Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2009) > Toplum > YÜCEL ÇAKMAKLI: “Şimdi sinemada yeni şeyler söylemek lazım”
Toplum
YÜCEL ÇAKMAKLI: “Şimdi sinemada yeni şeyler söylemek lazım”
Sizde sinema duygusu nasıl hâsıl oldu? Sinema yazarlığına, daha doğrusu sinema sanatına hangi iştiyakla girdiniz?
1950’lerde, sinema büyük ilgi görüyordu. Tek eğlence vasıtasıydı. Sinemada gördüklerimizle özdeşleşir, o hafta görülen filmlerin dedikodusunu yapardık. Benim şahsiyetimin oluşmasında üç faktörün etkisi oldu: aile ocağı, okul ve sinema. Memleketim Afyon’dan yüksek tahsil için geldiğim İstanbul’un Şehzadebaşı semtinde de sinemalar vardı. Okulum Beyazıt’taki İktisat Fakültesi, kaldığım yer de Fatih’te, cami avlusundaki medreselerdi. Okuldan yurda, yurttan okula giderken, her gün bu sinemaların önünden geçerdik.
Orta halli bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da eğitim görmek masraflı olduğundan harçlığımı çıkarmak için çalışmam gerekiyordu. Ben de bu sinemalarda yer göstericiliğine talip oldum. Burada alt yazıyla gösterilen yabancı filmler de oynar, ayrıca çok çeşitli kültür sanat etkinlikleri, konserler vs. düzenlenirdi. Dolayısıyla böyle bir ortamda sinemayı daha yakından tanımış oldum.
O yıllarda popüler kültür olarak magazin sayfalarında yerli ve yabancı sinema haberleri yer alır; kültür sanat sayfalarında sinema yazıları, film kritikleri yayımlanırdı. Ben de bu sinema yazarlarını okumaya başladım. Ayrıca konsolosluklarda düzenlenen film gösterimlerine de katılırdım. Önce eğlence, sonra tanıtım, tebliğ, telkin vasıtası -hatta propaganda aracı-, üçüncü olarak da en önemli sanat dallarından biriydi sinema. Bu üç özelliğini yaşayarak gördüm. Onun için sinemacı olmaya karar verdim. Yönetmenliğe en yakın mesleğin gazetecilik, sinema yazarlığı olduğunu düşünüyordum. Bu şekilde sinemacıları, yönetmenleri tanımak ve usta-çırak ilişkisi içinde bu mesleği öğrenmek mümkündü.
 
Siz de birçok yönetmen gibi önce sinema yazarlığı, ardından yönetmen yardımcılığıyla bilfiil sinemaya girdiniz o halde?
Evet. Sinema yazarlığına 1963’te başlamıştım, araya yedek subaylık girdi. Bu dönemde bir buçuk sene sinemaya teorik olarak hazırlandım. Türk sinemasının o zamanki yapısını tetkik ettim ve nasıl olmalı diye düşündüm. Sonuçta 1961-62 yıllarında Millî Sinema ihtiyacı şeklinde bir fikir oluştu bende.
O zamanlar daha çok Yeşilçam sineması hâkimdi salonlara. Yeşilçam’daysa, kozmopolit sinema anlayışı söz konusuydu. Yani Batı’nın, daha çok da Amerika’nın kapitalist zihniyetle çevirdiği ticari filmlerin, en iyimser şekliyle adaptasyon, ama daha çok taklit, hatta kopyası şeklinde yapılan filmler. 1960 ihtilalinden sonra ise 1961 Anayasası’nın getirdiği fikir özgürlüğüyle, kültür sanat hayatında bir canlanma ve bunun neticesinde sosyalizm akımı başladı. Dönemin tek anlayışı kozmopolit sinemanın karşısında yeni bir zihniyet belirdi: Toplumsal gerçekçilik!
Ancak sinemanın bu yeni anlayışına, toplum büyük reaksiyon gösterdi. Çünkü bu anlayış, Türkiye’de olmayan şeyleri varmış gibi gösteriyor, taklitçi duruyor, Türk toplumunun geçirdiği evreleri ve tarihî gelişimi de bu işçi-işveren, şehir-köy, ağa-köylü çatışmasına uydurarak, çarpıtarak veriyordu. Bu yeni anlayışa göre din afyondu. Dine ve dindarlara karşı olumsuz düşünceler filmlerde yer alıyordu. Tabii ki ahlak açısından daha müstehcen bir zihniyet hâkimdi sinemalarda. Kozmopolit sinema anlayışı aile ortamında seyredilen filmler yaptığı için, hiç değilse toplumun ahlak anlayışına saygılıydı; onu fazla hırpalamamaya gayret gösteriyordu.
O yıllarda, “Türk milletinin özlediği sinema nasıl olmalıdır?” diye bir düşünce hâsıl oldu bende. Bunun teorik olarak araştırmasını yaptım. Türk kültürünün temel kaynak eserlerini okudum ve 1963’ten itibaren yazdığım sinema yazılarında ve film eleştirilerinde bu konudaki görüşlerimi dile getirdim. “Bu tarz filmler yapılırsa, Türk toplumunda ilgi ve rağbet görür, böylelikle Millî Sinema doğar. Sonunda taklitçilikten uzak, kökleri olan, milletiyle bağ kuran, kültürel temelleri olan, millî-manevî değerlere bağlı bir sinema oluşması gerekir” şeklinde düşüncelerimi ortaya koyuyordum.Bir taraftan da uygulamaya geçmek için, Kemal Film’in sahibi Osman Seden başta olmak üzere, Mehmet Dinler, Orhan Aksoy gibi ona yakın yönetmenin yanında, elli küsur filmde (1963-68 yılları arasında) yardımcı yönetmenlik yaptım. Onlar klasik Yeşilçam sinemasının mimarlarıydılar. Türk sinemasına ustalar olarak büyük katkıları oldu onların. Ben bir Yeşilçam sinemacısıyım, ustalarım da o zamanki Yeşilçam sinemasını üreten ustalardı.
 
İlk filminizi yapmaya nasıl karar verdiniz?
Türk sinemasında beş yıllık fiilî çalışmam sırasında yönetmenleri, oyuncuları, teknik elemanları ve bu arada yapımcıları tanıdım. Elli film esnasında, on iki ayrı yapımevinde çalıştım. Yönetmenlerle olduğu kadar yapımevleriyle de aram iyiydi. Şayet gerekli sermayeyi bulur ve filmi çekersem, bölge işletmecisi olarak bana yardımcı olacaklarını söylediler: O zaman bize bir film şirketi kurmak meselesi kalıyordu. Ancak neyle, nasıl kuracağız? Kimden para bulacağız? İki sene bu arayışla geçti.
 
Yani işin fikrî boyutu olgunlaşmıştı ama maddî boyutu problemdi. Galiba Elif Film’in kurulması da o zamana rastlıyor.
Evet. Netice itibarıyla bir film şirketi kuruldu. Bu işlere gönül veren, Ali Emir Osmanoğlu başta olmak üzere imam-hatip son sınıf öğrencisi üç arkadaşla ilk adımı attık. Babaları tüccardı. Ebeveynlerinden maddi yardım alarak ve sözlerini geçirebilecekleri çevrelerden borçlanarak, hac rehberi mahiyetinde, yarı belgesel bir film yapmak istedik. 1969 yılı hac mevsiminde küçük bir sermayeyle Kabe Yolları’nı çektik. Belgesel büyük ilgi gördü. Bütün Türkiye’de sinemalarda iyi iş yaptı. Ancak bize biraz daha sermaye takviyesi lazımdı. Birkaç iş adamı daha katarak bu şirketi komandit şirket haline getirdik. Böylece ilk filmi yapabilecek sermaye oluştu. Hangi filmi çekeceğimizin arayışına girdik. O sıralarda Minyeli Abdullah ve Huzur Sokağı romanları çok ilgi çekiyordu. Neticede Huzur Sokağı romanına karar verdik ve 1970’te Birleşen Yollar doğdu.
 
Senaryonun oluşumunda neden bir Yeşilçam senaryo yazarına başvurma gereği duydunuz? Bu konuda bir kaygı yaşamadınız mı?
Türk sinemasında, bir Yeşilçam bir de toplumsal gerçekçi sinema algılayışı vardı. Ticari anlamda toplumsal gerçekçi sinema seyirciyle bağ kuramadı, iş yapmadı Yeşilçam sinemasının kalıplarına uymadığı için. Her şeyden önce ideolojik olarak uymazdı. Seyircisi de daha ziyade benzer görüşleri paylaştıkları aydın çevreler, üniversite gençleri vs. ile sınırlıydı. Böyle olmasını istemedim. Bizim fikriyatımıza göre, en geniş manasıyla halkın içinden çıkmış ve millete mal olmuş bir sinema olması lâzımdı. Bunu da profesyonel senaristlerle işbirliği yaparak daha iyi gerçekleştirebilirdik. Bu nedenle, bilinçli olarak Yeşilçam senaryo yazarlarını seçtim.
Seyircinin beğenilerini belki yavaş yavaş, belki daha radikal bir şekilde değiştirmeyi düşündünüz mü?
O zamanların sinemaları, yıldız oyuncu sinemasıydı. Seyirci, öncelikle yıldız oyuncuya bakar, o isme göre sinemaya giderdi. 1980’lerden sonra ancak yönetmen sineması gelişti. Yıldız oyunculuğu ya da star sistemi, Amerika’nın icat ettiği bir sistemdi. Yönetmeni oyuncu yönlendiriyor, filmin estetiğini o tayin ediyor, seyirciyi o eğitiyordu. Yönetmenin yapacağı bir şey yoktu. O idolü adam ederseniz, o da seyircisini adam ederdi. Bununla bir yere kadar mücadele edebilirdiniz.
 
Biraz magazin boyutu olan bir soru soralım: Birleşen Yollar filminde Türkan Şoray’ı ilk kez başörtülü gördük. Kendisini buna ikna etmekte zorlandınız mı?
Zor oldu tabiî. O günkü ideolojik ortamda başörtüsü meselesi yine çok canlıydı. Bizzat yazarı, Şule Yüksel Şenler çok tepki görmüştü. Üniversitede ilk büyük türban olayları başlamıştı 1968-70’lerde. Türkan Şoray’la asistanlığımdan beri, yedi-sekiz senelik bir tanışıklığımız vardı. Filmi anlattım. “Bu hikaye Türkiye’nin bir gerçeğidir” dedim. “Sizin yaptığınız filmlerden farklı bir film. Farklı bir seyirci kitlesine ulaşacaksınız. Kendinizi aşacaksınız. Klişeleşmiş, monoton filmlerden farklı bir ekole geçeceksiniz.” “Bunun riski var mı?” diye sordu. “Var ama bu riski almaya değer. Bunu siz yapmazsanız, kim yapacak? ‘Türkan Şoray ne yaparsa yakışır’ derler. Ortalık da yumuşar, kavga da olmaz, hiç merak etmeyin” dedim. Epey düşündü, taşındı ve karar verdi. Hakikaten de hiçbir olay olmadı. Her görüşten seyirciye hitap etti bu film. Yani bu anlamda Türkan Şoray’ın yaptığı, büyük bir hadisedir.
 
O dönemde yaşanan ideolojik kutuplaşmalar gereği sinemaya didaktik bir anlatımın hâkim olduğunu görüyoruz.
O zamanlar her şey didaktikti: dergiler, tiyatrolar, edebiyat, sanat vs. Milli Demokratik Devrim (MDD) denilen, genç subaylarla bürokratik ve askerî güçlerin meydana getirdiği devrim ve karşı devrim hareketlerinin yer aldığı bir atmosfer hâkimdi. Kısacası her şeyiyle kaba, dogmatik, slogancı bir dönemdi, bir incelik yoktu. Buna karşı çıkan gençlik hareketlerinin söylemleri de bu minval üzerineydi.
Şu andaki ortamda ise hem fikrî yönü hem özü hem de biçimiyle yeni şeyler söylemek lâzım: İnsanın materyalist ortamdan, kendine dönük bir ortama geçme arayışları, bu noktada tasavvufun insanı eğiten, olgunlaştıran, mertebe kazandıran yönleri var. Bu değişim-dönüşüm ihtiyacını anlaşıldığı manadaki bir tarikat tanımıyla değil de, içe dönük, ruh zenginliği yönüyle ele alan senaryolar üzerinde çalışmak gerekir. Ben yaparım, yapamam o ayrı; ama şimdiki dönemde çekilecek filmler böyle olmalı.
 
TRT döneminde yaptığınız filmler ve diziler de var. Onlarla Yeşilçam filmlerinizi kıyasladığınızda nasıl bir sonuç ortaya çıkıyor?
Yeşilçam sinemasından sonra, 1975-90 arasında TRT’de çalıştım. Televizyon oyunu formatında kısa filmler, diziler çektim. Piyesleri, asıllarını bozmadan, sinema tekniğini de mümkün mertebe katarak televizyona uyarladım. O format olmasaydı Bir Adam Yaratmak filmini çekemezdim. Yine televizyona uyarlamak istediğim Küçük Ağa romanına, hem hacim itibarıyla bir sinema filmi zamanına uymayacağı için hem de bu tarihî filmi hakkını vererek yapmak çok büyük maliyet gerektirdiğinden el atamıyordum. TRT’de bu fırsatı değerlendirdim. Fikrî anlamda ve sanatçı yönümün gelişmesinde katkıları bulunan iki büyük üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Tarık Buğra’nın eserlerini aslına uygun, hakkını vererek, o zamana kadar edindiğim zanaatkârlık melekesini kullanarak ve teknik-estetik anlamda da yeni unsurlar katarak sinemaya uyarlamaya çalıştım.
 
“Şu anda film yapmak imkansız hale geldi” diyorsunuz, böyle düşünmenize neden olan nedir?
Para çok büyük etken. Artık üç-beş arkadaşın katkısıyla bir film yapılmıyor, büyük bir organizasyon lazım. Estetiği bir kenara bırakın, her şeyiyle şimdiki sisteme uygun film üretmek pahalı bir teknoloji haline geldi. Eskiden bu kadar pahalı değildi. Türk sinemasının mucizesi de buydu. Başka ülkelerde çok büyük paralarla, sanayi halinde yapılan bir sanatken, burada üç-beş müteşebbisin, oyuncuların ve teknik ekibin canhıraş bir şekilde her şeylerini ortaya koyarak, yokluklar içinde bir şeyler ürettiği bir sektördür Türk sineması. Teknik imkansızlıklar içinde çok ileri teknolojiyle yapılmışçasına filmler çıkardı. İnsan becerisine dayalı böyle bir ekoldür Yeşilçam ekolü. Şimdi o insan ilişkileri bitti. Her şey profesyonelleşti. Bu profesyonelleşmenin gereği olarak da büyük işbölümü ve organizasyon gerekiyor. Bu da bir sanayi gerektiriyor. Sanayi olmadığı için, bu nasıl olacak? Ben de tek tek çıkışlar arıyorum.
 
* Yücel Çakmaklı ile Milli Sinema Üzerine, Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi, Notlar 1.

Paylaş Tavsiye Et