“SUÇÜSTÜ yakalandılar.” Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, PKK tarafından Hakkari Dağlıca’da kaçırılan askerlerin serbest bırakılması sonrasında, askerlerin teslim alındığına dair protokolü Öcalan’ın posteri önünde imzalayan DTP’liler için böyle söylüyordu. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise, 8 askerin kurtulmuş olmasına sevinemediğini, “Bir Türk askerinin birkaç tane çapulcuyla birlikte gitmiş olduğu gibi bir izlenim” doğmasından rahatsızlık duyduğunu dile getiriyor ve “TSK’nın hiçbir mensubunun böyle bir duruma düşmemesi” gerektiğini belirtiyordu. Bu minval üzere, siyasetçilerimiz tarafından belki kastını aşan, belki de belli suçlamaları ima eden daha pek çok söz sarf edildi. Ekim ayı içerisinde gerçekleşen saldırılarla ilgili cevaplanamayan pek çok sorunun olduğu ortada. Ancak bu soruların muhatabı, öncelikle o mıntıkada görev yapan ve şehit ya da esir düşen askerler olmasa gerektir.
Her şeyden evvel, eğer Dağlıca baskını hakkında ihanet ya da yetersizlik bağlamında siyasetçilerimizin zihinlerinde belli istifhamlar oluşmuşsa, bu sorularını ya bunun için belirlenmiş platformlarda dile getirmeleri ya da -eğer kamuoyuyla paylaşmayı tercih etmişlerse de- en anlaşılır, hiç kimseyi incitmeyecek ve daha başlangıçta suçlu ilan etmeyecek tarzda ifade etmeleri beklenirdi. Fakat iktidar ve muhalefet partilerine mensup siyasetçilerimizin olabildiğince muğlak, sorunun asıl muhataplarını mümkün olduğunca gizleyerek, meselenin kurbanları üzerinden konuşmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Eğer meselenin asıl muhataplarına bir şey söyleyebilme cesaretleri yoksa, her konuda bir şeyler söylemek zorunda olmadıklarını da bilmeliler. Olaylar tüm açıklığıyla ortaya çıkmadan, askerlere “vatan hainliği” damgasını vurmaya, ailelerini incitmeye kimsenin hakkı yok. Hele hele, soruların asıl muhatabı olması gereken mercilere soru sorabilme, söz söyleyebilme cesareti gösteremeyenler, henüz 20’li yaşlarının başında bulunan gençlerden hayatlarını feda etmelerini isteyememelidir.
Meselenin bir diğer boyutu da, Çiçek’in dile getirdiği “suçüstü yapmak” ifadesinde saklı. Bu olayda yalnızca DTP’liler mi suçüstü yapıldılar? Birkaç soru da biz soralım: Askerlerimizi bize kim teslim etti? Amerikan askerleri. Ne zaman teslim ettiler? Başbakan Erdoğan’ın ABD Başkanı ile yapacağı görüşmenin hemen arifesinde. Peki, bu, ABD’nin de suçüstü yapılması anlamına gelmiyor mu? DTP’lilere yönelik olarak bu ifadeleri rahatlıkla kullanıp ABD’ye karşı kullanamayanların, ya suçüstü kavramını ya da ABD’ye neden benzeri bir söylemi yönelt(e)mediklerini açıklamalarını bekliyoruz. Aynı kesim, suçüstü yapılanlardan birisini öncelikle kamuoyu vicdanında mahkum etmeye ve sistem dışına itmeye uğraşırken; diğeriyle birlikte hareket etme isteğindeki mantığı ve tutarlılığı da bir zahmet anlatıversin.
DTP, Sütten Çıkmış Ak Kaşık mı?
Eğer ortada bir çatışma varsa bu çatışmanın tarafları da vardır. Çatışmanın bir tarafı iktidarıyla, muhalefetiyle pek çok çelişkiyi ve samimiyetsizliği içinde barındırıyor da, öteki tarafı sütten çıkmış ak kaşık mı? Şüphesiz ki değil.
Öncelikle DTP’nin, bu süreçte, bağımsız bir hareket tarzı geliştiremediği açık. Hükümetin ya da muhalefetin terör ve PKK konusunda kendisinden safını daha açık bir biçimde belirlemesi ve ilan etmesi yönündeki taleplerine (böyle bir talepte bulunmaya hakları olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu) her fırsatta ters cevaplar veren DTP, ABD’nin ya da AB’nin istek ve tavsiyelerini ikiletmemeye özen gösterdi. Örneğin AB temsilcileri ile yaptıkları bir görüşmede, onların “teröre karşı bir tavır takınmanın iyi olacağı” yönündeki tavsiyelerini dinleyen Ahmet Türk, hemen ertesi sabah bu tavsiyelere uygun bir açıklama yaptı. Ancak kaçırılan 8 askerimiz için bir girişimleri olmadığı gibi, dalga geçer nitelikte açıklamalarda bulundular. Erdoğan ile Bush arasında yapılacak görüşmenin hemen arifesinde ise -durumdan vazife mi çıkardıkları yoksa birilerinin mi onlara bu vazifeyi verdiği meçhul-, “Öcalan’ın posterleri önünde teslimat tutanağını” imzalayan DTP’lilerin resimleri eşliğinde 8 askerimizin serbest bırakıldığı haberleri gazete manşetlerini süslemeye başladı.
DTP, kendisini ne PKK’dan bağımsızlaştırabildi, ne de yabancı devletlerden. Böyle bir iradelerinin olduğu da tartışmalıdır. Tam tersine, o doğrultuda davranmayı bir strateji olarak benimsediler ve uyguladılar. “Tabanımız ne der?” bahanesinin arkasına saklandılar. DTP’nin “doğal tabanı” olarak gördüğü kesimlerle ne derece sağlıklı ilişkiler kurduğu ise ayrı bir tartışma konusudur.
DTP, 22 Temmuz sonrasında anayasa değişiklikleri konusunda da destek olucu bir tavır geliştiremedi. Oysa anayasa değişiklikleri Kürt meselesinin çözümünü de etkileyebilecek özgürlükçü bir ortamın doğmasını sağlayabilirdi. Diğer yandan Güneydoğu’da dinî faaliyetler olduğundan bahseden ve bu konudaki rahatsızlıklarını dile getiren bazı DTP’li milletvekillerinin “TSK ile bizi karşı karşıya getirmek istiyorlar. Büyükanıt partimizin adını bile anmak istemiyor ama aslında irtica ve laiklikle ilgili konularda fikirlerimiz tamamen örtüşüyor. Bunu gözden uzak tutmamak lazım” ya da “Laiklik için veryansın eden Genelkurmay değil miydi? Bizim de olmazsa olmazlarımızdan biri laikliktir. Bize cephe almasınlar; zira biz de onlar gibi laikliğin savunucusuyuz” türünden açıklamalarını gazetelerden okuyoruz. AKP’nin bölgedeki yüksek oy oranını, dinî faaliyetlere bağlayarak, laiklik savunucularını tahrik etmeyi bir taktik olarak benimseyen DTP’li milletvekillerinin bu açıklamaları, söz konusu çevrelerle AKP karşıtı bir ittifak arayışı olarak da değerlendirilebilir. Açıklamaların bu ittifakın gerçekleşmesini sağlayıp sağlayamayacağını bilemeyiz, ancak DTP’nin, tabanından ne denli kopuk ve yabancı olduğunu net biçimde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.
Milletvekillerinin bu açıklamaları sadece kendileriyle mi sınırlıdır, yoksa bütün bir partinin düşüncesi midir bilemeyiz elbette. Ancak “tabanım” dediği kesimlerin diline, dinine ve kültürüne bu denli yabancı; kendi toplumunun ihtiyaçlarını ve koşullarını ihmal eden; yabancı unsurların istekleri doğrultusunda hareket etmeyi tercih eden bir partinin genelde bütün bir Türkiye’ye, özelde ise temsilcisi olma iddiasını taşıdığı toplumsal kesime pek de bir şey veremeyeceği açıktır.
“Süreç Başladı”
Bütün bu gelişmelerin sonunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, DTP’nin kapatılması istemiyle dava açtı. Dağlıca baskını sonrasında DTP’nin sergilediği tavırlar da, hazırlanan iddianamede önemli bir yer tutuyor. Partinin kapatılması yönünde kuvvetli gerekçeler varsa da, davanın nasıl sonuçlanacağını ve bu sonucun Kürt meselesinin gelişimini nasıl etkileyeceğini şimdiden kestirmek zor. Kürt meselesinin çözümü, DTP’yi mümkün olduğunca sistem içerisinde tutmaktan geçiyor. Fakat sistemin DTP’yi sistem içinde tutmak, DTP’nin de sistem içinde kalmak gibi bir kaygısının olduğu şüpheli. Her iki taraf da, çatışma ortamının kendi çıkarları için daha yararlı olacağını düşünüyor ve bu durumu sürdürmekte ısrarlı gözüküyorlar.
Bu ortamda gerek DTP tarafından gerekse de hükümet kanadından gelen tepkilerin bir inandırıcılığı bulunmuyor. Elbette DTP’den “demokrasi ile silah” arasında tercih yapmasını isteyenlerin ya da onu “suçüstü yapmak”tan söz edenlerin, kapatma davasının açılması sonrasında sarf ettikleri “Yüz binlerin oyunu alanlara anti-demokratik yollar seçemeyiz” sözlerinde bir samimiyet aranması beyhude bir uğraş olur. Anlaşılan her iki taraf da, oyunu kurallarına göre oynuyor.
Bir an için siyasetçilerimizin sözlerinin samimiyetle söylenmiş sözler olduğunu farz edelim. O zaman da ortaya, hükümet ile ‘sistem’ arasında tüm temel meselelerde olduğu gibi bu konuda da ciddi bir farklılaşmanın, hatta çatışmanın olduğu gerçeği çıkıyor. Bu ise gerek sistemin gerekse de hükümetin elini zayıflatan bir durum. Fakat her halükarda yaşanacaklar, temsil ettiğini iddia ettiği tabanından her geçen gün biraz daha kopan DTP’ye, tabanı olarak gördüğü kesimlerle bağlarını rehabilite etme imkanı sağlayacaktır.
Toplumu 6-7 Eylül olaylarına ya da Alevi-Sünni çatışmalarına benzer bir çatışmanın eşiğine getiren kampanyalara şahit olduk geçtiğimiz günlerde. Aradan bunca süre geçmesine rağmen, ne yapılacak askerî hareketin zamanı, ne de kapsamı konusunda herhangi bir netlik var. Fakat gerek hükümet yetkilileri gerekse de Genelkurmay’ın açıklamaları “uygulama süreci”ne girildiği yönünde. Muhtemelen mevcut sükunet, İlker Başbuğ’un gazetecilere yapmış olduğu “Tezkere TBMM’den çıktı. Şimdi hangi süreçteyiz? Şimdi bu sınır ötesi harekatın uygulanma sürecindeyiz, öyle mi? Özellikle medyadan benim bir istirhamım var; artık bu süreçte karar vericileri rahat bırakın, serbest bırakın ki bu süreç sağlıklı olarak yürüsün” şeklindeki açıklamasıyla alakalı bir durum. Acaba DTP aleyhine açılan dava da, bu uygulama sürecinin bir parçası mıdır?
Paylaş
Tavsiye Et