komplocu bir akıl yürütmenin böyle bir süreçte sağlıksız olduğunu kimse iddia edemez. Ancak bir hususu göz ardı etmemeliyiz. Böyle zamanlarda komplocular belirleyici olabilirler, partiler kapatılabilir, iktidarlar el değiştirebilir, bu süreçte üç-beş kişi mağdur olabilir. Ne var ki, uzun vadede her zaman belirleyici olacak olan sosyolojik ve zihinsel dönüşümlerdir. Zira bu süreçleri besleyen kaynak zamanın ruhudur. AKP kapatılsa bile, zamanın ruhuna dokunulamaz.

Paylaş Tavsiye Et