Konuşan: Ali ASLAN
Dış politikayı şekillendiren yeni stratejik vizyon ve bu vizyonun pratiğe döküldüğü yüksek dış politika performansı, AK Parti iktidarının en çok göze çarpan unsurları olarak dikkat çekiyor. Bu yeni stratejik vizyonun en başta gelen esaslarından biri olan “komşularla sıfır problem” politikası etrafında Türk dış politikasında son yıllarda yaşanan dönüşümleri ve dış politikadaki yeni eğilimleri, Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Burhanettin Duran ile ele aldık. Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde 2001 yılında doktorasını tamamlayan Duran, İslamcılık, Türk siyasi hayatı ve Türk dış politikası konularında araştırmalar yapıyor. Ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde ve platformlarda yayınları bulunan Duran’ın ortak editörlüğünü yaptığı Dünya Çatışma Bölgeleri ve Dönüşüm Sürecindeki Türkiye başlıklı iki de kitabı bulunuyor.
AK Parti’nin bugüne kadarki dış politika söylemi ve pratiklerine baktığınızda nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz? Sizce AK Parti’nin temel dış politika parametreleri nelerdir?
Cumhuriyet’in kurulmasından beri bazı dönemlerde dünya basınında “yeni Türkiye” söylemi ortaya çıkmıştır. 1920’lerde, 1950’lerde yeni bir Türkiye’nin doğduğundan bahsedilmiştir. 2000’lerde de yeni bir Türkiye’nin doğduğu konuşuluyor. Bu süreç 1999’da Helsinki’de AB üyeliği perspektifi alınmasıyla başladı. Ancak 2002 seçimlerinden sonra AK Parti’nin güçlü bir şekilde iktidara gelmesiyle sağlanan siyasal istikrar, ekonomik kalkınma ve dış politikadaki başarı bunda çok önemli bir yere sahip.
AK Parti’nin dış politikası; “entegrasyon arayışı” olarak AB ile ilişkiler, “dengeli karşılıklı bağımlılık” temelinde ABD ile ilişkiler, “aktif barış ve işbirliği” temelinde komşularla ilişkiler üzerine oturuyor. Özellikle 2005 sonuna kadar AB üyelik süreci, Türk demokrasisini konsolide etme ve iç siyaseti dönüştürme işlevini üstlendi. Bu başlıklarla özetleyebileceğim AK Parti dış politikasının hedefi, Türkiye’yi Rusya ve Almanya gibi küresel bir güce dönüştürmek.
AK Parti’nin dış politika dinamiğini ise yeni bir medeniyet söylemiyle etrafı örülmüş “aydınlanmış bir ulusal menfaat” anlayışının oluşturduğunu düşünüyorum. Yeni bir medeniyet söylemi, Türkiye’nin dünyadaki yerini ve kimliğini Batıcılık, yeni Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi siyasi akımların ana argümanlarını içeren yeni bir sentezle anlama çabası. Bu yeni dış politikada, AB ve ABD ile ilişkiler boyutuyla Batıcı, Balkanlar ve Ortadoğu boyutuyla yeni Osmanlıcı, İslam dünyasıyla geliştirilen ilişkiler yönüyle İslamcı ve son olarak Orta Asya boyutuyla Türkçü unsurların harmanlandığını görüyoruz. Bu sentez Türkiye’nin stratejik, tarihî, ekonomik ve kültürel koordinatlarının mecburiyetleri olarak görülüyor. Bu mecburiyetler bir “stratejik derinlik”ten daha ötede Türkiye’nin “medeniyet derinliği” olarak ele alınıyor. Bu medeniyet perspektifi hem AB’ye üye olmayı hem de İslam dünyası ile daha fazla entegre olmayı bir arada yürütebilen bir perspektif. Ancak burada ikinci bir unsur daha var: Dış politika tercihlerinde Ankara’yı merkeze alan “aydınlanmış ulusal bir menfaat” dediğim şey. Bu unsur Türk dış politikasındaki sürekliliklerle AK Parti’yi uyumlu hale getiriyor. Yine bu unsur, AK Parti’nin dış politikada ordu ile ciddi fikir ayrılıkları yaşamamasının sebebi olarak da görülebilir.
AK Parti’nin geleneksel (Kemalist) Türk dış politikasında bir “sapma” ya da “kırılma” gerçekleştirdiği iddia ediliyor. Bu iddiaların barındırdığı normatif yargı bir yana, sizce dış politikada bir değişim ve dönüşümden bahsedebilir miyiz? AK Parti’nin dış politika vizyonu ve pratiklerinin önceki dönemlerle olan devamlılık ve farklılık unsurlarının neler olduğunu düşünüyorsunuz?
Türk dış politikasının AK Parti döneminde ciddi bir dönüşüm yaşadığı görüşüne katılıyorum. Sapma ya da kırılma kelimeleri açıklayıcı değil. Dış politikada kırılma olduğunu söylemenin sıkıntılı tarafı şu: 85 yıldır Türk dış politikasının aynı çizgi üzerinde gittiğini söylemek ne kadar doğru? Sözgelimi Atatürk dönemi dış politikası ile Soğuk Savaş döneminde NATO’ya endekslenen bir politika ne kadar aynı çizgide? Ya da Atatürk’ün komşu ülkelerle işbirliği ve paktlar kurmayı önceleyen politikası ile AK Parti’nin Irak’a Komşu Ülkeler Platformu ya da Kafkaslar İşbirliği Platformu’nun kurulmasını önermesi arasında benzerlik yok mu?
Dış politikayı anlamada dönüşüm kelimesini daha değerli buluyorum. Dönüşüm kelimesi sürekliliği de içinde taşır. AK Parti dış politikasının değişim boyutunun süreklilikten daha öne çıktığını düşünüyorum. Süreklilik boyutuyla bakıldığında, Kemalist dış politikada süreklilik olarak görülen prensipler Batıcılık ve statükoculuk ise AB’ye üyelik süreci için büyük bir çaba gösteren Erdoğan’ın bu gelenekten uzaklaştığı söylenemez. Bu açıdan bakıldığında aslında AK Parti’nin yeni dış politikası, Türkiye’nin Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrasında içinde bulunduğu ortama uyum sağlamasıdır. Bu yönüyle Özal’ın dış politikası ile süreklilik arz ediyor.
Değişim boyutuyla bakıldığında ise özellikle dış politikada “bir medeniyet derinliği” arayışı çok önemli. Bu arayış, Kemalist dış politikanın bir türlü çözemediği kimlik sorununa ciddi bir açılım getiriyor. AK Parti Türk dış politikasında bir kimlik krizi ya da tercihi ihtimalini reddediyor. Türkiye ne Batı ile İslam arasında bir köprü ne Batı’nın bir cephe ülkesi ne de bağlı olduğu tarihî, coğrafi, kültürel bölgeler arasında parçalanmış bir ülke. Bu itibarla en büyük dönüşüm kimlik/benlik algılamasında yaşandı. Bunun sonucunda korkular temelinde değil işbirliği temelinde şekillenen, özgüveni yüksek, kendini küresel bir güç olarak algılayan yeni bir anlayış belirdi. Ayrıca AK Parti’nin komşularının uzun vadeli, aydınlanmış menfaatlerini düşünen, hesap eden bir diplomasi anlayışını öne çıkarmasını da önemsiyorum. Bu diplomasi anlayışı, ilişkilerde güveni pekiştiren ve Türkiye’nin içinde bulunduğu yeni oluşumlara fırsat tanıyan çok önemli bir sermaye.
AK Parti’nin dış politikasının İslamcı çevrelerden de tepki aldığını görüyoruz. Bu tepkilerin temelinde yatan sebep nedir? AK Parti’nin dış politikası, Milli Görüş çizgisindeki partilerin dış politika vizyonu ve pratiklerinden hangi noktalarda ayrılıyor ve örtüşüyor?
Atatürk’ün dış politikasından uzaklaşıldığını söyleyenler de, Batı karşısında bir İslam birliğinin lideri olarak Türkiye’yi hayal eden İslamcılar da fotoğrafın tümünü göremiyorlar. AK Parti’nin Milli Görüş çizgisindeki partilerden ayrıldığı en önemli nokta, uluslararası sisteme ve Batı’ya bakışındaki değişim. Milli Görüş çizgisinden gelen siyasetçiler olarak Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, Batı karşıtı, çatışmacı ve üçüncü dünyacı bir perspektifi terk etti. Batı ile iyi ilişkiler kuran, AB ile müzakerelere başlamada çok istekli bir dış politikanın takipçisi oldular. Erdoğan, İslami bir ekonomik blok kurulması fikrini reddetti. İslam ile Batı arasında özcü bir farklılık ve çatışma gören İslamcı bir uluslararası siyaset anlayışını terk etmek, Erdoğan’ın elini hem içte hem dışta güçlendirdi. Bu yönüyle AK Parti, Refah Partisi’ne kıyasla daha gerçekçi bir uluslararası sistem okumasına sahip.
İslam dünyası ile ilişkiler, D-8 gibi yeni oluşumlar kurmak yerine mevcut uluslararası örgütlerde artan etkinlik üzerinden yürütülüyor. AK Parti, Batı ile İslam dünyası arasında her ikisine de ait olan Türkiye’yi güçlü bir aktör kılmaya çalışıyor. Demokrasi, hukuk devleti ve kadın haklarını insanlığın ortak değerleri olarak gören AK Parti’nin, bu değerleri İslam dünyasına tavsiye eden konumunun Batı ile çatışmacı bir yaklaşımdan daha çok ümmetin faydasına olduğu aşikâr. Bu itibarla AK Parti’nin İslamcı olmayan ama İslami hassasiyetleri gözeten tutumunun İslam dünyasında dikkatle izlendiğini biliyoruz.
AK Parti’nin dış politika tercihlerinin halkın Batı ve İslam dünyasını algılamasında bir dönüşüm meydana getirdiğinden bahsedebilir miyiz? Bu anlamda özellikle AK Parti’nin AB’ye yönelik tutumunu ve politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kısmen de olsa böyle bir dönüşümden bahsedebiliriz. İslamcı geçmişten ve Batı’ya karşı şüphe duyan bir gelenekten gelen Erdoğan’ın AB’ye girme gayreti muhafazakâr kesimlerde Batı karşıtlığını azalttı. Ancak AK Parti’nin dış politika tercihlerinin laik kesimlerde İslam dünyasına bakışta ne gibi bir değişim getirdiği tartışmalı. Henüz belirgin bir değişim olduğu kanaatini taşımıyorum.
AK Parti iktidara geldikten sonra çıkardığı uyum paketleri ile yoğun bir Avrupalılaşma hamlesi yürüttü. Bu dönemde dış politikayı, iç politikayı dönüştürmenin bir aracı olarak kullandı. İç politikada DGM’lerin kaldırılmasından MGK’nın yapısının değiştirilmesine kadar birçok alanda önemli bir dönüşüm gerçekleştirdi. Bu anlamda demokratikleşme dış politikanın bir parçası haline geldi. Diğer bir deyişle, dış politika Türk siyasal sistemini muhafazakâr laik kesimlerle çatışmadan dönüştürmenin bir aracı haline geldi. AB üyeliğinin Türk toplumunda gördüğü destek ve AK Parti’nin bu süreci sahiplenmesi iç politikadaki meşruiyet sorunlarını da aşmasına yardımcı oldu.
AK Parti’nin dış politikasının toplumsal bir temeli var mı? Ayrıca kimlik ile dış politika arasındaki karşılıklı etkileşim düşünüldüğünde, AK Parti’nin dış politika pratiklerinin toplumun kolektif ben algılamasını etkilediği ve dönüştürdüğünden bahsedebilir miyiz?
Muhafazakâr demokrat kimlik ile yeni bir siyaset getirme iddiasındaki AK Parti, 1980 sonrası Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısındaki dönüşüme karşılık geliyor. Bu anlamda AK Parti, kriz döneminde Türk seçmeninden yükselen ekonomik kalkınma, sosyal adalet, demokratikleşme ve dünya ile entegrasyon taleplerini gerçekleştirecek bir parti olarak öne çıktı.
Özgüveni yüksek ve aktif bir dış politikanın ciddi bir toplumsal temeli olduğu kanısındayım. Ancak iç politikadaki 27 Nisan e-Muhtırası, 22 Temmuz seçimleri ve AK Parti kapatma davası gibi gerilim dönemlerinin, dış politikadaki gelişmelerin geniş kitleler tarafından yeteri kadar fark edilmesini engellediğini düşünüyorum. Böyle bakıldığında dış politikada sağlanan istikrarın iç politikada farklı elit kesimlerini kuşatan bir uzlaşma ile sonuçlanmadığını söyleyebilirim. Elitler arasında sürekli tazelenen bir gerilim söz konusu. Bu gerilim yaşam tarzlarının ya da sınıfların rekabeti olarak da okunabilir. Ama iç politikadaki bu gerilim, AK Parti’nin yeni dış politika vizyonunun toplumun ve özellikle elitlerin kolektif ben algılamasını dönüştürmesini sınırlıyor. Odağını iç politikadan dışa çeviremeyen ve içteki korkularından arınamayan Türkiye, sivil toplumunu dış politika alanında yeteri kadar hareketlendiremiyor. Sürekli tazelenen gerilimler ve bir türlü gelmeyen uzlaşma oy getiriyor; ancak iç politikayı o oranda dönüştürmüyor.
AK Parti’nin dış politikada attığı adımların Batı ve İslam dünyasının Türkiye algısında bir değişiklik meydana getirdiğinden bahsedebilir miyiz?
Dünya basınında yeni bir Türkiye’nin doğduğundan bahsedilmesi bu değişen algıya işaret ediyor. 1 Mart Tezkeresi’nin reddi, ABD’den Rusya’ya, AB’den İslam ülkelerine kadar birçok çevrede Türkiye ile ilgili yeni bir algının doğmasına sebep oldu. AK Parti’nin kimliği, Erdoğan ve Gül’ün İslamcı geçmişleri İslam dünyasında, AB üyeliği konusundaki samimiyetleri de Batı dünyasında olumlu tesirler bıraktı. Laik ve demokratik bir ülke olarak Türkiye’nin İslamcı geçmişe sahip, eşleri örtülü olan başbakanı ve cumhurbaşkanı var. Bu çok önemli sembolik bir sermaye. Bu sermaye “ılımlı İslam” ya da “Malezya’ya dönmek” söylemleri ile üstü örtülebilecek bir şey değil. Türkiye dışarıdan farklı seçenekler arasında bölünmüş, parçalanmış bir ülke olarak görülmüyor. Artık Türkiye’nin geleceği Taşkent’te mi, Mekke’de mi, yoksa Brüksel’de mi diye soran yok. Ankara merkezli yeni bir Türkiye’nin yükselen bir aktör olduğundan, yumuşak gücünden, demokratik tecrübesinden ders alınabileceğinden bahsediliyor.
AK Parti dış politika yapımcılarının çizdiği dış politika vizyonunun en önemli unsurlarından birisi “komşularla sıfır problem” politikası. Bu politika kapsamında şu ana kadar hangi somut sonuçlar alındı? Hangi ülkelerle, hangi problemlerin üstesinden gelindi? Önümüzdeki süreçte başka hangi adımların atılmasını beklemeliyiz?
Bildiğiniz gibi bu kavramı literatüre kazandıran Ahmet Davutoğlu. AK Parti’nin yeni dış politika vizyonunun hem teorisinde hem pratiğinde müstesna bir yere sahip olan Davutoğlu, Türkiye’nin Rusya ve Almanya gibi başka merkez ülkelerde olmayan bir özelliğe sahip olduğuna vurgu yapıyor. Türkiye, etrafındaki bölgelere ve kıtalara optimum bir yakınlığa sahip. Türkiye’yi Ortadoğu, Balkan, Kafkas, Orta Asya, Hazar, Akdeniz, Körfez ve Karadeniz bölgelerinin vazgeçilmez ve merkezî unsuru olarak gören bu yaklaşım, yeni bir rolün üstlenilmesini öneriyor. Çevresinde düzen, istikrar ve güvenliği aktif bir dış politika ile kuran bir yaklaşım.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi ile rahatlıkla birleştirilebilecek bu yaklaşım dinamik bir diplomasiyi, iç politikada siyasi istikrarı ve güçlü bir liderliği gerektiriyor. Komşularına “korku” temelinde değil de işbirliği ve uzlaşma temelinde yaklaşan yeni Türkiye, bölgesinde en önemli aktör konumuna geldi.
Bu açıdan bakıldığında “komşularla sıfır problem” yaklaşımı Türk dış politikasının ana çizgisinde bir dönüşüme işaret ediyor. Komşularıyla sorun istemeyen ancak komşularına karşı sürekli tedirgin, statik bir dış politika anlayışından, komşularının sorunlarının kendisini ne kadar etkilediğini bilen bir yaklaşıma geçildi. Bunun iki yönü var: İlki komşularıyla arasındaki sorunları çözmek, ikincisi ise komşularının diğer ülkelerle olan ilişkilerindeki sorunların çözümü için aktif rol almak. Bu bazen arabuluculuk yapmak bazen de bir işbirliği çerçevesi önermek şeklinde oluyor. Irak’a Komşu Ülkeler Platformu ve Kafkaslar İşbirliği Platformu önerileri gibi.
“Komşularla sıfır problem” yaklaşımı Türk dış politikasındaki klasik güvenlik anlayışını da dönüştürüyor. Hatta komşular arasında yerleşen güvenin bölgedeki güvenlik kültürünü dönüştürdüğü de söylenebilir. Suriye’nin Türkiye’ye bakışındaki değişim buna güzel bir örnek. Ayrıca Türkiye kendisine güvenilen bir aktör olarak Suriye-İsrail, Pakistan-Afganistan, ABD-İran arasında ve Lübnan ile Irak’ın iç kavgalarında yapıcı ve belirleyici bir arabulucu rolü üstlenecek duruma geldi.
“Komşularla sıfır problem” politikası Türkiye’nin zihnî ve teknik donanımı ve bulunduğu uluslararası coğrafi konum göz önüne alındığında ne kadar gerçekçi? Sizce bu politikanın zayıf noktaları neler?
İstikrarlı bir hükümet ve güçlü bir liderlik olmadan, aktif ve dinamik olmayı fazlasıyla önemli kılan böyle bir politikanın uygulanması kolay görünmüyor. Komşularla sıfır problem konusunda AK Parti’nin başarılı olmasında dış politika yapım sürecine katılan aktörlerin niteliği belirleyici. Erdoğan-Gül-Babacan ve Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı bürokrasisi ile yakaladığı uyumun bu başarıda etkisi büyük. Tek başına iktidar olan AK Parti liderliğinin gösterdiği güçlü siyasi irade olmaksızın bu politika ne kadar yürütülebilir, bu sorgulanabilir. Koalisyon dönemlerinde dış politika yapımında nasıl bir uyum sağlanabilir? Komşu ülkelerle diplomaside Türkiye’nin stratejik, felsefi ve tarihî derinliğini gösterebilecek danışmanlar her zaman siyasilerle birlikte olacak mı? Bu perspektif Dışişleri Bakanlığı’nda ne kadar kurumsallaştı? Bu soruların cevaplanması lazım. Üniversitelerin, araştırma kurumlarının bu politika perspektifine entegre olduğu söylenemez. Türkiye’nin entelektüel ve akademik sermayesinin bu yeni perspektifle uyumlu olarak seferber edilememesi en büyük sorun. Uluslararası ilişkiler bölümlerine stratejik hedefler koyamayan bir ülkenin sürdürülebilir stratejik derinliği olabilir mi?
“Komşularla sıfır problem” politikasında somut sonuçların alınmasının, uzun yıllardır gerek iç gerekse dış politika alanında “güvensizlik” ekseninde geliştirilen “korku” politikalarına yaslanarak sistem içindeki yerlerini koruyan bazı kurumları olumsuz etkilediği iddia ediliyor. Bu politikaların ülke içindeki güç dengelerini etkilediğini düşünüyor musunuz?
Kuşkusuz iç ve dış düşman tehditleri etrafında siyasetin güvenlikleştirildiği bir ülkede siyasetin asıl belirleyicisi güvenlik güçleri, yani ordu olur; siyasal kültürü de militer bir kültür olur. 1990’larda bunu bütün çıplaklığıyla yaşadık. Ancak güvenlik merkezli olmanın, siyasetin alanını bu yönde daraltmanın ne içte ne de dışta güvenliğimizi sağladığını çok net bir şekilde gördük. PKK ile mücadeleye ve Ermeni soykırımı iddialarını dünyanın kabul etmesini engellemeye endekslenmiş bir dış politikanın sıkıntılarını yaşadık. Kürt sorununun ancak AB çerçevesinde çözülebileceğini söyleyen Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök, korku ve güvenlikleştirme temelli siyasetin iflasını ilan etti.
AK Parti’nin 2003’te Kıbrıs ve Irak konularında bir direnç ve uyum sorunu yaşadığını söyleyebiliriz. Bugün için “komşularla sıfır problem” politikasının, uygulama zorluklarına rağmen, ülkemizi hem ABD hem de AB nezdinde güçlendirdiği, dış politika yapımına katılanların hepsinin fark ettiği, kabul ettiği bir şey. Suriye ile ittifaka dönüşen ilişkiler, İran ile PKK’yla mücadelede uyum yakalamış bir politika kimi niçin rahatsız etsin? Ancak ABD’ye yakın olmayı milli menfaatin önüne koyanlar rahatsız olabilir. AK Parti’nin Ankara merkezli dış politikası, orduyu, Türkiye’nin aydınlanmış çıkarları temelinde ikna edebilecek bir perspektife sahip.
Bazı Batılı devletler Türkiye’nin dış politika tercihlerinden ve kazandığı dinamizmden zaman zaman rahatsız olduklarını açık veyahut dolaylı bir şekilde ifade ediyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye ile Batı dünyası arasında daha ciddi krizlere tanık olabilir miyiz?
1 Mart Tezkeresi ABD ile ilişkilerde ciddi bir tahribata sebep oldu. Tamir etmek uzun sürdü. Bu tezkere geçseydi eğer dış politikanın başka boyutlarında tahribat olacaktı ve onlar tamir edilecekti. Ancak 2007’den itibaren kurulan ilişkilerin daha sağlıklı zemine oturduğu kanaatindeyim. “Komşularla sıfır problem” yaklaşımı Türk dış politikasının artık sadece klasik ABD ya da Batı ittifakı temelinde şekillenemeyeceğinin deklarasyonu mahiyetinde. Türk dış politikasındaki bu yeni vizyonun ABD ve Batı’da da fark edilmeye başlandığı söylenebilir. Graham Fuller Yükselen Bölgesel Aktör: Yeni Türkiye Cumhuriyeti adlı son kitabında Türkiye’nin yeni dış politikasının daha bağımsız olması konusunda AK Parti’nin ötesinde ulusal bir mutabakat olduğunu belirtiyor. Bunun ABD tarafından kabul edilerek Türk-Amerikan ilişkilerinin bu kabul üzerinden şekillendirilmesini öneriyor.
Türkiye ile Batı arasında bazı konularda sorunlar çıkabilir; ancak bunun ciddi krizlere varacağını sanmıyorum. AK Parti, Türk dış politikasının Batı ve Avrupa boyutunu zedeleyerek bir yere varılamayacağını gayet iyi biliyor. Batı’nın da Türkiye’ye ihtiyacı var. AB üyeleri Ortadoğu politikalarını Türkiye olmadan rahatlıkla belirleyemeyeceklerdir. Net olan şu, Türkiye artık çantada keklik değil. Türkiye’nin bölgesiyle ilgili söyleyecekleri var ve artık bütün aktörler bunu hem hesap etmek hem de dinlemek durumunda. Zira Türkiye bölge ile olan entegrasyonunu ilerlettikçe Ortadoğu’da ve Kafkasya’da artık yollar Ankara’ya çok sık düşüyor.
Günümüzde hem Türkiye hem de Rusya’nın uluslararası sistemde etkinliklerini arttırmaya çalıştıklarını ve nüfuz alanlarının belli noktalarda çakıştığını göz önüne alırsak, Türkiye-Rusya ilişkilerinin geleceği konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Türk-Rus ilişkilerinin tarihine baktığımızda, Osmanlı’nın son iki yüzyılında sürekli bir karşılaşma ve çatışma olduğun görüyoruz. “Hasta adam” tanımlaması Ruslar tarafından üretildi. Milli Mücadele ve Tek Parti dönemine gelindiğinde Bolşevik ideolojinin etkisiyle bir iyileşme, yakınlaşma varsa da 1939’dan itibaren ve özellikle Soğuk Savaş döneminde tehdit ve düşmanlık yüksek seviyede seyretti. Soğuk Savaş’ın bitimiyle güç kaybeden Rusya, Putin döneminde yeniden toparlandı ve ABD’nin NATO üzerinden Sovyetler’den ayrılan ülkelerde çevreleme politikası yürütmesinden oldukça rahatsız.
1990’ların başında Kafkasya’da ve Orta Asya’da ABD üzerinden etkin olmayı bekleyen bir dış politikada Türkiye kısmen etkili oldu. Ancak bugün, Türkiye, Rusya ile ilişkilerini NATO’ya endekslemek istemiyor. Sözgelimi, Karadeniz konusunda Türkiye, Rusya’nın endişelerini anlıyor. İki ülke arasındaki enerji ve artan ihracat ilişkisi de ortada. Rusya da Türkiye’nin artık Batı’nın peşinden giden bir ülke olmadığının farkında. Türkiye, Rusya ile örtüşen çıkarlarını dinamik bir diplomasi ile anlatabildiği ölçüde çıkan krizleri aşabilecek bir güce ve konuma sahip.
Türk-Rus ilişkilerinin geleceğinde ABD’nin Rusya politikası çok belirleyici olacak. Önümüzdeki başkanlık seçimlerinde kimin başkan seçileceği de önemli. ABD’nin politikaları komşularımızla ilişkilerimizi belirlediği gibi Karadeniz üzerinden komşumuz sayılan Rusya ile ilişkilerimizi de etkileyecek. ABD-Rusya geriliminin tırmanması durumunda bile, Türkiye’nin Ankara merkezli bir açılımı bulabileceğine inanıyorum. Türkiye niçin ABD ve Rusya arasında tercih yapma zorunluluğu altında ezilsin, yapıcı bir rol üstlenmesin?
Paylaş
Tavsiye Et