Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2009) > Asılıyorum > La Fontaine miyim neyim?
Asılıyorum
La Fontaine miyim neyim?
Ali Cengiz Tuğrul
Geçenlerde dergide oturuyoruz.
Kim nasıl başlattıysa bir, ‘Hangi hayvandan hoşlanırsınız?’ muhabbeti başladı.
Efendim kimi kedilerden pek hoşlanırmış, kimi tavus kuşunun kuyruğuna hayranmış, kimi muhabbet kuşunu hiçbir hayvana değişmezmiş falan filan.
İçlerinde akıllı çocuklar da vardı.
İngilizlerin kısrağından, Cumhuriyetçilerin merkebinden, Demokratların filinden hoşlananları bir tarafa kaydettim.
Rus ayısı, Çin yılanı, Hindistan ineği, Arap atı türünden saçmalayanları da kaydettim tabii.
Gençlerden biri İngiliz kısrağı ile Amerikan merkebinin çiftleşmesinden nesepsiz katır doğar dedi.
Bir diğeri evladı olmadığından katırın fena çifte attığını söyledi.
Tarih buna şahitmiş.
Bu sözleri acı bir tebessümle dinledim.
Neyse, laf döndü dolaştı, nihayetinde bana ulaştı.
‘Pek sayın, muhterem, değerli Ali Cengiz Tuğrul beyefendi, zatı şahaneleriniz neden hoşlanırlar acaba?’ diye aynı soruyu bana da sordular.
‘Kısrak, merkep, fil iyi de; öyle kuştu, kediydi geçiniz efendim!’ dedim.
Bilirsiniz ben neyi doğru bellemişsem hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden dosdoğru söylerim.
Yok Saddam taraftarları kızarmış!
Yok Bin Ladin uçağıyla bizim derginin kulesine pike yaparmış!
Hiç anlamam.
Yine aydın olmanın şahsıma yüklediği derin sorumluluğun dayanılmaz ağırlığı ile yaklaştım konuya.
‘Mandadan’ dedim.
 
EVET BEN MANDADAN HOŞLANIRIM
Gençler bilmez.
Hele İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de yaşıyorlarsa nereden bilecekler mandayı.
Babaları, anneleri belki bilir.
Ama dedeleri, nineleri kesin bilirler.
Manda irice bir dört ayaklıdır.
Öküz desen değil, inek desen değil, dana desen hiç değil.
O değil, bu değil.
Mandanın da dünya umurunda değildir.
Hiç sıkıntıya filan gelemez.
Öyle sıkıntıydı, kaygıydı, dertlenmekti, üzülmekti gibi derdi hiç olmadığından kaymağı pek lezzetli olur.
Karnını doyurdu mu yapacağı tek bir şey vardır.
Çamura yatmak.
Bu tür çamura yatması ile maruftur.
İri bir cüssesi olduğu için kolay kolay hiç kimse ‘hop kardeşim, niye çamura yatıyorsun?’ diye hesap soramaz.
O bol çamurlu, ıslak ve rahat bir yer bulup oraya çöreklenmiştir.
Ben böyle çöreklenmiş çok manda gördüm.
Ama manda bir yere nasıl çöreklenir, ne zaman çöreklenir, ona hiç şahit olmadım.
Çöreklendiği yerden kalkmakta olanına da daha tesadüf etmedim.
O orada öyle ağır, öyle kerli ferli yatar durur.
Burnuna konan sineğe de, sırtına tırmanan örümceğe de, karnına yapışan sülüğe de bana mısın demez.
Altında kalıp ezilenler nasıl hiç canını sıkmazsa, çobanı hariç tepesinde dolanıp duranları da takmaz.
Öyle bir snob tavrı da vardır.
Varsa yoksa daha önce yedikleri, daha sonra yiyecekleri.
Yediği her ne ise onu bir daha yer, bir daha yer, bir daha yer.
Bıkmaz, usanmaz, utanmaz.
Hayvan işte, neden utanacak.
Mandanın bir şeyler bilip bilmediğini de kimse bilmez.
Ama o oturduğu köşeden hiç durmadan bir şeyler geveler durur.
Daha önceden yalayıp yuttuğu üç beş parçayı ağzında bir sağa bir sola, bir sola bir sağa, bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı döndürür durur.
‘Sola getirme’ desen, ‘sağa getirdim ya!’ der gibi bakar.
‘Sağa getirme’ desen, ‘sola getirdim ya!’ der gibi bakar.
Çok üstüne varırsan boynuzu vardır, kakar.
‘Ağzındaki baklayı çıkar’ desen çıkarmaz, ‘yut’ desen yutmaz.
Lafı eveleyip geveleme mesleklerinin piridir manda...
Jeopolitikle tek alakası suya doğru uzanmasıdır.
Aslında ağır ve kara bir kara hayvanıdır.
Damarlarında dolaşan bildiğimiz kandır.
Bizim toprakların yaratığı bu kadar olur.
 
ELOĞLUNUNSA ALIEN’I VAR
Onun damarlarında biliyorsunuz asit dolaşıyor.
Asitini dokundurduğu ademoğlu cazzz diye yanıyor. Ripley denen kadın bunu bile bile ne diye bu yaratıkla dalaşıyor?
Öyle batakta oturup geviş getirecek bir kara hayvanı değil bu yaratık.
Gezegenler arası dolaşabilen çağdaş bir yaratık.
Ama ilkel.
İlkel fakat hem zeki, hem çevik!
Hem çift kafalı, hem insan düşmanı.
Koca kafa ağzını açıp milleti korkutuyor.
Isırma işini içinden çıkan küçük kafa üstleniyor.
Küçük kafa taşeron.
Koca kafa hesabına çalışıyor.
Öyle yüzsüz, öyle suratsız, öyle çirkin bir ikili.
Yumurtlayarak süratle çoğalıyor.
Yumurtasını kendinden olmayan türlere de bırakabiliyor.
Mesela ademoğluna.
Doğuma kadar döllediği insana dokunmuyor.
Merhametinden mi? Değil.
Doğum, döllenenin göğüs kafesi parçalanarak gerçekleşiyor.
Anlayacağınız benzerini üreteni yok ederek ürüyor.
Ya ben, ya hiç mantığı.
Ya bizdensiniz, ya da yok edilmeyi hak ediyorsunuz!
Döle yataklık edeyim, belki taltif edilirim derseniz havanızı göğüs kafesinizden alırsınız artık.
Aslında Ali Cengiz Tuğrul olarak ben bu kafes parçalanmasından bir sürü rasyonel hikmetler çıkarabilecek çapta bir yazarım.
Mesela metni şöyle okuyup, anlamı şöyle çözümleyebiliriz.
Kafes, göğüs kafesi de olsa neticede bir kafestir.
Bizim bütün geleneksel kültürümüz kafesten kurtulma kültürü üstüne kurgulanmamış mıdır?
‘Bülbülü altın kafese koymuşlar’ meselini sokaktaki çocuklar bile bilir.
Kafesten illâ kendi çabamızla mı kurtulmamız gerekir?
Başka bir tür olarak da olsa, özgürleşmek niçin ağırımıza gitsin.
Ev ödevimizi bu tür olarak yapamıyorsak bambaşka bir tür olarak neden yapmayalım?
Hem eli, ayağı farklı olana sırf çift kafalı ve yırtıcı diye bu tahammülsüzlük niye?
Bu tahammülsüzlük ve illâ kendimiz olarak kalma isteği bir türlü kurtulamadığımız şarklılığımızın eseri değil mi?
Damarlarında asil asit bulunan kudretli bir yaratığa dönüşmek o kadar kötü bir şey mi?
Hem ‘biz istedik bir göz, Allah verdi iki göz!’ diye mükemmel bir deyişin olacak, hem de iki kafalı olma imkanını reddedeceksin.
Hem öldükten sonra dirilmeye inanacaksın, hem bu metamorfoza karşı çıkacaksın!
Hem de bunu dindarlık adına yapacaksın!
Başlı başına bu tutum, tutarsızlığın en büyüğü değil mi?
Hem filmin son serisinde Alien de ademkızı Ripley’e dönüşmüyor mu?
Bize asitini verip bizden doğurganlığımızı almıyor mu?
Birleşerek yaratığa kendi özelliklerimizi kazandırma imkanından tümüyle vaz mı geçeceğiz?
Bütün bu rasyonel sebepleri sıralarken gencin biri, baktım, müstehzi bir ifade ile beni dinliyor.
O yaşları iyi bilirim.
Bilmem kaçıncı filo gelirse gelsin kalkıp koca filoya taş atılmaya gidilecek yaşlardır o yaşlar.
Sanki atılan hap kadar taşlarla koca filo batacak.
Öyle irrasyonel yaşlardır.
Biraz aklı başına gelince filodakilerin elini öpmeye gidecektir o genç.
Kendimden biliyorum.
O genç kalktı masamın üstüne küçük bir kağıt bıraktı:
... “Bizi bir başımıza bıraksalar,
tarafgirlik ve cehalet
            ve çok konuşmaktan başka müspet
                                              bir hayat kuramayız.
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor...
... Hem artık işi uzatmağa gelmez
Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir:
Türkiye’yi geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir...
…Hem, İstanbul’daki Amerikan dostlarımız:
   Mandamız korkunç değildir,
                                  diyorlar,
Cemiyet-i Akvam nizamnamesine dahildir,
                                                    diyorlar.”
Ve böylece bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat.
Sivas, mandayı kabul etmedi fakat...
Şimdi ben bu gence ne diyeyim?
Gençken ben de Nazım’ın çok şiirini okumuştum.
Ama durup dururken nerden çıktı bu şiir?
Konumuzla ne alakası var!
 
SON SÖZ
Şiir karın doyurmaz!

Paylaş Tavsiye Et