Konuşanlar: Ali ASLAN- Ebru AFAT
Avrupa Birliği ve toplumdan gelen taleplerin neticesinde 1990’lardan bu yana Türkiye Cumhuriyeti, hem içeride hem de uluslararası alanda kendisini yeniden düzenlemek ve inşa etmek zorunluluğuyla karşı karşıya. Bu süreçte, devletin ve toplumsal aktörlerin önünde çözüm bekleyen en önemli problemlerden birisi de Kürt meselesi. Tek parti döneminde silah kullanılarak bastırılan, Soğuk Savaş döneminde siyasi yelpazenin solunda kendisine bir yer edinen Kürt hareketi, 1980’lerin ortalarından itibaren direkt olarak Türkiye’deki siyasi rejimi hedef alan silahlı ve siyasi bir harekete dönüştü. Devlet bu talebe nasıl yanıt verdi, Kürt hareketinin ortaya çıkışında ve gelişiminde neler yaşandı, AK Parti ile başlayan süreçte devletin tavrında bir değişiklik oldu mu, sorunun çözümünün önünde ne tür engeller var gibi soruların ışığında Kürt meselesini, bölgeyi yakından tanıyan yazar ve yayıncı Ümit Fırat ile masaya yatırdık. Bingöl/Kiğı doğumlu Fırat, yükseköğrenimini Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde tamamladı. 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. 1990’larda Yeni Demokrasi Hareketi’ne katıldı. Halen Serbesti dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapan Fırat, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin de yönetim kurulunda yer alıyor.
Kürt sorununun sadece çözümü değil, ne olduğu üzerinde de bir tartışma var. Kürt sorunu askerî bir sorun mu, yoksa siyasi bir sorun mu?
Bu meselenin askerî bir mesele olmadığını yıllardır anlatmaya çalışıyoruz. Bu, temel olarak siyasi bir mesele. Türkiye’nin siyasi şekillenişiyle, 1920’li yılların başlarında tercih edilen sistemle birlikte ortaya çıkmış bir mesele. Nedir bu siyasi mesele? Türkiye bir ulus-devlet olarak kuruldu. 1920’lerde şekillenen yeni devletin bir ulusu olmalı dediler. Osmanlı’nın ulusu yoktu, çünkü emperyal bir devletti; bütün bir camianın, Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi tebaanın devletiydi. Osmanlı’nın sonunda ortaya çıkan siyasi elitin zihninde ise modern devletin bir ulusa dayanması fikri vardı. Böyle bir siyasi tercih yapıldı. Çünkü Müslüman olmayan azınlıklar ya imparatorluktan koptular ya da nüfus mübadelesiyle ülkeden ayrıldılar. Geride kalan Müslüman olmayan azınlıklar da -Süryani, Yezidi, vs.- görmezden gelindi. Bunun dışında Müslüman toplumun tümü Türkleştirilmek istendi. Buna karşılık isyanlar oldu. Bu süreçte epey kan döküldü, mal kaybı oldu. Fakat devlet bölge halkını Türkleştirmeyi başaramadı. Ama Kürtlerin Türkiye’nin herhangi bir yerinde barınmaması, yaşamaması gibi özel bir politikaları olmadı. Kürtler bu ülkeye kimliklerini koruyarak entegre oldular. Batıda işadamı da oldular, sivil toplum kuruluşlarında da çalıştılar, askeriyede ve devlet kurumlarında da görev aldılar. Bu anlamda bir asimilasyon gerçekleşemedi. Zaten asimilasyon politikalarının önemli bir kısmının tutmadığını görüyoruz. İnsanlar demokrasilerde haklarını özgürce talep ederler ve eğer bu talepler karşılanırsa hiçkimse silaha başvurmaz. Bu nedenle 1984’te de PKK silahlı bir mücadeleye başvurdu. Tabii ki bu, Kürt meselesinin boyutlarından birisi. Ama dediğim gibi mesele daha çok siyasi bir mesele.
PKK’nın ortaya çıkışı ve yükselişine baktığımız zaman o dönemde başka Kürt hareketlerinin de olduğunu biliyoruz. PKK’nın diğer Kürt hareketlerini tasfiyesi nasıl gerçekleşti?
Kuruluşunun ilk yıllarında PKK bütün totaliter siyasi partilerde olduğu gibi rakiplerini temizleme ve sindirme çabası içinde oldu. 1970’lerin ikinci yarısında, diğer sol Kürt gruplarla da, muhafazakâr eğilimli Kürt gruplarla da silahlı çatışmalara girdi. Bu çatışmalarda birçok insan hayatını kaybetti. Ama 1980’lere gelindiğinde esas olarak zaten 12 Eylül rejimiyle birlikte bastırılmış, sindirilmiş bir siyasi yapı vardı ülkede. İnsanların bir kısmı hapisteydi, bir kısmı da köyüne kaçıp susmak zorunda kalmıştı. Böylesi bir ortamda PKK diğer grupları bertaraf etti, bölgede bir otorite kurdu ve bu yapı devamlılık gösterdi. Devamlılık gösterince de toplumda kökler buldu. Geleceğe dair birtakım hedefler koyabildi. Bölgede bu gidişata bir biçimde “dur” demek gerekiyordu. Bölge halkı böyle bir silahlı hareketi kalıcı olarak kabul etmeye başladığında, hatta giderek devletin kurumlarının ondan çekinir noktaya geldiklerini gördüğünde, örgüte destek çıkmaya ve PKK’ya bir bağlılık duygusu geliştirmeye başladı. Hatta öyle ki 90’ların başında bölgedeki sivil ve askerî yetkililer, PKK’nın siyasi otoritesini kabullenmek durumunda kaldılar. Zamanla bölgede tek otorite haline gelen örgüte yönelik gerçek bir halk desteği ortaya çıktı. Otoritesi şiddetten çok, vaat ettiği daha iyi bir geleceğe ve umuda dayalı olmaya başladı.
PKK’nın ortaya çıkışı ve gelişiminde, devlet içerisinden bazı grupların diğer gruplara karşı, bir şekilde PKK’yı desteklediğine ilişkin iddialar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Devlet içerisinde PKK’nın ortaya çıkışını iyi bir fırsat olarak değerlendiren bazı odaklar var. 1984 yılı Türkiye’nin sivil bir siyasete doğru yöneldiği bir dönem. 1983 sonlarında seçimler yapıldı ve Turgut Özal’a, Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından başbakanlık görevi verildi. Ardından da Özal belediye seçimlerine gitti. 1984 Mart’ında belediye seçimleriyle birlikte Türkiye’nin önünde bir sivilleşme hedefi gözükmeye başladı. Aynı yıl, PKK’nın ortaya çıkıp çatışmaya başlamasıyla birlikte, o gün belki öyle görmemiştik ama, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin milleti bastırma ve iktidara el koymanın ötesinde, bir “misyon”u daha ortaya çıktı. Bu da Doğu ve Güneydoğu’da yeni bir “vatan savunması” misyonuydu.
Bu dönemde Türkiye bir uluslararası tercih yaparak AB üyeliği üzerinden Batı’ya entegre olmaya karar verdi. Bu tercihin gerektirdiği reformlar ve sivilleşme, statükoyu savunan güçlerin tasfiyesi olarak düşünülüp önlenmeye çalışıldı. Bu çaba kapsamında en büyük malzeme de PKK’dır. Mesela 1993 ilkbaharında PKK dosyası kapanmak üzereydi. Ama her nasılsa 33 silahsız asker 24 Mayıs günü kurşuna dizildi. Sorunun çözümünde bir daha da o noktayı yakalayamadık.
Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanmasını bu noktada nasıl değerlendirmek lazım?
Öncelikle, Abdullah Öcalan ordunun bir operasyonu sonucu yakalanmadı, Öcalan’ı “birileri” Türkiye’ye teslim etti. O zaman Öcalan’a bazı vaatlerde bulunuldu. Sen bu çatışmayı sona erdir, militanlarını geri çek, kısa bir süre içerisinde biz de birtakım yasal düzenlemelerle sizin statünüzü değiştirelim, iyileştirelim türünden vaatlerdi bunlar. 1999, Türkiye’nin bu meselede kesin bir tercih yapıp, artık o tercih doğrultusunda hareket etmeye başladığı yıldır. O dönemde birtakım reformlar yapıldı. Anayasa’dan idam cezası kalktı. Kürtçenin kullanımındaki bazı yasal engeller ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Ama örgüte yönelik, PKK’lıların dağdan indirilmesi ve Öcalan’ın konumuna ilişkin birtakım vaatler, bana öyle geliyor ki tutulmadı. Bu da PKK’da bir hayal kırıklığı yarattı. 28 Şubat’a rağmen 1999 ile 2004 arasında askerî cenahta bir duraklama oldu; ama daha sonra birtakım provokasyon ve operasyonlarla bölge giderek yeniden savaş alanına çevrildi.
1 Mart 2003’teki Tezkere Krizi’nin bir rolü oldu mu bu gelişmelerde?
1 Mart 2003 bir faktör. Buna ek olarak, AK Parti hükümetinin ortaya çıkışıyla birlikte, orduda mevcut düzenin devamından yana olan güçlerde de bir tedirginlik doğdu. AK Parti’nin seçilmesiyle birlikte Türkiye’de bir şeylerin önünü kesme ihtiyacı ortaya çıktı. Kasıtlı bir şekilde, 2003 ve 2004’te PKK militanlarının üzerlerine gidilip operasyonlar düzenlendi.
1999’dan sonra PKK’lıların çoğunun Kuzey Irak’a gittiği söylenmişti. 2003’ten sonra bunlar geri mi geldiler?
Hayır. PKK’lıların bir kısmı zaten buradaydı. Bunu nereden mi biliyoruz? 1999 yılında Abdullah Öcalan bütün güçlerine Türkiye’yi terk etmesi çağrısını yaparken, 2000 yılının Eylül ayında Öcalan ile görüşen bir askerî yetkili, PKK’nın bütün birliklerinin çekilmemesi gerektiğini, başkalarının onların yerini doldurabileceğinden endişe ettiğini ifade etti. Anlaşılıyor ki bazı PKK’lılar gitmemiş, burada yedekte bekletilmiş. 2003-2004’ten itibaren o kalanlara yönelik askerî operasyonlar yeniden gündeme geldi. Daha sonra AK Parti’nin AB üyelik sürecini hızlandırmasıyla birlikte çatışmalar yeniden başlatıldı.
PKK tarafında da sorunun çözümünü kendi pozisyonlarını korumak adına istemeyen birileri yok mu?
İdeal olarak hiçbir PKK’lı her an öldürüleceği kuşkusuyla yaşamak istemez. Dolayısıyla daha güvenli yaşamak, geleceğe dönük planlar, hayaller kurmak ister her insan gibi. Düşünün bu insanlar 30 yıldır dağlarda yaşıyorlar. Bu insanlar sosyal hayatın içinden gelmiyorlar. Buna bir çare bulmak lazım. Sadece af çıkarıp dağdan indirmek yetmez. O insan bir şeyden kaçıp gitmemiş ki oraya, bir şeyleri değiştirmek için gitmiş. Dolayısıyla başka bir gelecek vaat etmek lazım bu insanlara. Ancak bu şartlar sağlandığında PKK savaşmayı bırakır.
Buradan DTP ile PKK arasındaki ilişkiye geçelim. DTP, PKK ile arasına mesafe koyabilir mi, böyle bir şey mümkün mü?
Çok zor. PKK’nın inşa ettiği bir siyasi zemin üzerine kurulan bir parti, PKK ile arasına mesafe koyamaz. Sadece DTP değil, önceki partilerin de durumu aynıydı. PKK’nın otoritesi mutlak bir otoritedir. PKK’nın çizdiği sınırlar içerisinde DTP’nin sivil siyaset alanı vardır. Dağa çıkmayanlar, oraya ters düşemez. Tabii ki DTP içerisinden PKK camiası üzerinde etkili olabilecek sivil şahsiyetler çıkabilir. Ama biraz devlet, biraz da PKK izin vermedi böyle bir gelişmeye. Bu çizgideki partilerin sürekli kapatılmaları kurumsallaşmayı önlüyor, sivilleşmenin önünü kesiyor. Mesela DEHAP’ta bir kurumlaşma söz konusuydu. DEHAP’ın yöneticileri, DEHAP’ın geleceğine dair aday belirlenmesinden tutun da çeşitli parti kararlarına kadar inisiyatif aldılar. 2004 belediye seçimlerinde başarı sağlayamasalar da, partiyi yönetmekte oldukça başarılıydılar. Her konuda Kandil’den ya da İmralı’dan gelen talimatlar üzerine hareket etmediler. Bu onlara bir siyasi manevra alanı sağladı. 2004 seçimlerinden kısa bir süre sonra Öcalan’ın, avukatlarına yeni bir parti kurulması talimatını verdiğini biliyoruz. Öcalan partinin kuruluş sürecini de adım adım izledi; kimlerin katılacağına ve yöneteceğine dair tespitlerde bulundu. Bu sebeple DTP’de öyle bir kurumlaşma eğilimi pek göze çarpmadı. DTP, DEHAP’ın yapısından biraz farklı kuruldu. Siz vitrinde Ahmet Türk’ü görürsünüz genel başkan olarak; ama parti kararlarının alınmasında ve uygulanmasında başka yöneticiler etkindir. Kurulan diğer partiler -HEP, DEP, HADEP- ile karşılaştırıldığında DTP, belki de PKK’dan otonomi anlamında en zayıf noktada bulunan partidir.
DTP’li vekillere yönelik son soruşturma kararına baktığımızda, PKK ile daha yakın ilişki içerisinde olan vekillere karşı yapılmış bir operasyon gibi gözüküyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devlet ya da güvenlik güçleri, bu operasyonla PKK ile DTP’nin bağlarını koparmayı başarabileceklerini düşündüler herhalde. Tersine o bağlar daha da güçlenir, daha güçlü halkalar oluşturur; çünkü dışarıdan müdahaleler her zaman ters sonuçlar verir.
Tamamen PKK’dan bağımsız bir siyasi Kürt hareketinin çıkma imkanı yok mu?
Geçmişte vardı ama şu an için yok. Bu gruplar 1980 öncesinde zaman zaman Kürt toplumu üzerinde etkin politikalar yürütmüşlerdi. 1977 yerel seçimlerinde Diyarbakır’dan, Ağrı’dan bağımsız belediye başkanları olarak seçildiler, Kürt kimliklerini öne çıkararak. Keza 1977’de genel seçimler oldu. Mardin’den Nurettin Yılmaz, CHP lideri Bülent Ecevit o sırada onu listeye koymayacağını belli ettiğinden, bağımsız aday oldu. Mardin’den iki milletvekili çıkaracak kadar oy aldı. Bu, bilinçli bir şekilde Kürt kimliğini savunan insanların verdikleri oyların bir neticesiydi. Seçim kampanyasında müthiş hadiseler de oldu. Çocuğunu kurban etmek isteyen insanlar çıktı Mardin köylülerinden. Ama bunlar partileşip büyük bir yasal güç haline gelemediler. 12 Eylül geldi ardından. 12 Eylül sonrası ortaya çıkan hukuk çarpıklığı, rejime muhalif olan partilerin sürekli kapatılmasına ya da ağır baskılara maruz kalmasına neden oldu.
Kürtlerin çok önemli bir kısmı da bir Kürt partisi yerine, kendi bireysel geleceğini merkeze alarak, “Türkiye’nin geleceğinde ben de varım” diyebilmek için, tek bir Kürt partisini çok sağlıklı bulmayıp entegre olmayı tercih etmeye başladı. AK Parti bölgede DTP’den fazla oy aldı; ama bunu iyi değerlendiremedi. Temmuz 2007 ile Mart 2008 arasındaki o yedi-sekiz aylık süreyi iyi kullanamadı. PKK’nın ve DTP’nin kan kaybettiği bir dönemde, bir askerî operasyona izin vermekle bunların yeniden güçlenmesine yardımcı oldu.
AK Parti’nin Kürt sorununda devletçi bir söylemle demokratik bir söylem arasında gelgitler yaşadığını görüyoruz. Bu gelgitlerin bir mantığı var mı?
AK Parti’nin mantığı biraz siyasi geçmişiyle bağlantılı. AK Parti kurulurken ve ardından Türkiye’de hükümet olurken, reformist bir parti olarak tanımlamadı kendisini. AB üyeliğinin AK Parti’nin kuruluşunda çok önemli bir hedef olduğunu görmedik. Süreç içerisinde AB üyeliği önem kazandı; çünkü AK Parti’yi meşru sayan tek uluslararası otorite AB’ydi. AK Parti Türkiye’de hâlâ tam anlamıyla meşru görülmüyor. Ağzıyla kuş tutsa, Abdullah Gül’ün eşinden sıkılıyorlar, onun bulunduğu yere de gitmiyorlar. Parlamentoya da DTP’liler var diye gitmiyorlar öbür taraftan. Bu noktada AK Parti yalpalıyor tabii.
Ayrıca AK Parti hükümet olduğunda bazı problemleri kucağında buldu. Bazı politikaları kendi iradesi dışında uygulamak zorunda olduğunu hissetti. Bir de tabii AK Parti’nin kendi içerisinde de çok sıkı devletçiler var. Onların da süreçlere etkisini hesaba katmalıyız. Düşünün, AK Parti Genel Başkanı’nın Danışmanı ve Özel Kalem Müdürü’nün, Ergenekon’un sıkı elemanlarından birisi olduğu ortaya çıkıyor. O adam oraya yerleştirilmiş. Bu kadar vahim bir noktada dahi Başbakan kalkıp “ben bu hatayı yaptım, acaba başka ne hatalarım var?” diye bir durum değerlendirmesine girmiyor. Kendinden emin, “ben doğruyu yaparım” havasında. Parti içinde bir tane Turhan Çömez yok ki, Turhan Çömezler var; mesela hükümette Başbakan’ın en yakınında duran Cemil Çiçek. 28 Ağustos 2007’de bu hükümet kuruldu ve Çiçek, İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı yapıldı. İnsan haklarına karşı duruşu gayet açık olan, devletçi refleksleriyle bilinen Cemil Çiçek gibi birisinin bu makama getirilmesi beni oldukça şaşırtmıştı. Türkiye’de en önemli insan hakları kurumlarından biri olarak bilinen Helsinki Yurttaşlar Derneği yönetim kurulundayım. Bu dernek ile birlikte MazlumDer, İnsan Hakları Derneği ve Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye şubesinin ortaklaşa kurduğu bir İnsan Hakları Ortak Platformu var. Platform olarak, Abdullah Gül’le birkaç kez görüştük zamanında. Cemil Çiçek’le hiçbir şekilde görüşmedik. Ne görüşeceğiz Çiçek’le, ne arz edeceğiz?
Abdullah Gül hakkında eski bir soruşturma dosyasının tekrar gündeme gelmesiyle, Kürt sorunu konusunda yaptığı son açıklamaların bir bağlantısı olduğunu düşünüyor musunuz?
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına adaylığı sürecinde de o mevzu konuşulmuştu. Türkiye’de bir rejim alışkanlığı vardır. Çok ciddi bir meseleye el attığınızda, sizin için hazır tutulan dosyalar bir bir gündeme düşer. Pek çok konuda bu böyledir. Türkiye’de birtakım insanların, kurumların dosyaları vardır. Rejim gerekli gördüğünde o dosyalar gündeme gelir. Mesela rahmetli Ahmet Kaya, 1993 yılında Almanya’da bir konserde arkasında Abdullah Öcalan posterlerinin asılı olduğunu söylemişti bana. Başına iş açılabileceğini konuşmuştuk. Ama o dosya o zaman açılmadı. Ahmet Kaya ne zamanki Magazin Sanatçıları Derneği’nin ödül töreninde hoşa gitmeyen bazı şeyler söyledi, ertesi gün medyada o fotoğraflar yer aldı. PKK’nın konserine katıldığı, Öcalan için övgüler yağdırdığı yazıldı, çizildi. Halbuki bunlar herkes tarafından bilinen şeylerdi. Abdullah Gül’ün Kürtlerle ilgili bu ifadeleri birilerini rahatsız etmiş olacak ki, o dosya yeniden gündeme geldi.
Abdullah Gül’ün Kürt meselesine yaklaşımıyla Başbakan Erdoğan’ın yaklaşımı arasında bir fark olduğunu düşünüyor musunuz?
Erdoğan bu meselenin hem teorik hem de genel boyutlarına yeterince vâkıf değil. Mesela, Almanya’da Türkler hakkında “asimilasyon” ifadesini kullanmıştı. Almanlar Türkleri asimile mi ediyor? Etmiyor. Entegrasyon bu. Almanlar için asimilasyon korkunç bir şey. Çünkü Almanlar, “Siz Alman olun” demiyor, Almancayı öğrenin diyor. Bu entegrasyondur. Irk ayrımcılığı yapan, asimilasyonist değildir zaten. Siz eğer ırkçıysanız, diğer ırkı ayrı ve aşağı bir şey olarak görürsünüz. Mesela bir Fransız Cezayirliyi Fransız yapmak istemez; çünkü Fransıza göre Cezayirli ırk anlamında “aşağı” bir insandır. Ayrıca Erdoğan zaman zaman çok duygusal davranan birisi. 2004 yılında bir bildiri yayımladık, Türkiye’de Kürtler ne istiyor diye. O bildirinin Türkiye’deki organizasyonunu da ben yapmıştım. Pek çok eski belediye başkanı, parlamenter, entelektüel, yazar ve sanatçıdan oluşan dünyanın her yerinden Türkiye kökenli Kürtlerden imza almıştık. Tayyip Erdoğan orada Kürtlere karşı müthiş bir tepki gösterdi. Yine 2005 yılında Diyarbakır’a gidip, “Kürt meselesi benim de meselemdir” diyerek gerçekten tarihî sayılacak bir konuşma yaptı. Ama Kürtlerden yeterli desteği görmedi. 500-600 kişi tarafından karşılanmak onda bir hayal kırıklığı yarattı. Dolayısıyla bu konuda çekingen davranıyor, çok net ve cesur değil.
Abdullah Gül daha donanımlı ve karakter olarak da daha soğukkanlı birisi. Gül’ün hem dışişleri bakanlığı sürecinde hem de önceki siyasi hayatında meseleye daha fazla vâkıf olduğunu zannediyorum.
Mardin’de yaşanan son olaylar, koruculuk sistemiyle ilgili bir tartışma başlattı. Sizin bu konu hakkındaki yorumunuz nedir?
Mardin’deki olayların koruculuk sisteminden kaynaklandığını düşünmüyorum. Geçmişte benzer olaylar, Türkiye’nin doğusunda da, batısında da, hatta dışında da cereyan etti. Ama korucular cinayet işlemeyi bir tür özgürlük alanı kapsamında düşünmüşlerdir. Bu insanların ellerine bu kadar donanımlı silahlar teslim ediyor ve bölgenin asayişini onlara emanet ediyorsunuz, onlar da tabii bölgedeki asayişi, kendi asayişleri ve çıkarlarının korunması olarak düşünüyorlar. Son olayda bir destek söz konusu gibi, yani onlara bu işin bir biçimde örtbas edilebileceğine dair umut verilmiş olabilir. Hemen ilk gün İçişleri Bakanı Beşir Atalay acilen bir açıklama yaptı, “Örgüt işi değil” dedi. Bir önsezi midir, kendisine gelen bir istihbarat mıdır, bilemiyorum; ama bu işin saptırılabileceğinden endişe etti ve önünü kapadı. Akıllıca ve doğru bir şey yaptı. Bu, adli süreci etkileyecek bir şey de değildi.
DTP’nin Ergenekon davasına karşı tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazıları yeterince sert tepki vermediğini söylüyor.
Vermediler. Baştan itibaren Abdullah Öcalan da ikircilikli davrandı. Çünkü hükümete bir tepkileri var. Öcalan diyor ki, “Dinci kanat, Kemalist kanadı tasfiye ediyor; Ergenekon budur”. Elinde bir Ergenekon şeması mı var Öcalan’ın? Yok. Ama işte Ergenekon’un tasfiye edilmesinin hükümete prim yaptıracağını düşünerek gerekli desteği vermiyor. Diğer yandan da soruşturmanın ucunun kendisine de gelebileceğini hesaplıyor. DTP de doğal olarak, çok ikircilikli davrandı. Hatta tabanlarından büyük bir tepki aldılar niye aktif değilsiniz diye. Çok cesur olamıyorlar doğrusunu isterseniz. Çünkü genel olarak DTP’yi yönetenler, Öcalan’ın tavrına bakıyorlar bu gibi durumlarda. Öcalan’ın bu konuda belirsiz ve cesaret kırıcı davranışları DTP’yi de pasifleştiriyor. Şunu da söylemek lazım, Ergenekoncular PKK’lılarla el ele tutuşup iş yapmıyorlar. Birbirlerinin alanında bazen birbirlerini bağlayacak işler yapıyorlar ve üstlerine kalıyor bazı şeyler. Yani biri bir cinayet işliyor, öbürünün üstüne atıyor.
Paylaş
Tavsiye Et