Konuşan: Z. Tuba KOR
Sekiz yıllık George W. Bush yönetimi, ardında çok kötü bir miras bıraktı. Halefi Barack Obama ise Amerikan başkanlarına aykırı bir profili bulunmasının da etkisiyle kimi kesimler için büyük bir umut kaynağı oldu. Halihazırda Obama’nın gerek Amerikan gerekse Ortadoğu politikalarında değişim beklentisi hâkim. Obama ile birlikte Amerikan yönetiminin Ortadoğu politikasında bir değişiklik olup olmayacağını, önümüzdeki dönemde bölgeyi nelerin beklediğini, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının gerek Arap halkları gerekse yönetimlerinde nasıl bir yankı bulduğunu ve Obama’nın Türkiye ziyaretinin anlamını; Beyrut’ta görüştüğümüz, düşünce olarak direniş cephesine daha yakın duran Lübnan’ın önde gelen ilim adamlarından, Türkiye uzmanı Muhammed Nureddin’e sorduk.
1954’te Lübnan’da doğan Prof. Muhammed Nureddin, Lübnan Üniversitesi’nde tarih, Türk dili ve kültürü dersleri veriyor. Halen Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi başkanlığını yürüten Nureddin, Şu’un el-Awsat (Ortadoğu Sorunları) adlı derginin de genel yayın yönetmeni. Ayrıca es-Safir (Lübnan), eş-Şark (Katar), el-Halij (BAE) gibi gazetelerde Türkiye hakkında yazıları yayınlanıyor. Çağdaş Türk edebiyatı ve tarihi üzerine çeşitli kitapları bulunan ve yakında Fazıl Hüsnü Dağlarca üzerine yeni bir kitabı da okurla buluşacak olan Nureddin, Arapça, Fransızca, Bulgarca, Rusça, Türkçe ve Osmanlıca biliyor. Nureddin’in Türkiye hakkında birçok kitabı bulunuyor: Değişen Zamanda Türkiye: Kimlik Kavgası ve Tercihlerin Mücadelesi; Tereddütlü Türkiye Cumhuriyeti: Din, Siyaset ve Dış İlişkiler Üzerine Araştırmalar; Şapka ve Sarık: Türkiye’de İslamcı Hareketler; Başörtüsü ve Namlular: Türkiye’de Kemalizm ve Kimlik Problemleri; Türkiye: Sistem ve Rol; Modern Türk Edebiyatı: Çizgi ve Örnekler; Bu Ölüm Bizim (şiir).
Sekiz yıllık George W. Bush yönetimi boyunca Ortadoğu’da işgaller, çatışmalar ve savaşlar yaşandı hep. Yeni başkan Barack Obama ile birlikte Amerikan yönetiminin Ortadoğu politikasında herhangi bir değişiklik bekliyor musunuz?
Amerika’nın yerleşik bir devlet politikası vardır. Son elli yıllık sürece bakarsak eğer, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında bu anlamda pek de önemli bir fark olmadığı görülür. Mesela Filistin meselesini ele alalım; altmış yıldır Filistinlilerin haklarını korumak üzere zerre kadar adım atmadılar. Obama’nın da bu konuda yeni bir politika geliştireceği kanaatinde değilim. Başkanlık koltuğuna oturduktan hemen sonra bir konuşma yaptı ve Filistin için yeni hiçbir şey söylemedi. İkinci bir nokta, Bush’un tam tersine Obama, Afganistan’daki savaşı daha fazla teşvik ediyor. Amerika halihazırda Irak’ta çıkmazda; ancak Obama Afganistan’da yeniden savaşı tırmandırmak istiyor. Ayrıca Pakistan’ı “dünyanın en tehlikeli yeri” ilan ediyor. Üçüncü nokta, İran’ın nükleer programı meselesi. Obama tıpkı Bush gibi nükleer İran’ı Amerika’nın milli güvenliğine yönelik olağanüstü bir tehdit olarak görüyor. Bu sebeple gelir gelmez İran’a ambargoyu bir yıl daha uzattı. Şimdiye kadar Obama’nın Ortadoğu’daki temel meselelere ilişkin politikalarında yeni ve köklü bir değişim göze çarpmıyor. Belki taktikler değişir; ama stratejik hedefler aynı kalır. Çünkü Amerika’da gelip geçen başkanlar pek de belirleyici değildir; kurumsallaşmış bir dış politika, bir devlet politikası söz konusudur. Altmış yıldır Amerika’nın Ortadoğu bağlamında değişmeyen en önemli stratejik hedefleri, İsrail’in güvenliğini savunmak, Arap ve İslam ülkelerini mezhebî ve ırkî çizgide parçalamak, bölgenin zenginliklerine (özellikle petrole) el koymaktır. Taktikler değişse bile bu amaçlara ulaşma noktasında Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimler arasında hiçbir fark yoktur.
Amaçlar değişmez ama araçlar değişebilir dediniz. Önümüzdeki dönemde araçlar ne şekilde değişebilir?
11 Eylül saldırıları sonrasında baskıcı bir üslubu ve güce dayalı politikayı benimseyen Bush önce Afganistan’a, sonra Irak’a karşı savaş ilan etti. Irak işgalinin hemen ardından Suriye’yi tehdit etti. Lübnan’da Suriye karşıtı güçleri destekledi; zaman zaman iç çatışmaya varan gerginlikler yaşandı burada. Yine İsrail’i ve saldırılarını destekledi, hem 2006’da Lübnan’a hem de 2008 sonunda Gazze’ye karşı. Ama bütün bu baskılarına, gücü son raddesine kadar kullanmasına rağmen Amerika amaçlarına ulaşamadı. Hal böyle olunca Amerikan sisteminin güç odakları (silah, finans ve petrol lobileri ile diğerleri), yeni arayışlar içine girdiler. Baskı ve savaş işe yaramayınca, üslubu değiştirerek diyalog yoluyla bu amaçlarına ulaşabileceklerini düşündüler. Araçlardaki değişimin nedeni Amerikan politikasının içinde bulunduğu işte bu açmaz. Bir diğer neden de küresel ekonomik kriz yüzünden artık Amerika’nın daha fazla savaş açmaya gücünün kalmaması. Hem bu açmaz hem küresel finansal kriz nedeniyle belki Amerika yeni bir üslup kullanmaya teşebbüs edecek. Ama kanaatimce ana hedefler değişmeyecek.
2008 yılının sonlarında Başbakanlık başdanışmanlarından Ahmet Davutoğlu’nun, Washington Post gazetesinden David Ignatius’a bahsettiği domino teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Biliyorsunuz 2009 yılı boyunca Ortadoğu’da ardı ardına kritik ülkelerde seçimler var ve birinin sonucu diğerini de etkileyebilir, tıpkı domino taşları gibi... 2008 yılı barış ve ateşkes görüşmeleriyle nispeten sakin geçmişti; ancak son günlerinde İsrail Gazze’ye çok büyük bir saldırı başlattı. Ardından da İsrail’de şiddet yanlısı Benyamin Netanyahu başbakan oldu. Önümüzdeki dönemde Lübnan’da, İran’da ve Irak’ta seçimler olacak. Bölgede neler yaşanabilir? Şiddet artar mı?
Öncelikle Ahmet Davutoğlu’nun düşüncelerini ve çizgisini takdir ettiğimi ve büyük oranda desteklediğimi belirtmek isterim. Özellikle de çok boyutlu dış politikasını... Ancak domino teorisi bence biraz tartışmalı bir teori. Başka bir pencereden de bakabiliriz Ortadoğu’da yaşananlara. Öncelikle Ortadoğu’daki çatışma iki proje arasında. Birinci proje, genel olarak Amerika-İsrail-Avrupa projesi ve bu projenin içinde bazı “mutedil” Arap ülkeleri var; Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi. Buna karşı diğer projenin içinde ise İran, Suriye, Hizbullah başta olmak üzere Lübnanlıların bir kısmı ve Hamas var. Bu iki proje arasındaki çatışma, son iki-üç yılda bence biraz anti-Amerikan projenin lehine neticeler verdi. Gelişmelere baktığımızda bu çok daha net görülür: Amerika Irak’ta çıkmazda ve bunun da etkisiyle İran’ı vurmaktan vazgeçti. İsrail hem Lübnan hem Gazze’de yenilgiye uğradı. Lübnan’da muhalefetin baskısı sayesinde, birinci proje tarafından desteklenen iktidar grupları geri adım atmak zorunda kaldı ve Mayıs 2008’de imzalanan Doha Anlaşması’nın akabinde milli birlik hükümeti kuruldu. Suriye’ye karşı izolasyon siyaseti tutmadı ve şimdi herkes Şam’a koşuyor. Yine Amerika, Afganistan’da da büyük bir çıkmazda. Bence bütün bunlar Amerikan-İsrail-“mutedil” Arap ülkelerinin projesinin çöküşte olduğunu ve anti-Amerikan projenin güç kazandığını gösteriyor. Ancak her iki projenin de destekçisi güçler arasında büyük bir değişiklik olmadığını belirtmek gerekir.
Öte yandan Gazze Savaşı’nı İsrail’de aşırı sağcıların hanesine yazılmış bir kazanç olarak görmüyorum. Çünkü İsrail siyasetinde sağcı, solcu, radikal vs. denilen gruplar arasında aslında herhangi bir fark yok. Hepsi radikal, hepsi aşırı milliyetçi, hepsi dinci… Bunun için seçimleri Likud lideri Benyamin Netanyahu kazanmış, Kadima lideri Tzipi Livni kazanmış, önemi yok. Eğer Tzipi Livni mutedil ise o zaman aşırı olan kim? Hem Kadima Partisi’nin eski lideri ve dönemin başbakanı Ehud Olmert hem de yeni lideri ve dönemin dışişleri bakanı Tzipi Livni’nin 2006 yılında Lübnan’da ne yaptıklarına bizzat şahit olduk. Gazze’de de keza. Yani en mutedil, en güvercin denilen politikacılar bile İsrail’de en aşırı politikaları uyguluyor.
Bunun için iki proje arasında bir çatışma var ve bu çatışma devam edecek. Üslup değişebilir. Mesela şimdilerde Suriye ile anlaşmak için teşebbüsler var. Ancak bu çabaların amacı ne? Suriye’yi İran’dan ayırmak, yani iyi niyetli, anlaşmak için yürütülen çabalar değil bunlar. Onun için çatışmanın ana hatları devam edecek. Çünkü problemler çok derin ve çok karmaşık Ortadoğu’da, özellikle de Filistin meselesinde.
Irak ve Afganistan’ın işgaliyle İran’ın en büyük iki düşmanı olan Taliban ve Saddam rejimleri devrildi. Ardından Şiilerin yükselişe geçtiği, Şii hilali oluştuğu endişesine kapılan Sünni ülkeler bir araya geldiler. Halihazırda bölgede bir kutuplaşma var; kimine göre Sünni-Şii kutuplaşması, kimine göre ise ılımlı İslam-radikal İslam kutuplaşması. İslam dünyasındaki bu kutuplaşmanın sonu nereye varacak?
Irak işgalinin hedeflerinden birisi hem Irak’ı bölmek hem de Müslümanlar arasında fitne yaratmaktı. Ama bu sadece Irak coğrafyasıyla da sınırlı değildi. Amerika ve İsrail bunu diğer ülkelere yaymaya çalıştı. Bölgedeki çatışma siyasi bir çatışma, mezhebî değil. Demin de bahsettiğim iki siyasi projenin çatışması. Ancak dış güçlere karşı hiçbir direnç göstermeyen bazı mutedil Arap ülkeleri, kendi zaafları sebebiyle bu çatışmayı başka yöne çevirmeye teşebbüs ettiler. “Çatışmanın özü mezhebî; İran bölgeyi İranlaştırmak, Şiileştirmek istiyor” dediler. Halbuki İran böyle bir şey isteyecek olsa bile, bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Üstelik eğer çatışma iddia ettikleri gibi Şiilerle Sünniler arasında ise, o zaman “Şii” İran ile “Sünni” Hamas arasındaki ittifakı ya da “Sünni” Türkiye’nin “Şii” İran ve Suriye’deki “Alevi-Nusayri” rejimi ile iyi ilişkilerini nasıl izah edebiliriz?
İsrail’in son Gazze saldırılarında Hamas büyük bir direniş gösterdi ve akabinde özellikle Avrupa ülkeleri Hamas’la görüşme konusuna daha olumlu bakmaya başladılar. Yine daha önce Devlet Başkanı Mahmud Abbas kesinlikle Hamas’la masaya oturmam derken şu anda uzlaşma sinyalleri veriyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğru, ama Avrupa’nın girişimlerinin hedefi Ortadoğu’daki problemin özüne ulaşmak ve onu çözmek değil. Çünkü problemin asıl kaynağı İsrail’in işgali. Şu anda bu işgali bitirmekten bahseden, bu konuyu tartışan Avrupalı var mı? Onlar sürekli problemin diğer yönleriyle, tali meselelerle uğraşıyorlar. Dolayısıyla Avrupa’nın Hamas’a yönelik açılımı bence samimi değil. Gazze’ye saldırarak Hamas’ı ve direnişi bitirme hedefine ulaşamayınca, bu kez üslubu değiştirdiler. Ama amaç aynı. Çünkü Batı’nın, Avrupa’nın asıl sınavı, İsrail’in işgalini sona erdirmek, başka birşey değil.
Hamas’ın başarısının ardından Filistin’de bundan sonra ne öngörüyorsunuz? Önümüzdeki süreçte dengelerde bir değişiklik olabilir mi?
Ben o kadar iyimser değilim. Çünkü Filistin probleminin özü söylediğim gibi İsrail’in işgali. Filistinlilerin ve İsraillilerin önünde üç ana başlık var: Birincisi 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmek; ancak İsrail tam tersine her gün yeni yerleşim birimleri inşa ederek yayılmacı politikasını sürdürüyor. İkinci nokta Filistinli mültecilerin anavatanlarına dönmesi; İsrail buna da karşı duruyor. Üçüncü nokta Filistin devletinin başkentinin neresi olacağı; ancak İsrail Doğu Kudüs’ten de çekilmek istemiyor. O zaman hem İsrail hem de Batı, Filistinlilere ne verecek? Hiçbir şey. Bu durum karşısında Mahmud Abbas ve onun çizgisinin birkaç yıl sonra mutlaka Hamas gibi olacağını düşünüyorum. Böyle bir ortamda Filistinliler arasında uzlaşma girişimleri bence sanal girişimler. Çünkü genelde bu iki proje arasında, özelde de Hamas ile el-Fetih arasında derin ihtilaflar var. Mahmud Abbas, Amerika ve mutedil Arap ülkelerinin projesinin bir parçası; Hamas ise diğer cephenin. Şimdiye kadar bu iki cephe arasında herhangi bir anlaşma sağlanamadı. Dolayısıyla bence ufukta Filistinliler arasında bir uzlaşma görünmüyor. Yine bütün çabalara rağmen şimdiye kadar Suudi Arabistan ile Suriye arasında somut bir anlaşma sağlanamadı. Çünkü zemin belli değil. Obama’nın politikasında ne tür değişiklikler olacak bilinmiyor. Altmış yıldır Filistinlilere hiçbir şey vermediler, gelecekte de vermeyeceklerini düşünüyorum. Çünkü İsrail bir devlet değil, bir proje ve bu projenin ana zemini, tarihî Filistin toprağında. İsrail, her gün daha fazla Filistin toprağına yayılıyor. Bu gidişle beş-on yıl sonra Filistinlilerin tek bir metre toprağı dahi kalmayacak.
Buradan Lübnan’a geçecek olursak, bildiğiniz üzere Haziran ayında genel seçimler var. Lübnan hep Ortadoğu’da söz sahibi güçlerin nüfuz mücadelesine sahne oldu. Bölge çapında yaşanmakta olan kutuplaşma, özellikle 2005’te Refik Hariri suikastından sonra Lübnan’a da yansıdı. Seçimler Lübnan’daki oyunda bir değişikliği beraberinde getirebilir mi?
Lübnan’daki bölünme çok derin. Batı yanlısı 14 Mart cephesiyle, muhalif 8 Mart cephesi arasındaki ihtilaflar çok derin olsa da, güç çatışması dengeli. Lübnan mezhebî-dinî bir devlet ve hiçbir grup bir diğerini yok edemez. Bu nedenle bütün gruplar istikrar için aralarında uzlaşmak mecburiyetinde. İşte bunun için 14 Mart cephesi mecliste çoğunluğu elinde tutsa da iki cephe arasında bir milli birlik hükümeti kuruldu. Seçimlerde eğer muhalefet kazanırsa, bence büyük bir değişiklik olmayacak. Çünkü muhalefet tek başına iktidar olacak çoğunluğa ulaşsa bile, 14 Mart cephesinin başını çeken Gelecek Hareketi lideri Sa’d Hariri, İlerici Sosyalist Parti lideri Valid Canbolat gibi diğer güçleri hükümetin dışında bırakamaz, bu mümkün değil. Bunun için muhalefet de kazansa, iktidardaki güçler de kazansa, aşağı yukarı aynı formül devam edecek ve ikisinin uzlaşmasıyla bir hükümet kurulacak. Hiç kimse kazanmayacak, hiç kimse kaybetmeyecek. Şu bir gerçek ki, Lübnan’ın istikrarı iç dinamiklerden değil, dış dinamiklerden kaynaklanıyor. Çünkü Lübnan bölgedeki problemlerin bir aynası niteliğinde. Eğer Araplar arasında, özellikle de Suudi Arabistan ile Suriye arasında yürütülen uzlaşma girişimleri başarıya ulaşırsa, ki bence bu o kadar da kolay değil, o zaman Lübnan’daki istikrar daha sağlam olabilir. Ancak eğer bu girişimler başarılı olmazsa, mevcut güç dengesi devam edecek.
Son yıllarda bölgede önemli bir oyuncu olan Suriye’nin gücünde bir zayıflama görüyor musunuz? Mesela Lübnan’dan askerlerini çekmesi ve akabinde yaşanan gelişmeler, Suriye’nin bölgedeki gücünü nasıl etkiledi?
Tabii Suriye ekonomik, askerî ve jeostratejik açılardan eskisi kadar güçlü değil. Suriye’nin gücü elindeki kartlardan kaynaklanıyor; Hamas, Irak’taki direniş, Lübnan’daki Hizbullah ve 8 Mart cephesi kartları gibi. Daha önce elindeki en önemli kartlardan biri olan Lübnan’daki askerî varlığını çekmesi, mutlaka Suriye’nin Ortadoğu’daki konumunu zayıflattı. Ancak buna rağmen Lübnan’da Suriyesiz istikrar olamaz. Çünkü Suriye Lübnan’ı doğrudan ve sürekli etkiliyor. Suriye ordusu Lübnan’ın içinden çekilse de hemen dışında duruyor. Yine Hizbullah, Emel ve Mişel Avn hareketinin başını çektiği 8 Mart cephesi Suriye’ye yakın. Lübnan ile Suriye arasındaki ilişkiler hem tarihî hem coğrafi hem ekonomik hem de ailevi; yani çok boyutlu ve derin. Kısaca Lübnan, Suriye için önemli bir kart olmaya devam edecek. Diğer taraftan Suriye’nin en önemli kartlarından birisi Filistinli radikal örgütleri desteklemek ve onlara kucak açmak olduğu için Ortadoğu problemlerinde Suriyesiz bir çözüm mümkün değil. Dolayısıyla gücü zayıflasa da Suriye, Ortadoğu coğrafyasında marjinal değil, merkezî bir güç olmayı sürdürecek.
Bildiğiniz gibi, Gazze saldırısıyla kesilmiş olsa da, Suriye’yle İsrail arasında Türkiye arabuluculuğunda dolaylı barış görüşmeleri vardı. Suriye’nin işgal altındaki Golan Tepeleri’ni İsrail’den geri alma karşılığında direnişe verdiği destekten vazgeçme ihtimali yok mu? Çünkü Suriye direnişi hep stratejik hedeflerine ulaşmada bir koz olarak kullanageldi.
Suriye Golan’ın iadesi karşılığında direniş kartını hiçbir zaman bırakmaz. Çünkü eğer Filistin ve Lübnan’daki direniş kartını, İran kartını bırakırsa, Suriye’den geriye ne kalacak? Bütün bunlar Suriye’nin güç kartları. Ben bütün söylentilere rağmen Suriye’de rejimin ana hatlarının Amerikan karşıtı olduğunu düşünüyorum. Ara sıra Amerika’yla işbirliği yapabilir (Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı yaptığı gibi), ama önemli konularda işbirliği yok. 1979’da Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ve 1994’te Ürdün Kralı Hüseyin İsrail’le bir anlaşma imzalandığı zaman, Suriye de aynı şey yapabilirdi, ama yapmadı. Çünkü Suriye rejiminin ana çizgileri İsrail ve Batı karşıtı. Şunu da vurgulamak gerekir ki İsrail’in, Amerika’nın ve Suudi Arabistan’ın ana hedefi, Golan’ı Suriye’ye iade etmek değil; Suriye ile İran arasında çatışma çıkarmak, Suriye’yi İran’dan ayırmak. İşte bunun için Suriye bu şartları kabul etmeyecek. Kabul ederse eğer, ertesi gün rejim düşer.
Irak’ın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Eski Irak bitti. Şimdi yeni bir harita, Arap ve Kürt federasyonları var. Bu birinci boyut. İkincisi, Irak eski çatışmacı Irak olmayacak. İran ile iyi ilişkiler içine girmek mecburiyetinde. Ancak maalesef Irak’ın komşuları, güçlü bir Irak’ı istemiyorlar. Bunun için de hem bölünmüş hem de zayıf Irak devam edecek. Ancak Irak kendi komşularına karşı düşman bir ülke de olmayacak.
Buradan Türkiye’ye gelelim. Türkiye’nin son dönemde Ortadoğu’ya yönelik politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu politikalar Ortadoğu’da gerek halklar gerekse devletler bazında nasıl bir etki yaptı?
Soğuk Savaş sırasında çift kutuplu yapıda Türkiye Batı ekseninin bir parçasıydı. Gerek Soğuk Savaş sırasında gerekse 90’lı yıllar boyunca Türkiye, Ortadoğu’da negatif bir rol oynadı; Amerika ve İsrail ile birlikte, Araplara karşı... Bence değişimde en önemli dönüm noktası 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiydi. AK Parti’nin yeni dış politikası kesinlikle hem Türkiye hem Arap dünyası hem Müslüman dünya için çok olumlu. Türkiye’nin İsrail dâhil diğer yabancı ülkelerle ilişkilerinin hedefinin Arap dünyası olmaması bence çok önemli. Yine ilk defa 2002 yılından beri Türkiye hiçbir Arap meselesine karşı çıkmadı. En önemli nokta ise bu politikanın tarihî-medenî zihniyetten çıkması. Bu birkaç yıl için uygulanan, konjonktürel bir politika değil; zihnî-ideolojik bir değişim var Türkiye’de. Bu çok önemli. Biz bu politikanın göstergelerini gerek son Gazze saldırısı gerekse 2006’da Lübnan’daki olaylar sırasında gördük. Türkiye Lübnan ve Filistin başta olmak üzere bölge meselelerini genel olarak Araplardan daha fazla sahiplendi. Bu, Türkiye’deki değişimin bir göstergesi. Bence bu politika Türkiye’nin çıkarlarına da uygun. Daha önce Türkiye’nin komşularıyla düşmanca ilişkileri vardı; ama artık Türkiye’nin Müslüman dünyasıyla, Arap ülkeleriyle, yani bu coğrafyadakilerle ilişkileri oldukça iyi. Arap dünyasının ve basınının önemli bir kısmı, Türkiye’nin, özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gerek Davos’taki çıkışını gerekse daha öncesindeki tutumunu büyük takdirle karşıladı. Genel anlamda Türkiye’nin imajı oldukça olumlu olsa da Suudi Arabistan, Mısır gibi bazı mutedil Arap ülkelerinde çeşitli şüpheler dile getiriliyor. Nasıl oldu da Türkiye son savaşta Gazze’nin yanında, ama Mısır’ın karşısında yer aldı? Bundan kuşku duyuyorlar. Türkiye’nin bu farklı bakışlara dikkat etmesi lazım.
Peki, Arap sokaklarında Türkiye imajı nasıl?
Türkiye’nin imajı yüzde yüz mükemmel, yüzde yüz olumlu. Bildiğiniz gibi çağdaş Arap tarihinde en önemli şahsiyet, en önemli kahraman Mısır lideri Cemal Abdunnasır idi. Arap basınında kaleme alınan bazı yazılarda, Erdoğan’ın Araplar için Abdunnasır gibi olduğu vurgulandı, ki Gazze olaylarının başlangıcında bunu ilk kullanan bendim. Türk basınında yazılan bazı makaleleri okudum, bu benzerlik eleştiriliyordu Abdunnasır Türkiye’ye karşıydı diye. Hayır, Abdünnasır Arap halklarının, özgür insanların vicdanı ve milli mücadelelerinin simgesi idi. Şimdi Erdoğan aynı rolü oynuyor. Bence bu benzerlik ile gurur duymak ve olumsuz yazıların etkisinde kalmamak lazım. Arap sokakları hem Türkiye’nin hem de Erdoğan’ın tavrını yüzde yüz olumlu karşılıyor. Türkiye ile Arap dünyasının ve üçüncü dünyanın sokaklarındaki insanların mücadelesi aynı ve ortak.
Obama Kanada’dan sonra ilk resmî yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirdi ve bu ziyaret çok ses getirdi. Size göre Obama’nın Türkiye ziyaretinin ne gibi anlamları var?
Obama’nın Türkiye’ye ziyareti önemli ve oldukça anlamlıydı: İlk olarak, son yıllarda Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’daki konumu ve rolü epeyce güçlendi. Amerika insani kaygılarla değil, çıkarlarıyla hareket eder. Bu nedenle Obama’nın Müslüman ülkeler arasında ilk ziyareti için Mısır veya Suudi Arabistan yerine Türkiye’yi seçmesi bir tesadüf değil. İkincisi, Amerika ve genel itibarıyla Batı eskiden olduğu gibi Türkiye’yi yeniden Batı ekseninin sadık bir oyuncusu haline getirmeyi hedefliyor. Üçüncüsü, Obama ülkesinin oldukça kötü olan imajını düzeltmek için Türkiye’ye geldi. Dördüncüsü, Amerika’nın başta Afganistan, Irak, Kafkasya ve Ortadoğu olmak üzere birçok probleminin çözümünde Türkiye’ye ihtiyacı var. Beşincisi, Obama’nın İslam dünyasına mesajını, bütün İslam ülkeleriyle iyi ilişkileri bulunan uzlaşmacı Türkiye’den iletmesi daha olumlu ve etkili olurdu. İşte bütün bu kaygılarla Obama ilk resmî yurtdışı gezisini Kanada’dan sonra Türkiye’ye gerçekleştirdi. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, söz ve niyetlerden çok daha önemli olan fiilî adımlardır ve şimdiye kadar Obama iyi niyet gösterisinden başka bir şey yapmadı. Bunun yeterli olmadığı da aşikâr.
Son olarak, önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da tansiyonun düşürülebilmesi için neler yapılmalı?
Eğer Obama gerçekten samimiyse, ilk olarak Filistin meselesinden başlayıp İsrail’in yayılmacı politikasını durdurmalı. Daha sonra hem Irak hem Afganistan’dan çekilmeli. Dünyanın en işgalci, saldırgan ve sömürgeci gücü Amerika’dır. Sömürgeci politika bir stratejidir Amerika’da, müesseseleşmiştir. Beyaz Saray’da kim olursa olsun, ister siyah isterse beyaz fark etmez, icraata gelince hepsi “beyaz”dır. Ben iyimser değilim. Obama sadece vakit kazanmayı hedefliyor. Türkiye de dâhil bütün ülkelerin sürekli teyakkuzda olması gerektiğini düşünüyorum.
Paylaş
Tavsiye Et