MARDİN’İN Bilge köyünde meydana gelen olay, medyanın büyük bir kesimi tarafından “namus cinayeti”, “kız alıp-verme meselesi” veya “töre cinayeti” olarak lanse edildi. Bazı gazeteler “Törerizm” diye başlık attılar, bazı yazarlar ise bu töreleri “Kürtlerin kavimsel zaafı”na bağlayarak Kürtleri mahkum ettiler. Oysa bu değerlendirmelerin tümü yanlış ve haksız.
1. İşleniş şekli dikkate alındığında bu olay, “kan davası” veya “kan gütme saikiyle işlenmiş bir adam öldürme fiili” olarak nitelendirilemez. Kan gütmeden söz edebilmek için tekrarlanan şiddet hareketinin öç almak kastıyla, misli ile karşılık vererek yapılması, bağlı bulunan grup için zafer kazanılması amacıyla girişilmesi gerekir. Kan gütmede dahi belli kurallar vardır: Belli bir yaştan küçük çocuklar ve kadınlar öldürülmez, öldürme karşılığında maddi bir karşılık temin edilmez, kundakçılığa kalkışılmaz ve kaybedilen kişinin muadili olan kişi (mesela kaybedilen ağa ise karşı tarafın ağası) hedef alınır. Söz konusu olayda, ne olayın kan davası olarak tanımlanmasını gerektirecek bir sebep var ne de olayın yapılma tarzı “kan gütme saikiyle işlenen adam öldürme fiilleri”ne benziyor.
2. Vakanın “benim olmayanı başkasına yâr etmem” ya da “ya benimsin ya toprağın” anlayışından hareketle işlenen bir “tutku cinayeti” olması da mümkün değil. Daha çok Arjantin, Meksika, Uruguay gibi Latin Amerika ülkelerinde görülen ve eski eş ya da partner olan kadına karşı beslenen aşırı sahiplenme duygusunun etkisiyle işlenen bu tür cinayetlerde, eylem doğrudan sahiplenilmek istenen kadına yöneliktir. Diğer kimselerin şiddet eylemine tabi tutulması ise -bazı istisnalar hariç- söz konusu değildir. Kendisine tutku ile bağlanılan kadının hemen hemen tüm akrabalarının öldürüldüğü bir şiddet eylemi de görülmüş değildir.
3. Mevcut vakanın nişanı yapılan maktule kızın bir başkası ile nişanlandırılmasından kaynaklanmış olabileceği, olayın nedenlerine ilişkin bir diğer sav. Bu varsayım doğru kabul edilirse, hukuki açıdan olay töre saikiyle işlenen bir cinayet olarak değerlendirilebilir ki, bu da sosyolojik mesnetten yoksun. Çünkü 5237 sayılı TCK’nın 82/k bendine eklenen “töre saikiyle insan öldürme fiili”nin üzerinde anlaşılmış bir tanımı yok ve madde gerekçesinde de bu terimden ne anlaşılması gerektiği belirtilmiyor. Yazımı esnasında yapılan tartışmalardan, bu maddenin, namus gerekçesi ile kadınların küçük yaşta çocuklara işletilen cinayetlerle öldürülmesinin önüne geçmeyi hedeflediği anlaşılıyor. Ama kanun koyucu, maddeyi “namus saikiyle işlenen insan öldürme fiili” şeklinde nitelemekte gönülsüzlük gösterdiğinden, pratik ama temelden yoksun bir kavram olan “töre saikiyle insan öldürme fiili”ni maddeye ekleyerek sonuca gitmeye çalışmış.
Peki, bu maddedeki terimlerden ne anlaşılması gerekiyor? Osmaniye 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 07.09. 2006 tarih ve 2005/353E, 2006/319K sayılı kararını inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 18.12.2007 tarih ve 2007/3988E, 2007/9559K sayılı onama ilamı ile Yargıtay, “tasarlama, taammüt, aile meclisi kararı, gurur veya onur incinmesi, kabullenememe gibi hususlara açık veya zımni bir referansta bulunulmaksızın sadece sözlü olduğu iddia edilen kızla ilgili sözün bozularak kızın başkası ile nişanlandırılması ve yerleşik bir kültürel normun ihlali gerekçesi ile işlenen adam öldürme fiilinde töre saikinin varlığının kabulü gerektiği” sonucuna vardı. Ne var ki daha sonraki kararlarında Yargıtay bu görüşünü değiştirdi ve “töre saiki” gibi soyut bir kavramı kendince daha bir somut kavram olan “aile meclisi kararı” gibi muğlak ve hukuki olmayan bir olgunun varlığı şartına bağladı. Yani Yargıtay, yerleşik bir kültürel normun ihlali gerekçesiyle bir ailenin fertleri tarafından karar almak suretiyle işlenen cinayetleri “töre saikiyle işlenen adam öldürme fiili” kapsamına soktu.
Mevcut uygulamada Yargıtay töre cinayetlerini “namus saikiyle işlenen cinayetler”in özel bir biçimi olarak görüyor ve cinayet kararının alınış biçimine vurgu yaparak kolektif bir iradenin ürünü olması gerektiğini varsayıyor. Bu da “töre saikiyle işlenen cinayetler”in, bireysellik ve kişilik gibi kavramların geri planda kaldığı, Kürtlere özgü bir sorun olduğu şeklinde bir algı yaratıyor. Bu algı ise gerçeği yansıtmıyor. Recep Doğan tarafından Haziran-Kasım 2008 tarihinde Türkiye genelindeki 65 cezaevinde yapılan bir araştırmada namus saikiyle cinayet işleyen 34 erkek ve 5 kadın ile görüşülüyor. Görüşülenlerin %46’sı (18 kişi) kendini Türk, %31’i (12 kişi) Kürt olarak nitelendiriyor; 2 kişi Arap, 2 kişi Laz, 1 kişi Zaza, 1 kişi Roman, 1 kişi Kürt-Alevi, 1 kişi Türk-Yörük Alevi ve 1 kişi de Türk-Alevi olduğunu söylüyor.
Namusa ilişkin açık veya zımni referanslar ile adam öldürme fiilini işleyen ve neticede “Namus için yaptım” diyen hükümlülere ilişkin yapılan araştırmada, gerek dava dosyasında gerekse derinlemesine yapılan 2,5 saatlik mülakatlar neticesinde, bu cinayetleri diğerlerinden ayırabilecek tekrarlanan davranış özelliklerine rastlanılmıyor. Yani gerek işleniş şekli gerekse cinayetten önceki ve cinayet sırasındaki davranışlar, bu cinayetleri diğerlerinden ayırmayı sağlayabilecek karakteristik özellikler sunmuyor. Bu cinayetlerde tekrarlanan tek unsur, cinayet sonrasında mağdurenin cenazesinin usulüne uygun biçimde kaldırılmasında isteksiz davranma, cenaze törenine katılmama veya cenazeyi sahiplenmeme noktasında kendini gösteriyor. Ama usulüne uygun cenaze töreninden bir kimseyi mahrum bırakmak bu coğrafyaya has bir özellik değil; usule aykırı gömülme Antik Yunan düşüncesinde bile onursuzluğu simgeleyen en büyük ceza ve korkunç kader olarak karşımıza çıkıyor.
Kısacası Mardin’deki olayı sosyolojik açıdan töreye bağlamak mümkün değil. Hukuki açıdan ise ancak sözlü bir kızın sözünün bozularak başka bir kişiyle nişanlandırılması ihtimali doğru kabul edildiğinde ve Yargıtay’ın görüşü esas alındığında bu olay “töre saikiyle işlenen bir adam öldürme fiili” olarak değerlendirilebilir. Ancak bu da yanlış bir değerlendirme olur. Kanımızca, mevcut şiddet eylemini nitelendirebilecek tek kelime “katliam”dır.
Bu nedenle burada hukuki ve sosyolojik unsurların yanı sıra böylesine bir katliamın gerçekleşmesini mümkün kılan siyasi iklime de odaklanmak lazım. Bu bağlamda bölgede yirmi beş yıldır süren ve şiddeti her yerde egemen kılan savaş halini, gücün/zorun gündelik hayatı belirleyen temel dinamik haline gelmesini, devletin her türlü gücünü arkasına alarak suç üreten bir mekanizmaya dönüşen koruculuğu ve tüm bunların ardındaki siyasal tercihleri irdelemek gerekiyor. Bugün medyanın ve bir kısım siyasetçilerin yaptığı gibi salt töreye vurgu yapmak, bu tür sonuçlara zemin hazırlayan siyasi arızaların üstünü örttüğünden ne gerçeğin tüm açıklığıyla anlaşılmasına ne de bundan sonra böyle olayların önlenmesine hizmet eder.
Paylaş
Tavsiye Et