Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2009) > Türkiye Siyaset > Yeni bir hegemonyanın eşiğinde miyiz?
Türkiye Siyaset
Yeni bir hegemonyanın eşiğinde miyiz?
Feyzullah Yılmaz
TÜRKİYE’DE Kemalizm’in toplumsal ve siyasal bir düzen kurma anlamında hegemonik olmayı başarabilip başaramadığı konusu oldukça tartışmalıdır. Fakat Kemalizm’in hegemonik bir düzen kurmayı başarabildiğini iddia eden görüş dahi, 1980’ler ve özellikle 1990 sonrası için durumun artık o kadar da net olmadığı konusunda eskisi kadar ısrarcı değildir. Özellikle Turgut Özal ile başlayan dışarı açılma sürecinin, dünya ve Avrupa ile bütünleşme çabasının, sivil toplumun yeniden gelişmesi, güçlenmesi ve İslamcılıktan Kürtçülüğe, Türkçülükten ulusalcılığa kadar uzanan farklı ideolojik görüşleri savunan çeşitli medya kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin ve farklı sosyal hareketlerin ortaya çıkıp filizlenmeleri için uygun altyapıyı sağladığı söylenebilir. Mevcut süreçte ise artık Kemalizm’in hegemonikliğinin sorgulanması veya başarısının değerlendirilmesi tartışmalarının geride kaldığını söyleyebiliriz. Şerif Mardin’i de ifade ettiği gibi öğretmen imama yenilmiş, Kemalizm iyi ve kötüye ilişkin kapsamlı ve derinlikli bir felsefe üretememiştir. Bugün tartışılan ya da artık tartışılması gereken husus, yükselen yeni sosyal güçlerin, eğer varsa, bizzat kendilerinin hegemonya projelerinin gerçekleştirilme süreçleri açısından ne durumda olduğudur.
Bu noktada, hegemonya kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Hegemonya kavramı, Türk okuyucusunun önemli bir kısmı açısından olumsuz çağrışımlara sahiptir. Bu durum, kavramın genellikle “ABD hegemonyası” şeklinde ve emperyalizm kavramının benzeri gibi kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Gramscian teori açısından bakıldığında ise hegemonya, özünde olumsuz bir durumu değil, aksine siyasal iktidarın ya da genel olarak bir ülkedeki toplumsal ve siyasal düzenin sahip olması gerektiği düşünülen ve arzulanan bir karakteristiği ifade eder. Gramsci bu kavramla bir siyasi iktidarın veya düzenin salt anlamda baskıya dayanmadığını, aynı zamanda rızaya da dayandığını ifade etmeye çalışmıştır. Buna göre, toplumsal yapıdaki herhangi bir sınıfın hegemonya kurabilmesi, diğer sınıflara önderlik edebilmesine ve kendi hegemonya projesinin gerçekleştirilmesi sürecinde onları zor ve rızanın bir bileşkesiyle yönlendirilebilmesine bağlıdır.
80’li ve 90’lı yıllar Türkiye’si için Gramsci’nin “the old is dying, but the new cannot be born” (eski ölüyor ama yeni de doğamıyor) sözüyle anlatmaya çalıştığına benzer bir şekilde, eskinin gücünü kaybetmesi ve bu sırada da yeninin doğmasının sancılarıyla geçilmiştir denilebilir. 1990’ların başından bu yana toplumun çeşitli sınıflarının siyasal ve ekonomik açıdan ne tür değişimler, gelişimler geçirdiği üzerinde sıklıkla yazılan bir konudur. Bu aşamada kendisine Anadolu sermayesi, muhafazakâr sınıf vs. denilen sınıfın gelişimi ise daha özel bir ilgi alanını oluşturmuştur. Bugün gelinen nokta da ise, söz konusu sınıfın siyasal, ekonomik ve toplumsal anlamda bir eşik noktasına geldiğini söyleyebiliriz. Bu durumun değerlendirilmesinde kullanılabilecek en önemli göstergelerden birisi, asıl desteğini ve oyunu toplumun bu kesimlerinden alan AK Parti’dir.  2002’de iktidara geldiğinde kendisine yapılan eleştirilere şu ya da bu şekilde savunmacı karakteri ağır basan bir söylemle cevap vermeye çalışan AK Parti, aradan geçen zaman zarfında önce söylemini liberal kanadın özgürlükçü söylemi ile destekledi, daha sonra ise zaman içinde savunmacı söylemi bir kenara bırakıp, kendi kurucu söylemini geliştirdi. Artık sadece kendisine yapılan laiklik karşıtı hareket, rejim karşıtı hareket türünden eleştirilere cevap vermekle uğraşmayan, bunun yanında tartışmaların dilini belirleyen, ipleri elinde tutan, önemli ve temel bazı meselelerde sürekli açılım yapan ve bununla diğer siyasi partileri kendi açtığı tartışmaların peşinde sürükleyen bir duruma geldi.
Bugün AK Parti iktidarı Türkiye’nin temel sorunlarından biri olarak değerlendirilen Kürt meselesi hakkında ya da ekonomi, AB, dış politika gibi diğer alanlarda önemli açılımları gerçekleştiriyor ve sorunların çözümü noktasında ciddi aşamalar kaydediyor. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken husus, sorunların çözümü sırasında sorunların bütün muhataplarının, yani toplumdaki diğer toplumsal aktörlerin, görüşlerinin ya da rızalarının alınıp alınmadığıdır. Örneğin, Kürt meselesinin çözümü sürecinde DTP’nin dışlanmaması ya da Alevi açılımını başarıya ulaştırabilmek çerçevesinde iktidara pek yakın durmayan Alevi gruplarının da endişelerinin giderilmeye çalışılması, çözüm çabalarının başarıya ulaşabilmesinde olumlu etki yapacaktır. Son tahlilde bu tür açılımların ve çözüm tekliflerinin sorunları gerçekten çözmek için mi, yoksa kısa vadeli, örneğin seçimlere yönelik, siyasi manevralar olarak mı tasarlandıklarının belirginleşmesi de hem özel olarak seçmenin hem de genel olarak toplumun AK Parti için olumlu ya da olumsuz kanaatlere sahip olmasına katkı sağlayacaktır.
Bu tür temel sorunların çözümünde toplumsal uzlaşıyı sağlayabilmek, diğer sınıfların rızasını alabilmek yeni bir hegemonyanın kurulabilmesi sürecinin en önemli şartlarındandır ve eşiğinde durduğumuz muhtemel yeni hegemonyanın kaderini de en temelde bu sosyal sınıfın ve iktidardaki AK Parti’nin yapacakları ve bunları yaparken uygulayacakları yöntem belirleyecektir.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Feyzullah Yılmaz