KÜRESEL krizin ortasında IMF ile ilgili jargon, “ihtiyacımız yok” ile başlayıp “ümük sıktırmayız” ile devam edip, son olarak “ezber bozdurtmak” anaforu ile nikah masasında hitama erecek gibi. Bana da bunun şahitliğini yapmak düşüyor. Küresel mabedin ilahları beni “yarlığasın”, bende bir “IMF inkarcılığı”, “bir adam sendecilik” almış başını gidiyor. Baksanıza herkes IMF’ye adeta “Mustafa Denizli, şampiyon yap bizi” nakaratı eşliğinde tempo tutarken, bendeniz hâlâ suları yokuşa “dehliyorum”. IMF karşıtlığımda onurlu bir mağlubiyet daha almak üzere olsam da zurnamı çalacağım.
Burada mevzu, cari açığın finansmanı ve özel sektörün kısa vadeli borçlarının döndürülmesi için yurtdışından gerekli finansmanın sağlanıp sağlanamayacağı. Yoksa kimse IMF kaynağı ile gariban KOBİ’nin ve işsizin fonlanmasını beklemiyor. Oysa bize göre yurtdışı piyasalarda 2009’un ikinci yarısıyla birlikte, son bir senede yaşanan finansal panik, büyük oranda yerini belli bir sükûnete bırakacak. Daha doğrusu deflasyon baskısı derinleşerek kapıya dayandıkça bankalar ya ellerindeki aktiflerini kredi olarak kullandıracak ya da bunların turşusunu kuracak. “Paranın turşusu olur mu?” demeyin. Ortalıkta görünmesini istemediğiniz, ele yâr olmasın diye sakladığınız her şeyin turşusu olur. Korkmayın, günlüklerimdeki turşu tariflerini sizinle paylaşmaya niyetim yok. Sadece IMF bahsi açılınca benim aklıma “Kimin turşusu kuruluyor?” sorusu takıldı.
Bu ortamda kamunun bir harcama yapması gerektiği, her ağzını açanın “Devlet yardım etsin” demesinden belli. Ancak kamunun gelirlerinin büyük bir erozyona uğrayacağı durgunluk ortamında kendisinden beklenen canlandırıcı ve “kurtarıcı rolü”nün Yeşilçam filmlerindeki türden olmaması için, hükümet ya para basacak ya bir şeylerini daha bulup satacak ya da borç alacak. Para basma ihtimalini, bir kenara attık. Durgunluk ortamında satılacak malın müşterisi de olmuyor, değerini bulmak da zor oluyor. Bu yüzdendir ki, nükleer santral ihalesine sadece bir konsorsiyum teklif verdi. Böylece ikinci opsiyon da kısmen gitti. Yine de “2B yasası” olarak bilinen ve “orman vasfını kaybeden arazilerin satışı”nı içeren yasal zemin oluşturulur ve buradan 20 milyar dolar civarında bir kaynak tedricen Hazine’ye akarsa, IMF kaynağına gerek kalmaz. Aksi takdirde, kamu harcamalarının piyasalar üzerinde borçlanma baskısı oluşturarak faizleri artırıcı etkisinin ortaya çıkmaması için IMF kaynağı -yani borç almak- anlamlı hale gelebilir.
Özel sektörün borcunu döndürmesine gelince, bankaların korkudan yerlere yatıp tepinmesini haklı çıkartacak bir gelişme şimdilik yaşanmadı. 2008’in son çeyreğinden beri büyük bankalar ve şirketler başarıyla kredilerini yenilediler. Bankaların finansal paniğinin biteceği 2009, çok daha iyi olacak gibi görünüyor.
Bankaların topladıkları fonları kullandırmak yerine üzerine oturmaktan mazoşist bir keyif alacağını varsayalım. Bu durumda da çok kısa bir zaman aralığında önce parayı “aşırı kullandırmak ve koşturmak”tan, ardından da “hiç kullandırmamak ve atıl bırakmak”tan birçok banka batmış olacak. Bu da kapitalizmin “kör talihi”ne altın harflerle yazılacak.
“Herkes tedbir alıyor, bir biz bekliyoruz” söylemi almış başını gidiyor. Bu büyük bir yalan. Aslında bu da bir strateji. Zira gerek dış talep gerekse kredi koşulları gibi sıkıştığımız alanlar bizim alacağımız tedbirlere değil, dış âleme bağlı. Bu yüzden ABD’de yeni Başkan Obama’nın açıklayacağı “paket”in mahiyeti, buna piyasaların vereceği tepki, halkın tüketim talebinin restore edilip edilemeyeceği gibi unsurlar belirleyici olacaktır.
Her şeye rağmen bir IMF anlaşması yapılacak gibi görünüyor. Türkiye’nin IMF ile yapacağı anlaşma artık beklenti olarak “satın alınmış” durumda. Bu aşamada anlaşmanın mimarisi, içereceği taze kaynak miktarı ve bunun kullanım öncelikleri ve kanalları, beklentileri şekillendiren önemli bileşenler olacaktır. Ancak hem dünyadaki gelişmeler ve ihtiyaçlar hem de içinde bulunduğumuz göreceli olarak iyi konum, Türkiye’nin IMF’ye “ezber bozduran ülke” olabileceğini gösteriyor. Böylece Türkiye taze kaynak elde ederken, IMF de ilk defa değişen küresel şartlara göre konvansiyonel duruşunu ve sahip olduğu neo-klasik paradigmayı revize etmiş olacaktır.
Ezberlerin başında, mali disiplin ile piyasalar için gerekli harcamalar arasında kurulacak denge arayışı var. Hükümetin “tedbir alması”na yönelik talepler sonunda bir kaynak kullanımına çıkarken, durgunluk ortamında kaynakların dengelenmesi de gerekiyor. Harcama ve desteklerde öncelik, elbette iç talebin canlandırılması. Ancak bunun ne kadarı kaynak kullanımı, ne kadarı güven tesis etmek ve istikrarı korumakla ilgili ona bakmak lazım.
Tek başına kredilerin yenilenmesi, şirketlerin düşen cirolarının oluşturacağı değer kayıpları ve beraberinde gelecek sermaye çıkışlarını telafi edecek cinsten değil. Dolayısıyla hedef, talebin ve satışların artırılması olmalı. Bunun için bütün ağırlık, kredi kanallarının açık tutulmasına, çeklerin kırdırılabilmesi için düzenlemelerin yapılmasına, vergilerin bir süreliğine ertelenmesine, KOSGEB yardımlarının miktarının artırılmasına, ödeme süreçlerinin hızlandırılmasına ve geri çağırma süresinin uzatılmasına verilmeli.
Yine durgunluk bu kadar net bir şekilde “geliyorum” derken, küresel kökenli bu kriz, gerek gelir dağılımının düzeltilmesi gerekse piyasa mekanizmasının iç talep lehine düzenlenebilmesi gibi bir süreci mümkün ve gerekli kılıyor.
Burada önemli bir stratejiye de dikkat çekmek gerekir. Zor dönemde kıt kaynaklarla devreye giren hükümet, kriz ortamı vesilesiyle, yapacağı yardımları gelişigüzel değil, zaten Türkiye ekonomisinde gerekli yapısal dönüşümü tetiklemek üzere etkin bir iktisat politikası aracı olarak kullanmak istiyor. Bu meyanda şirket birleşmelerinin vergi bazında teşvik edilmesi yolundaki adım son derece isabetli. İşadamları ağlamayı bırakıp bu tür sinyallere tutarlı tepki vermeli.
İç talebin artırılması için alınabilecek tedbirlerden bazıları ise şunlar: Gelir vergisi oranlarının ve sigorta primleri işçi payının bir yıllığına düşürülmesi, yerli malı kullanımına vergi teşviki getirilmesi, en düşük gelir diliminde olan tüketicilere seyyanen devlet yardımı yapılması vb.
Öte yandan hükümetin herkesi kurtarma gibi bir imkanı yok. Keza yaşanan sorun, büyük oranda kaynak akıtılarak değil, güven ortamının restore edilmesiyle çözülecek cinsten.
Sonuç olarak mali disiplinin, kamu finansal dengelerinin, genel olarak bankacılık sisteminin oldukça sağlam olduğu ve iyi işlediği, bankaların ve reel sektörün de sendikasyon kredilerini büyük oranda yenilediği bir ortamda, kamunun aldığı tedbirlerle belirsizlikleri azaltıp güveni artırabilmesiyle, iç talep yılın ikinci yarısında hareketlenebilir. Böylece Türkiye krizden göreceli olarak en önce çıkan, bu nedenle de fırsatlar anlamında diğerlerinden “ayrışacak” bir ülke olabilir. IMF’ye ezber bozdurmanın mimarisi işte budur.
Paylaş
Tavsiye Et