TÜRKİYE’DE, lafa geldiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset üzerindeki müdahalesinin varlığını kabul etmeyen ve bu durumdan şikayet etmeyen kesim yok gibi. Fakat iş ciddiye bindiğinde, örneğin devletin ve ordunun sert çıkışlar yaptığı anlarda, askerden rahatsızlığını aynı kesinlikle ve kuvvetle dile getirenlerin sayısı yoklar mesabesine iniyor. Böyle durumlarda devletin baskısından ya da kurumların sınırlarını aştıklarından söz edenler, ancak baskıya/müdahaleye maruz kalanlar oluyor ki bu da her zaman ve herkes için geçerli değil. Son günlerde bunun pek çok örneğini yaşadık.
Aktütün Karakolu’na PKK’nın yapmış olduğu saldırıyla alakalı olarak Taraf gazetesinde çıkan haberler ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un bu haberler üzerine yapmış olduğu sert çıkış, bu anlamda dikkat çekici bir örnek. Genelkurmay Başkanı, kamuoyunca oldukça sert bulunan açıklamasında “herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya” davet etti.
Genelkurmay Başkanı’nı bu açıklamayı yapmaya iten olaylar herkesin malumu. Özetle Taraf gazetesi, PKK’nın Aktütün saldırısına ilişkin aylar öncesinden ilgili kurumlara istihbaratlar gelmesine karşın, gerekli önlemlerin alınmadığını ve bu konuda -en hafifinden- bir ihmalin bulunduğunu iddia ediyor.
Genelkurmay Başkanı yapmış olduğu konuşmada, bazı medya kuruluşlarını “terör örgütünün yaptığı eylemleri başarılı göstermek” ve “akan ve akacak olan kanın sorumluluğuna ortak olmak”la itham ediyor. Elbette devlet sırlarının sızdırılması ve terörist eylemleri savunmak suçtur ve böyle bir eylemde bulunanlar için de gerekli yasal işlemler uygulanmalıdır. Bu konuda herhangi bir sorun yok. Fakat bunu öncelikle ifade edecek ve gerekli yasal işlemleri başlatacak olan, devleti yöneten sivil idaredir. Aynı sivil idare, söz konusu “ihmal” iddialarının araştırılıp aydınlığa kavuşturulması ve sorumlu bulunanlar hakkında gerekli işlemlerin yapılmasıyla da yükümlüdür. Ancak yaşadığımız örnekte, bir devlet kurumu, kendisine yöneltilen iddialar karşısında haddini aşan, kendisini devletin yerine koyan bir üslupta açıklamalar yapıyor ve herkesi “doğru yerde olmaya” davet ediyor.
Neresi o doğru yer? Zamana, zemine ve konusuna göre değişen bir yer mi? Hangi yerin doğru, hangisinin yanlış olduğunu da ancak ve ancak herkesi “doğru yerde olmaya davet edenler” bilirler. Gerekli gördükleri zamanlarda yaptıkları açıklamalarla da bu doğru yer konusunda hepimizi aydınlatıyorlar (bu nedenle kendilerine teşekkür borçluyuz!). Dolayısıyla herhangi bir olayda ya da tartışmada doğru bir yerde konumlanıp konumlanmadığımızı ancak onlar konuştukları ya da eyledikleri zaman anlayabilme ve belirleyebilme şansına sahibiz. (Örneğin, geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet anısına yapılan bir müsabakada derece kazanan “başörtülü” bir genç kızımıza ödülünün, diğer ödül alanlar gibi komutan tarafından verilmemesi, -genelleme yapmamıza izin varsa eğer tabii ki- bir başka alandaki doğru yerin farklı olabileceğini gösteriyor.) Aksi takdirde ömrümüzü, doğru yerde olup olmadığımıza ilişkin acabalarla geçirmek durumunda kalıyoruz.
İşin daha da ilgi çekici yanı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Başbuğ’un konuşmasına yönelik tepkilere de bir anlamda cevap veren çıkışıydı. Ne demişti Başbakan? “…Biz haklıyız ve doğru yerdeyiz. Gerisini yanlış yerde duranlar düşünsün.” Bu ne demek şimdi?
Hepimiz öğrenci olduk. Sınıf başkanının, boş geçen derslerde ya da öğretmenin henüz derse girmediği anlarda yaramazlık yapan öğrencilerin numaralarını yazdığı kara tahtaları, hemen hepimiz hatırlarız. Başbakan’ın sözlerinin, bu tür bir tablo karşısında, öğretmen ya da görevli eğitimci sınıfa girdiğinde, bir şekilde cezalandırılması muhtemel öğrenciler arasında kendisinin numarasını görmeyen öğrencinin söyleyebileceği sözlerden hiçbir farkı yok. Ancak Sayın Erdoğan, o sınıfın bir öğrencisi değil, öğretmeni olduğunu unutmuşa benziyor!
Varsın unutuversin. Bugün “yaramazlar listesi”nde olmadığı için sevinedursun, kendisini listeye yazmadığı için “sınıf başkanı”nı hararetle savunadursun; yarın ismini -geçmişte pek çok kez olduğu gibi- “kara tahta”da gördüğünde nasıl bir tavır sergileyecek acaba?
Genelkurmay Başkanlığı ile Başbakanlık arasındaki bu paralelleşmenin ve yakınlaşmanın bir başka örneği daha var. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Bakanlar Kurulu’na terör konusunda brifing verme teklifinde bulunuyorve Başbakan da bu teklifi kabul ediyor. Neticede Başbuğ kurmaylarıyla birlikte Bakanlar Kurulu’nu terör konusunda bilgilendiriyor. Brifingde nelerden bahsedildi, terör konusunda ne tür bilgiler verildi, hangi önlemlerin alınması durumunda terörün engellenebileceği ifade edildi, bilemiyoruz. Bu konuda basına yansıyan bazı noktalar olmakla birlikte, Başbakanlık tarafından yapılan açıklamada söz konusu haberler yalanlandı.
Bu noktada elbette, devletin kurumları arasında uyumlu bir çalışma ortamı ve işbirliği olduğundan söz edebiliriz. Nitekim konu ile ilgili yapılan pek çok yorumda bu türden değerlendirmelerle karşılaşıyoruz. Elbette “terörle mücadele”yi bir imtiyaz olarak gören ve üstlenen, “kendinden başka hiçbir devlet kurumuna güvenmeyen”, devletin özellikle de sivil kesimlerini ikinci planda bırakan daha önceki yaklaşımlar yerine bu türden işbirliklerinin öne çıkması önemsenmelidir. Bu anlamda, özellikle yeni Genelkurmay Başkanı ile birlikte Türkiye’de önceki dönemde pek görülmeyen ve alışık olunmayan tarzda yeni ve değişik adımların atıldığını görüyoruz. Önemsenmesi fakat aynı oranda da dikkatle takip edilmesi gereken adımlar bunlar.
Ancak yine de bu uygulamayı, sadece kurumlar arası uyumlu bir çalışma ortamı olarak görüp geçmek ne kadar doğru? Bu girişimin daha başka ve önemli sonuçları olmayacak mı?
Türkiye’nin bu türden meseleleri görüşmek ve bilgi alışverişinde bulunmak için yasal zeminleri, MGK gibi kurulları var. Konuyla ilgili bakanlar ve kurumların sorumluları bu kurulda bulunuyor ve gerekli bilgilendirmeler buralarda rahatlıkla yapılabiliyor. Öyleyse neden özellikle Bakanlar Kurulu’na brifing verilme ihtiyacı hissediliyor? Daha da önemlisi, bu ihtiyacın hissedilmesi ve dillendirilmesinin Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılması. Başka bir deyişle, bu ihtiyaç ve talep Başbakan tarafından yapılmıyor.
Bu, elbette Genelkurmay Başkanlığı’nın 28 Şubat sürecinde medyaya, iş dünyasına ve bürokrasiye verdiği brifinglerden hem muhteva hem de şekil açısından farklılıklar taşıyor. Ancak neticede TSK’nın belli bir konudaki fikirlerinin daha önemsendiği, öncelendiği ve benimsendiği ortak bir nokta olarak gözüküyor.
Bakanlar Kurulu’na verilen brifingde neler konuşulduğunu bilmiyoruz elbette. Başbuğ ve kurmaylarının belli konularda uyarılarda bulunduğu, bilgiler verdiği, tavsiyeler yaptığı basına yansımışsa da, daha sonra Başbakanlık tarafından bütün bu bilgilerin yanlış olduğuna ilişkin bir açıklama yapıldı. Peki ama neden böyle bir açıklama yapma ihtiyacı duyuldu ve neden Başbakanlık tarafından yapıldı?
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, göreve geldiği andan itibaren yeni tarzda bir Genelkurmay Başkanlığı yapacağının işaretlerini veriyor. Başbuğ, iç ve dış meselelerde daha aktif bir rol alıyor. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakır’a gidip “sivil toplum kuruluşları” ile yapmış olduğu görüşmeler de bu aktif rolün bir parçasını oluşturuyor. Hükümeti/sivil idareyi hedef almadan, memleket meselelerine ilişkin yapmış olduğu çıkışlar, bu yeni “halkla ilişkiler” siyasetinin bir parçası.
Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz aylarda Harp Akademileri’nde yapmış olduğu konuşmada, ülkedeki tartışma gündemlerinin neler olması ve nasıl tartışılması gerektiğine ilişkin yine buyurgan bir üslupla görüşlerini dillendirmişti. Aktütün saldırısı sonrasında bazı medya organlarına yönelik açıklamalarında da aynı sert ve buyurgan üslubunu ve yaklaşımını görüyoruz. MGK gibi anayasal kurulların varlığına karşın, -Başbakan’ın ya da ilgili kurumların ve bakanların bilgilendirilmesi yetmiyormuş gibi- Bakanlar Kurulu’nu bizzat kendilerinin bilgilendirme arzuları da yeni dönemde “aktif bir Genelkurmay Başkanı” portresi çizme isteğinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Bütün bu uygulamalar, elbette daha uyumlu, sorumlulukları ortak üstlenen bir devlet zirvesi görüntüsü sunuyor. Fakat aynı zamanda, söz konusu tablonun TSK’nın devlet işleyişindeki ve siyasetlerin belirlenmesi ve uygulanmasındaki müdahalelerinin meşru bir zeminde yürütülmesine imkan verdiği, başka bir deyişle, sürekli şikayet edilen “askerin siyaset üzerindeki vesayeti”ne de meşruiyet sağladığı söylenemez mi?
Hele hele, herkesi “doğru yerde bulunmaya” davet eden Genelkurmay Başkanı’nın davetine “Biz doğru yerde bulunuyoruz, yanlış yerde olanlar düşünsün” söylemiyle icabet eden Başbakan Erdoğan’ın muhafazakâr gelenek-devlet ilişkisinde öngörülen uyum siyasetlerine denk düşen refleksleri ve söylemleri bu meşruiyeti daha da perçinlemiş olmuyor mu?
Paylaş
Tavsiye Et