Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2009) > Topluyorum > Kamusal alandan HAMAS geçti!
Topluyorum
Kamusal alandan HAMAS geçti!

 

Arkadaşlar Türkiye gibi bir ülkede yaşamanın en güzel tarafı ne biliyor musunuz? Sürekli bir şeyler oluyor; ya ülkenin bağımsızlığı ya da bütünlüğü tehlikeye giriyor; ya rejim elden gidiyor ya da rejimi muhafaza uğruna akıl ve mantık ayaklar altına alınıyor, komedi denebilecek gelişmeler yaşanıyor. Bizde bir şey olmasa bile komşularımızda kıyamet kopuyor. İşte, ülkeler işgal ediliyor, sınırlar değişiyor, rejimler düşüyor. Dolayısıyla da gündemimiz hiç boş kalmıyor.
Bir de zil takıp oynasaydın bari! Yahu millet kan ağlıyor, sense cenaze levazımatçısı misali “oh be, bize yine iş çıktı” diyorsun.
Abartıyorsun. Sadece ne kadar ‘ilginç’ bir zamanda ve mekânda yaşadığımızı, jeostratejiden ve jeoekonomiden, entropiden, heartland ve rimland diyalektiğinden, sistemik kayma ve medeniyetler dönüşümünden bahsetmeden, mizahî bir üslupla hatırlatayım dedim. Size de şaka yapmaya gelmiyor. Neyse, bütün demek istediğim, bu ay bizi bekleyen epey yoğun bir gündemimiz var yine. Danıştay’ın verdiği kararlar, karikatür krizi, Filistin meselesi ve HAMAS’ın Ankara ziyareti, İran’ın nükleer enerji konusundaki tutumu ve dünyanın buna tepkisi, Irak’ta Şiiler ile Sünniler arasında başlayan ‘iç savaş’ şu anda aklıma gelenler arasında.
Kurtlar Vadisi Irak filmini unutuyorsun.
Haklısın, bunu da ekleyelim. Danıştay’ın başörtüsü konusunda verdiği karardan başlayalım isterseniz. Bildiğiniz gibi Danıştay’ın 2. Dairesi okula geldiğinde başını açmasına ve derslerini başı açık olarak anlatmasına rağmen bir öğretmenin okul dışında bile olsa başının kapalı olmasını “Bir öğretmenin görünümü, öğrenciler üzerinde etkilidir. Bu nedenle okul dışında olsa bile laikliğe aykırı davranamaz” gerekçesiyle laikliğe aykırı buldu.
Bence bu karar başörtüsü meselesinde iki açıdan kırılma noktası teşkil ediyor. Şu ana kadar bu konudaki kararlar, doğru ya da yanlış, yürürlükteki kanunlara atfen verilmişti. Burada ise tamamen bir değer yargısı söz konusu. Daha da açık söylemem gerekirse, bu karar ilk defa başörtüsünün “kötü” bir şey olduğunu ihsas ettirmekte. İkincisi, bu kararla başörtüsü yasağı ilk defa sokağa da teşmil edilmiştir ki, bunu akıl ve mantık kuralları ile açıklamak için herhalde cambaz olmak bile yetmez.
Ben de aynı kanaatteyim. Yeri gelmişken bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Türkiye’de “laiklik” tarafsızlık, “dindarlık” ise tarafgirlik olarak anlaşılıyor. Yani laik bir tutum, mevcut alternatifler (din ve inançlar) arasında taraf tutmamak şeklinde lanse ediliyor. Halbuki metafizik düzlemde laiklik tam anlamıyla taraf olmaktır. Laikliğin temelinde sübjektif olarak tercih edilen felsefî argümanlar yatar. Başka bir deyişle, din nasıl ki bir inanç meselesiyse, laiklik de aynı oranda bir inanç meselesidir. Başörtüsü örneğine geri dönersek, başı açmak da tıpkı başı kapamak kadar sübjektif bir tutumdur. Yani, başı açmak nötr, değerden bağımsız bir tutum olarak görülmemeli kesinlikle. Dolayısıyla da başı kapalı olmayı “kötü” olarak nitelemek, başı açık olmayı “kötü” olarak nitelemek kadar ancak mantıklıdır, bilimseldir ya da meşrudur.
Ben bu meseleyi bir yargı kararı olarak değerlendirmektense, köşeye sıkışan bir elitin var olma refleksi olarak okuma taraftarıyım. Uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında Türkiye’nin bir anlamda kendine geldiği, tarihi ile buluştuğu ve bunun da son zamanlarda hızlandığı söylenebilir. Böyle bir buluşma elbette ki bahsettiğim Batıcı merkezî elitin arzusu hilafına gelişen bir süreç. Ne var ki, Batı bu sürece daha temkinli yaklaşıyor. Başka bir deyişle, genelde İslam dünyasında özelde ise Türkiye’de Batı’nın, Batıcılardan gittikçe uzaklaşırken, bu sürecin mimarlarına, yani ‘yerlilere’ daha bir yakın durduğunu söyleyebiliriz. Bunu da normal karşılamak lazım. Zira artık bu topraklarda Batıcıların sözü geçmiyor, esamisi okunmuyor. Batıcılar bir anlamda gözden düştüler. Bunu da kendilerine yediremiyorlar tabiî olarak. Batı tarafından muhatap bile kabul edilmemenin doğurduğu bir öfke ile dolular. Batıcı merkezî seçkinlerin hırçınlaşma ve Türkiye’yi içe kapatma temayülünün bu ruh hali ile alakalı bir şey olduğunu düşünüyorum ben. Bu anlamda oyunun son perdesinin oynandığını söyleyebiliriz.
Yerliler derken AK Parti’yi mi kastediyorsun?
AK Parti’nin de parçası olduğu tabandan gelen güçlü bir basıncı kastediyorum. Düşünün bir kere; BOP İslam dünyasında demokratikleşmeyi öngörüyor. Hepimiz biliyoruz ki özellikle Orta Doğu’daki pek çok İslam ülkesinde demokratikleşme demek bir zamanlar radikal, hatta terörist olarak nitelenen akımların iktidara gelmesi demek. Daha somut ifadelerle Filistin’de HAMAS’ın, Irak’ta Şiî İslamcıların, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin vs. iktidara gelmesi demek. Nitekim şu ana kadar bu ülkelerde yapılan seçimler de bunu teyit eder mahiyetteydi. Bugün İslam dünyasının neresinde özgür ve demokratik bir seçime gidilse o ülkenin merkezî seçkinlerinin iktidarının sona ereceğini, onların yerini ise tabandan gelen, daha dindar ve daha yerli grupların alacağını kolaylıkla tahmin edebiliriz. Batı, bu sosyal basıncın farkında. Böyle bir tazyikin önünde durmanın anlamsız olacağını görebiliyor. Kendisi için hayatî öneme sahip bu coğrafya ile bağlantısını sürdürebilmek için de, gayet çıkarcı bir biçimde, yerlilerle yani İslam’ı ciddiye alanlarla birlikte hareket etmenin gerekliliğine inanıyor.
AİHM’in Leyla Şahin davasındaki kararı çizdiğin bu çerçeve ile çelişmiyor mu?
Güzel bir soru. Burada Avrupa ile Amerika arasında bir ayrım yapılabilir belki. Yukarıda anlattıklarım daha ziyade Amerika için geçerli. Gerçi yekvücut bir Avrupa’dan bahsetmek mümkün değilse de, Avrupa’nın durumu biraz farklı. Bildiğiniz gibi 11 Eylül’den sonra Amerika aktif bir şekilde Avrasya ana kıtasının can damarı olan Orta Asya ve Orta Doğu’ya yerleşti. Amerika’nın büyük bir askerî yığınak ile bu coğrafyaya hâkim olması, Avrupa’nın bu coğrafyadaki nüfuzunu ve manevra alanını daralttı. Dolayısıyla Amerika İslam dünyasının yerlileri ile iş tutmaya başladıysa eğer, Avrupa’nın da merkezî seçkinlere yakın durması bence anlaşılabilecek bir şey. Bu tür olaylar tek bir faktöre indirgenemez elbette; ama ben AİHM’de Leyla Şahin aleyhine verilen kararın, en azından bir yönüyle, Amerika’nın sırtını döndüğü Türkiye’nin merkezî seçkinlerine Avrupa’nın göz kırpması olarak okunabileceğini düşünüyorum. Başka bir deyişle bu karar Avrupa ile Amerika arasındaki rekabetin küçük bir yansıması olabilir.
Anglo-Sakson dünyanın aksine Kıta Avrupası’nın karikatür meselesinde sergilediği çatışmacı tavrı da bu minvalde değerlendirebiliriz herhalde.
Söz Avrupa’ya gelmişken bir tespit de ben yapayım. Hatırlarsanız bir süre öncesine kadar Avrupa ortak bir savunma sistemi kurmaya çalışıyordu. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte NATO’nun Avrupa’daki fonksiyonunun sona erdiği iddiasından hareketle, Almanya ve Fransa önderliğindeki Avrupa, askerî açıdan Amerika’yı kıtanın dışına çıkaracak bir formül arayışı içine girdi. Ne var ki, 11 Eylül saldırıları ve ardından yaşanan süreç, özellikle de Amerika’nın Irak işgali, Almanya ve Fransa’ya güçlerinin sınırlarını gösterdi. Bu iki ülkenin muhalefetine rağmen Avrupa içerisindeki bazı ülkeler Amerika’nın yanında yer almayı tercih etti. Biraz önce söylenenleri teyit eder mahiyette, ben de Avrupa’nın 11 Eylül sonrası dünyada bir çaresizlik ve başıboşluk yaşadığı kanaatindeyim. Mesela hatırlarsanız Avrupa Türkiye’nin Kürt sorunu ile çok yakından ilgiliydi bir zamanlar. Ama Amerika’nın Irak’ı işgalinden bu yana Avrupa’dan, mesela Fransa’dan Türkiye’nin Kürtleri ile ilgili bir açıklama duydunuz mu hiç? Avrupa büyük oynamak istiyor, hemen yanı başındaki coğrafyanın Amerika gibi bir gücün kontrolüne girmesini hazmedemiyor. Bununla birlikte açıktan Amerika’yı karşısına almaya da cesareti yok. Alttan alta bir şeyler yapmaya çalışıyor. Türkiye ile Almanya arasında son zamanlarda görülen yakınlaşmanın da Türkiye’nin tezkere konusunda sergilediği tavırla alakalı olduğunu düşünüyorum ben. Dolayısıyla AİHM kararında böyle bir unsurun etkili olduğu tespiti bence de yerinde.
Danıştay’ın bu kararı, yurtdışına görevlendirme ile gidecek eşi örtülü bir öğretmenin görevlendirilmesinin durdurulması ve imam hatiplerin son sınıfından açık liseye geçiş imkanı veren hükümet düzenlemesinin iptali kararları ile birlikte değerlendirilmeli. Dikkat ederseniz 28 Şubat süreci bu kararlarla ayakta tutulmaya çalışılıyor. Ya da 28 Şubat süreci bazı kurumlarda hâlâ yaşıyor. Bir zamanlar Cumhurbaşkanı’nın ya da Anayasa Mahkemesi’nin oynadığı rolü, öyle zannediyorum ki, bir süredir Danıştay üstlenmiş durumda. AK Parti hükümetinin kuruluşundan itibaren bu kurumlar bürokratik mekanizmanın bir parçası olmaktan ziyade, muhalefet partisi gibi davranageldiler hep. Din ve vicdan hürriyetinin artırılması, fırsat eşitliğinin sağlanması ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması yönünde atılan her adım bu kurumların engellemesine takıldı.
Danıştay’ın, TMSF’nin 28 Şubat’ın mimarlarından Süleyman Demirel’in kardeşi Şevket Demirel konusundaki kararını iptal etmesi de eklenebilir belki bu söylediklerine.
Özelleştirmelerin iptalini de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Belki hükümet hatalar yaptı. Yasal düzenlemelere ya da bürokratik prosedürlere harfiyen uymadı. Ancak ben öyle inanıyorum ki özelleştirmelerden elde edilecek gelirin hükümetin başarısını, dolayısıyla da halk nezdindeki itibarını artıracağı endişesi, zaten başından beri karşı çıkılan özelleştirmelerin en azından bazılarının iptal edilmesinin de altında yatan sebep oldu.
Bir şeyi unutmamalıyız arkadaşlar. Danıştay’ın akıl ve mantık sınırlarını zorlayan bu kararı bence cumhurbaşkanlığı seçimleri ile de alakalı. Nitekim biraz önce bahsedilen statükocu bürokratik kurumların başında cumhurbaşkanlığı geliyor. Cumhurbaşkanlığına bugünkü siyasî iradeye yakın bir ismin seçilmesi Türkiye’deki merkezî seçkinler açısından hazmedilemeyecek bir durum. Ben bu kesimlerin önümüzdeki aylarda ellerinden geleni yapacaklarını, hükümeti erken bir seçime zorlamaya çalışacaklarını zannediyorum. Bu çerçevede siyasî arenayı gerecek, tansiyonu yükseltecek her gelişmeden medet umulabilir ki, bunların başında da yine biraz önce değinilen hassas meseleler geliyor. Ayrıca önümüzdeki dönemde gerçek olsun ya da olmasın AK Parti ile ilgili yolsuzluk ve usulsüzlük dosyalarının ardı ardına manşetlere taşınacağını bekleyebiliriz. Tabi bu noktada hükümetin temiz kalmaktan başka yapabileceği bir şey yok.
Hükümetin vatandaşın beklentilerini karşılamak amacıyla attığı her adımın mezkur kurumlar tarafından engellenmesinin bir gerekçesi daha olabilir. Bugün görünen o ki, önümüzdeki seçimlerde de AK Parti’nin muhtemel bir rakibi olmayacak. Hatta son seçimlerde olduğu gibi AK Parti’nin tek başına hükümeti kurabilecek bir çoğunlukla meclise girmesi işten bile değil. Hükümetin bu tür konularda ayağına çelme takarak tabanı ile ilişkisini koparmak istiyor olabilir bu kurumlar. Yani AK Parti’nin ne kadar ‘iktidarsız’ olduğunu cümle âleme göstererek, halkın bu partiden ümidini kesmesini umuyor olabilirler.
Bu konu çok uzadı, hemen Kurtlar Vadisi Irak filmine geçelim isterseniz. Biliyorsunuz dizi ilginç bir gelişme seyri izledi. Bir süre yayınlandıktan sonra dizinin ilk kahramanı Çakır esrarengiz bir biçimde bertaraf edildi. Sonra dizi farklı bir mecrada devam etti. Sonuna yaklaşıldığı anda ise Doğan grubu diziyi satın aldı ve Kurtlar Vadisi Irak filminin sponsoru oldu. Kurtlar Vadisi Irak Amerikan karşıtlığı ile meşhur bir film. Hatta bu nedenle Almanya’da gösterimden kaldırıldı. Doğan grubu ise hatırlarsanız tezkerenin geçmesini istiyordu. Doğrusu tüm bunlar benim kafamı epey karıştırdı. Neler olduğunu anlayan var mı?
Ben filmin halkın gazını almaya yönelik bir girişim olduğunu düşünüyorum. Bir süredir Türkiye’de sahipsizlik havası hâkim. AB süreci ve Kuzey Irak’taki gelişmeler bu sahipsizliği had safhaya çıkardı. Türkiye’nin rızası hilafına Kuzey Irak’ta bir süreç yaşanıyor ve bu sürecin baş mimarları Türkiye’nin müttefiki görünen Amerika ve İsrail. Özellikle ‘çuval’ hadisesinden sonra halkta Amerika ve İsrail’e karşı haklı bir nefret uyandı. Bu film ile vatandaşa sahipsiz olmadığı, vatansever birilerinin perde gerisinden işleri düzene koyduğu, onun için halkın kendini boş yere paralamaması gerektiği telkin ediliyor.
Kurtlar Vadisi’ni Şu Çılgın Türkler kitabı ile birlikte ele alırsak belki daha isabetli bir iş yapmış oluruz. Her iki eserin de eşine ender rastlanır bir tanıtımla duyurulduğu aşikâr. Dahası her iki eser de AK Parti’ye ya da milliyetçi kesime pek yakın olmayan gruplar tarafından desteklendi. Hepsinden önemlisi, her iki eser de milliyetçi hissiyatı kabartmaya yönelik bir muhtevaya sahip.
Bunun ne anlama geldiğini düşünüyorsun sen?
Bunu anlamak için ben bir soru sorayım. Sence milliyetçi hissiyatın kabarması bu dönemde kimin ya da kimlerin işine yarayabilir?
Türkiye’deki AB karşıtlarının.
Bir de seçimlerde AK Parti’ye alternatif bir parti ortaya çıkarmaya çalışanların.
Kesinlikle, her ikisi de doğru. Ne var ki bu iki kesimin birbirinden farklı olduğunu düşünmemek lazım. Türkiye’nin AB’ye üyeliği ya da bu yönde atılan adımlar küçümsenecek şeyler değil arkadaşlar. Bu yanlış ya da doğru, o ayrı bir tartışma konusu. Türkiye’nin muhtemel bir AB üyeliği Türkiye’deki bazı çevrelerin hükümranlığına son verecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB üyeliğine karşı ciddi bir muhalif grubun olduğunu unutmamak lazım. Ellerindeki imkanları da göz önüne alırsak eğer, AB muhaliflerinin bu süreci akamete uğratmak için bazı çalışmalar içerisinde olduklarını düşünmemek saflık olur. Diğer meseleye gelince, önümüzdeki seçimlerde eğer AK Parti ile boy ölçüşebilecek bir parti çıkacaksa meydana, bu parti kabaran milliyetçi duyguların yükselteceği bir parti olacaktır. Bunun alternatifi şu an için mümkün gözükmüyor. Kuzey Irak’taki gelişmeler, Kıbrıs meselesi, ekonomik liberalizasyon ve AB’ye üyelik müzakereleri Türkiye’deki milliyetçi hissiyatı yeterince tahrik etti zaten. Doğu’daki Kürt grupların faaliyetleri ve bu faaliyetlerin popüler yayın organlarında yer alması da bu gerilimi tırmandırıyor. Bir küçük kıvılcım her şeyi tersine çevirebilir. Mersin ve Trabzon’da yaşanan hadiseler Türk halkının ne kadar da manipülasyona açık olduğunu gösterdi nitekim. Bu açıdan ben Mart ayının Hükümet için biraz zor geçeceğini zannediyorum. Hem Nevruz kutlamaları ve hem de Çanakkale zaferini anma programları bahsettiğim kıvılcıma neden olabilir. Bu çerçevede ben hem Kurtlar Vadisi Irak filminin hem de Şu Çılgın Türkler kitabının Türkiye’deki milliyetçi duyguları kabartmaya yönelik olduğu kanaatindeyim. Halkın hissiyatı yeterince kabarıp uygun kıvama gelince artık istediğinizi yaptırabilirsiniz bu halka.
Bu söylediklerin doğru ise eğer Türkiye’yi çok tehlikeli bir süreç bekliyor demektir. Uzunca bir süredir Türk halkının en büyük zaafı aklıselimden ziyade hisleriyle hareket etmesi. 31 Mart vakasından tutun da Mersin ve Trabzon olaylarına kadar bir dizi gelişmede Türk halkının duygusallığından yararlanıldı maalesef. Galeyana gelen halk hangi gizli oyunların, hangi çirkin hesapların aleti olduğunun farkında bile değildi. Milliyetçiliklerle oynamak Türkiye gibi bir ülkede arı kovanına çomak sokmaktır. Çok kısa bir süre içerisinde 1980 öncesine dönmek işten bile değil.
Bu işin arkasındakilerin istediği de belki budur. 1980 öncesinde yaşananların “devletin bekası” ile ilgili olduğunu bugün daha iyi görebiliyoruz. Bu vatanın kandırılmış çocukları birbirini boğazlarken kendilerini devletin sahibi gören büyük ağabeyler vatanı kurtarıyor olmanın verdiği hazdan koltuklarına sığamıyorlardı.
HAMAS’ın Türkiye ziyaretine geçelim isterseniz. Bu konuda tarafların tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunun da ötesinde bu girişimi nasıl görüyorsunuz?
Bir kere şunu belirtmek lazım. HAMAS tüm dünyanın kabul ettiği özgür ve adil seçimler neticesinde Filistin’de iktidara geldi. Yine Orta Doğu’ya demokrasinin gelmesi tüm dünyanın arzu ettiği bir şey değil miydi? İkincisi HAMAS Türkiye tarafından terörist olarak kabul edilmiş bir örgüt değil. Zira İsrail işgaline karşı verdiği mücadelenin ötesinde HAMAS sağlık ve eğitim faaliyetleri içinde olan sosyal bir örgüt. Tüm bunlara rağmen Türkiye’nin son derece meşru bir girişimi özellikle iç basında, sanki ülke felakete sürükleniyormuşçasına topa tutuldu.
Konuya taraf olmasına ve iç politikasında güç duruma düşmesine rağmen, İsrail hükümetinin tepkisi bile Ertuğrul Özkök’ün tepkisi kadar sert olmadı. Nitekim ilk günlerdeki gerginliğin ardından İsrail ile bu konuda da büyük ölçüde uzlaşmaya varıldığı anlaşılıyor.
Türkiye’nin HAMAS konusunda aldığı önceliğin beş önemli sonucu olacaktır bence. Birincisi bu ziyaretle HAMAS’ın dünya nezdindeki meşruiyeti pekişecektir. Bu açıdan Türkiye’nin tavrı Filistin’e yönelik adil olmayan tutumunu değiştirmesi yönünde İsrail üzerinde diplomatik bir baskı oluşturacaktır. İkincisi bu ziyaretle Filistin’deki demokratikleşme sürecine son derece önemli bir katkıda bulunulmuştur. Üçüncüsü, Türkiye’nin girişimi HAMAS’ın özgür ve demokratik seçimler neticesinde iktidara gelmesi ile zor durumda kalan İsrail için de olumlu bir gelişmedir. Zira Türkiye HAMAS’a mutedil bir politika benimsemesi yönünde telkinlerde bulunmuştur. Dördüncüsü, bu ziyaret Amerika için de olumlu bir adımdır. Zira, HAMAS’ın ilk olarak Amerika’nın bir müttefiki olan Türkiye’ye gelmesi, HAMAS’ın Rusya ya da İran’a gitmesinden daha iyidir. Ayrıca Türkiye’nin HAMAS üzerinde etkili olması halinde Orta Doğu’ya demokrasinin gelmesini her fırsatta dile getiren Amerika da içine düştüğü zor durumdan kurtulacaktır. Ve son olarak bu ziyaret Türkiye için olumlu bir gelişmedir. Türkiye son derece önemli ve hassas bir konuda öncelik alarak bu coğrafyadaki merkezîliğini pekiştirmiştir.
Peki HAMAS lideri Meşal’in Türkiye’den ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamalara ne diyorsunuz? Türkiye’nin telkinlerinden çok da etkilenmişe benzemiyordu Meşal yaptığı açıklamalarda.
Ben HAMAS’ın söylemi ile pratiğinin farklı olacağını zannediyorum. Hatırlarsanız geçtiğimiz ay bu konuyu ele almıştık. HAMAS’ın söylemini bir gecede değiştirmesini kimse beklemiyor zaten. Ama HAMAS’ın pratikte çok daha farklı davranacağı kesin; zira Filistin’deki fiilî durum bunun dışında bir seçeneğe imkan tanımıyor. Tabi aynı tavır değişikliği İsrail tarafında da görülecektir.
Nitekim birkaç gün önce Washington Post’a verdiği bir mülakatta İsmail Haniye İsrail’i tanımaya yönelik bazı açıklamalarda bulundu.
HAMAS ziyaretinin Türkiye içerisinde gördüğü tepkiyi neye bağlıyorsunuz?
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarından itibaren Türk dış politikası savunmacı bir çizgi izleyegeldi. Bütün derdi elde kalanı muhafaza etmekti. Bunun için de hep “bekle ve gör” politikası benimsendi.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” demek istedin herhalde.
Ancak bir süredir genelde dünya ve özelde bulunduğumuz coğrafya öyle dinamik bir süreç yaşamaya başladı ki “bekle ve gör” politikası “bekle ve avucunu yala” ile aynı anlama gelir oldu. Dolayısıyla Türkiye’nin böyle hassas bir dönemde cesur ama iyi hesaplanmış adımlar atması gerekiyordu. Birkaç yıldır Türk dış politikasında “bekle ve gör”den “önceden gör ve inisiyatif al”a doğru bir değişim yaşanıyor. Avrupa Birliği ülkelerine karşı yürütülen aktif diplomasi, tezkere konusunda atılan cesur adım, Irak’a Komşu Ülkeler toplantıları, İKÖ’de Türkiye’nin liderlik üstlenmesi, Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler, Afrika ülkelerine yönelik girişimler vs. hep bu değişimin izlerini taşıyor. İşte HAMAS konusunda atılan adım da bu minvalde değerlendirilmeli. Bir ‘merkez ülke’ olarak Türkiye kendi coğrafyasındaki bir gelişmede öncelik aldı. Türkiye’nin böyle dinamik bir dış politika izlemesi en başından beri statükodan yana olan bazı kesimleri ürküttü. Eğer dışarıdan beslenmiyorlarsa, bu kesimleri de anlayışla karşılamak gerekir diye düşünüyorum. Eminim ki; bir zamanlar gavur icadı diye bisiklete karşı olanlar nasıl ki uçağa bile alıştılarsa bu kesimler de Türkiye’nin ‘merkez ülke’ olduğu bir coğrafyaya ve bu pozisyona uygun bir dış politikaya önünde sonunda alışacaklardır.
Aslında konuşacak daha çok konumuz var ama vaktimiz kalmadı. Önümüzdeki ay kaldığımız yerden devam ederiz inşallah.

Paylaş Tavsiye Et