TÜRKİYE’NİN “küreselleşme kalitesi”, meşhur “krizin teğet geçmesi” meselesi üzerinden okunabilir. Küresel kriz sürecinde Türkiye’de iç içe geçmiş birtakım karmaşık süreçler yaşandı:
1. Türkiye büyümenin finansmanında ve ticarette dünya ekonomisine ileri düzeyde eklemlendi. Bu yüzden mevcut küresel krizden etkileniyor olması son derece tabii. Türkiye’nin ihracatı milli gelirinin %17’si, ithalatı ise %27’si düzeyinde. Bilhassa ithalatın milli gelir içindeki payı, “ileri düzeyde” bir entegrasyonun işareti. Keza 2006-2008 arasında GSYH’nin %5,6’sı mesabesinde dalgalanan cari açık da ülke ekonomisinin bir kırılganlığı olarak tezahür ediyor. Türkiye, bu dönemde büyümesini finanse edebilmek için GSYH’sinin %3’ü ile %3,5’i arasında bir doğrudan yabancı sermaye yatırımı; yine 2008 yılında da milli gelirinin %6’sı kadar borç yaratan dış kaynak çekti. Olumlu yönden bakmak gerekirse, Türkiye’nin son üç-dört senedir dışarıdan çektiği kaynak, ağırlıklı olarak “borç oluşturmayan” kategoride yer alıyor. Borç oluşturan kategori ise oldukça uygun vade ve maliyetle elde edilebiliyor.
Buna rağmen gerçek şu ki, her iki kanaldan da Türkiye şimdilik dışarıya net kaynak transferine maruz kalıyor. Yani Türkiye bugün itibarıyla dış ticaretten zarar ediyor; kullandığı dış kaynaklar üzerinden faiz ya da kâr olarak dışarıya büyük bir refah transferi gerçekleştiriyor. Ekonomisinin büyüklüğüne göre ele alındığında, dışarıya net servet transferinde Türkiye diğer yükselen piyasa ekonomilerinden açık ara daha iyi bir konumda olsa da, esas olan, büyüyen Türkiye’nin zenginliklerini ve artan refahını içeride tutabilmesidir.
Dünyada işler yolunda giderken Türkiye’nin ekonomisi büyüyordu. Ne var ki kriz döneminde bu büyümenin uzun vadeli kalkınma hedefleri açısından mimarisi etkinlikle kurgulanıp oturtulana kadar, cari açık ve kısa vadeli borçlar şeklindeki yan etkiler de derinleşecektir.
2. Mevcut şartlar altında Türkiye’nin alacağı tedbirlerle ne dünyadaki gelişmeleri olumlu yönde etkileme gücü ne de iç piyasasını bütünüyle koruma şansı var. Bu yüzden “küresel krize, küresel çözüm bulunması gerektiği” yönündeki değerlendirmelere katılmamak elde değil.
3. Kriz öncesindeki Türkiye ekonomisinin “kırılganlıkları”nın kriz ortamında ya azaldığı veya ortadan kalktığı, ya da başka sorunların gölgesinde kaldığı görülüyor. Örneğin kriz öncesinde Türkiye cari açığı, direnen enflasyonu, aşırı değerli parası, yüksek faiz oranları, özel sektörün kısa vadeli borçları gibi birtakım nedenlerle “riskli ülkeler” grubuna yerleştirilirken, krizin derinleşmesiyle birlikte dünyada devletler büyük oranda “risk düzeyi”nde, yani dipte eşitlenmiş oldular.
4. Krizin birinci dalgasını Türkiye göreceli olarak “hafif sıyrıklar”la atlattı. Zira birinci dalgada finans sektörü ve kamu maliyesi göstergeleri merkezde yer aldı. Bu aşamada kamu ve bankacılık kesimindeki sağlam göstergeler nedeniyle Türkiye küresel krizde göreceli olarak “ayrıştı”. “Teğet geçme” sözü de buradan geliyor ve o aşama için doğruydu.
5. Ancak şimdi dünya ve Türkiye reel sektörü etkileyen ikinci dalganın ortasından geçiyor. Soru şu: Krizin bütün ülkeleri vurduğu doğru da, Türkiye neden reel ekonomisi en çok etkilenen ülkelerin başında geliyor? Şöyle ki, 2009 yılının ilk iki ayında üretim %20 civarında daraldı; ihracat 2009’un ilk üç ayında %25’ten fazla geriledi; Ocak ayı itibarıyla resmî verilere göre %15,5’i bulan işsizlik oranıyla Türkiye, Güney Afrika’dan sonra İspanya ile birlikte bu alanda dünya ikincisi oldu. Keza Türkiye, 2008’in son çeyreğindeki %6,2’lik küçülmesiyle de Tayvan’dan sonra dünya genelinde ikinci sıraya yerleşti. Eğer bu hasar kontrol edilemez ve uzun sürerse, gelecek dönemde bunun maliyeyi ve finans sektörünü aşağı çekmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiye, dünyada işler yolunda giderken cari açık ve özel sektör borçları gibi nedenlerle sıkıntıya girerken ve büyüme istihdama yeterince yansımazken, dünya ekonomisinde mevcut kriz gibi sorunlar ortaya çıktığında da reel ekonomisi en derinden etkilenen ülkelerin başında geliyor.
Aslında her iki durumda da sorun aynı: Türkiye, benzer “yükselen piyasa ekonomileri” gibi dünyaya fasonik, yani tedarikçi bir üretim zinciriyle entegre olmuş durumda. Her zaman parayı “iş veren” kazanır, “iş alan” ise kaderine razı olur. İyi dönemlerde kazanamadığı gibi, kötü dönemlerde de zincirin en zayıf halkası olarak işini ilk kaybeden olur. Halihazırda yaşadığımız üretim-istihdam-ihracat-büyüme kaybının kısa hikayesi işte budur.
Bu verilerden hareketle, Türkiye’nin çıkış yolu şu beş alandaki dönüşümden geçiyor:
1. Türkiye, üretimini yüksek katma değerli ürünlere kaydıracak bir sanayi dönüşümünü başarmalıdır.
2. Tüketimde ve borçlanmada “Küçük Amerika” özentisi olmaktan uzaklaşmalıdır. Ulusal tasarrufları arttıracak her türlü tedbir, teşvik ve yasal ortam geliştirilmelidir. Bu meyanda finansal araçların çeşitliliği, kolay ulaşılabilirliği, getirisi, riskliliği ve dinî meşruiyeti de son derece önemlidir
3. Dünyanın fason üretim cenneti ya da kısaca “küçük Çin” olmak gibi stratejilere de kulak asmamalı, kendi markalarını oluşturup ürünlerini bu markalar adı altında dünyaya satmalıdır.
4. Türk müteşebbisi üretim ile pazarlamayı birleştirmeyi öğrenmelidir. “Satılmayan mal zayi olur” ve “Gidemediğin pazar senin değildir” ilkeleri mucibince dışa açılmada etkin ortaklık ve işbirliği modelleri ve projeleri geliştirilmelidir.
5. İşgücü dönüştürülmeli, istihdam deposu sektörler tanımlanmalıdır. İstihdamda hizmet sektörü, sanayinin açık ara önünde gitmektedir. Bu alanda ise Türkiye’ye “amele” değil nitelikli eleman gerekecektir. Şimdilik zincirin en zayıf halkalarından birisi bu noktadır. Diğer ikisi enerji ve tasarruf açığıdır.
Krizin Türkiye’yi teğet geçmediği aşikâr. Bunu yukarıda verilen “hasar rakamları” ve ekonomi programındaki revizyon da gösteriyor. Öte yandan alınan tedbirlerin işe yarayıp yaramadığını, geçmiş birkaç ay değil gelecek birkaç ay gösterecektir. Peki, tedbirler çok daha önce alınsaydı mevcut zararlar engellenebilir miydi? Hayır. Öte yandan tedbirler zaten çok önceden alındığı halde bir yandan halka anlatılamadığını, diğer yandan da ideolojik nedenlerle insanların bunlara kulak tıkadığını belirtmek gerekir.
Ayrıca bir kısım tedbirler için beklenmesi, “neyin mümkün, neyin imkansız ve önceliklerin neler olduğu”nun anlaşılması açısından da isabetli oldu, alınan tedbirler direkt damardan girdi. Yoksa medyası olan ve en çok bağıran parayı alıp gidecek, yangından her zamanki gibi ilk kurtarılan onlar olacaktı.
Paylaş
Tavsiye Et