Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2009) > Söyleşiyorum > MEHMET GÖRMEZ: “Diyanet, din ile modernlik geriliminde arabulucu”
Söyleşiyorum
MEHMET GÖRMEZ: “Diyanet, din ile modernlik geriliminde arabulucu”
Konuşan: Ali ASLAN
Modernite ve din; insan hayatının anlamı ve amacı, toplumsal alanın düzenlenmesi, zaman ve mekan algılaması, insan-doğa ilişkileri gibi insan varoluşunun tüm boyutlarına dair alternatif bakış açıları sunan iki sistem. Bu iki sistem ve bu sistemlerin müdavimleri arasında sürekli bir gerilimin olması kaçınılmaz bir durum. İslâm coğrafyasında bu gerilim, modernleşmeyi medeniyet değiştirmek olarak algılayan, Aydınlanma ideolojisi uyarınca dini insanlık tarihinde aşılması gereken bir olgu olarak gören ve bu değerleri halka tepeden dayatan laik elitlerle, modernlik ve bunun taşıyıcısı Batı karşıtlığı üzerinden kendini kuran ve dinî bir söylemle siyaset yapan gruplar arasındaki çatışmalar nedeniyle somutlaştı ve derinleşti. Bu birbirine zıt siyasi projelerin son dönemde içinde bulundukları sistemi de tıkayarak kimlik krizine girmeleri, bu kutuplaşmayı aşmaya çalışan yaklaşımların daha fazla görünür olmasına ve esaslı toplumsal tartışmaların yapılmasına yol açtı. Kimlik, düzen, tarih ve mekan gibi kadim varoşsal sorunların tekrardan toplumsal, siyasi ve entelektüel tartışmaların merkezinde yer almaya başlaması bunun en net göstergesi.
Bu ay modernite ve din ilişkisi, Ramazan ayının toplumsal işlevi, Türkiye’deki toplumsal dönüşüm ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın buna yönelik projeleri gibi belli başlı konuları, halen Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevini yürüten Prof. Mehmet Görmez’le konuştuk. Akademik çalışmalarında, sünneti model olarak günümüze taşımanın yolları, hadislerin hadislerle yorumu, Gazâlî’de sünnet, hadis ve yorum gibi konulara odaklanan Görmez’in belli başlı eserleri arasında, Sünnet Müdafaası I (Çeviri, Rehber Yayınları, 1992), Musa Carullah Bigiyef (TDV Yayınları, 1994), Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, (TDV Yayınları, 1997), Kitabus-Sünne (Çeviri, Ankara Okulu Yayınları, 1998), Hatun (Çeviri, Kitabiyat, 1999) bulunuyor.
 
Modernite ve din arasında ne tür bir ilişkiden bahsedebiliriz? Din ve modernlik birbirinin alternatifi midir?
Elbette din ve modernlik birbirinin alternatifi olamaz. Modernite, dinin öngörmediği bir hayat tarzını dayatsa da radikal zıtlıklardan kaçınmak gerektiğini düşünüyorum. Bu hususta daha ihtiyatlı, daha olgun, daha seçici, daha eleştirel bir bakış açısına ihtiyaç olduğunu ifade etmek isterim. Mutlak hakikat fikrine dayanan gerçek dinin her ortamda yaşanabileceğine inanıyorum. Geleneksel ortamın nasıl avantaj ve dezavantajları varsa, modern zamanların da avantaj ve dezavantajlarından söz edilebilir. İslâm’ın hayatla kurduğu ilişki o kadar güçlüdür ki, modernitenin üstesinden geleceğine inanıyorum. Ancak biz Müslümanların bu ilişkiyi yüksek bir bilgi, metodoloji ve özgüvenle ortaya çıkarmakta geciktiğimizi de belirtmek isterim. Dünya Müslümanlarının birbirleriyle kolayca temasa geçmesi, alternatif İslâmî görüşlerin seslerini duyurabilmesi, iletişim ve bilgiye ulaşma imkanlarının artması, canlı bir fikrî ortamın oluşması uzun vadede avantaj olacaktır.
 
Modernite ve din arasındaki ilişkinin bu topraklardaki serüvenine bakacak olursak, Türk modernleşmesi çerçevesinde nasıl bir devlet-din ilişkisi söz konusu? Diyanet İşleri Başkanlığı bu çerçevede tam olarak nereye oturuyor?
Modernite ve din arasındaki ilişkinin bu topraklardaki serüveni oldukça gerilimli, problemli, hatta ideolojik kutuplar üreten bir seyir izledi. Bu ilişkinin en rahat kurulabildiği dönemler nispeten Tanzimat ve Cumhuriyet’in ilk yılları oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir kurum olarak nereye oturduğunu bütün yönleriyle tespit edebilmek için mufassal bir Diyanet tarihine ihtiyaç var. Hatta sağlıklı bir din-devlet ilişkileri tarihi için de bu gerekli. Ancak eldeki bilgilerden hareketle şunu söyleyebilirim, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en büyük işlevi, bu gerilimde, halk dindarlığının yanında yer alarak bir nevi arabulucu olmasıdır. Başkanların ve üst düzey yöneticilerin bilgisine, birikimine, kişiliğine ve dünya görüşüne göre değişiklik arz etse de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu gerilimde dinin veya halk dindarlığının lehine bir tutum geliştirerek önemli vazifeler gördüğünü ifade edebilirim. Merhum Ahmed Hamdi Akseki’nin yirmi beş yıllık çabaları bu açıdan ele alınmaya muhtaç. Askerî müdahalelerden sonra bu meyanda gösterilen çabalar hem dinin hem devletin hatta milletin lehine oldu. Kitlesel dindarlığın siyaset dışı bir şekilde temiz tutulmasından sorumlu bir kurumun din-devlet ilişkilerini yumuşattığını söyleyebilirim.
 
Din ve modernlik arasındaki gerilimli ilişki gündelik hayata tezahür ediyor? Mesela bunun Ramazan’a yansıması ne şekilde oluyor?
Öncelikle Ramazan’ın bu ilişkiye nasıl tesir ettiğini söylemek isterim. Her yıl rahmetiyle bizi kuşatan Ramazan, bu ilişkideki gerilimi adım adım azalttı. Aşırı ideolojik kutuplar bunun farkında oldukları için Ramazanlarda suni gerilimler üretegeldiler. Ben burada gerilimin, modernliğin veya dinin kendisinden ziyade özellikle medyanın bunları sunuş tarzından veya ideolojik kutuplaşmalardan kaynaklandığını düşünüyorum. Ramazan neredeyse (Mevlânâ, Yunus Emre, Mimar Sinan gibi) tüm toplumun ortak paydası konumunda. Ramazan gerçekten bir barış ve huzur kaynağı fonksiyonunu icra ediyor. Hatta bahsi geçen gerilim adeta bu ayda askıya alınıyor. Yakın geçmişte Ramazanlarda ortaya çıkan gerilimlerin, din-modernite ilişkisinden çok, bu gerilimin askıya alınmasına izin vermek istemeyen ideolojik kutuplardan kaynaklandığını unutmayalım.
 
Sosyolojik bir perspektiften baktığımızda Ramazan’ın toplumsal işlevi nedir? Kimlik kurucu, toplumsalı inşa eden, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren, toplumsal bağları güçlendiren vs. bir işlevden bahsedebilir miyiz?
Hac ibadeti, Cuma ve Bayram namazları gibi Ramazan’ın da evrensel anlamda hem kimlik kurucu, toplumsalı inşa eden işlevinden hem de toplumsal bağları güçlendirdiğinden söz edebiliriz. Ben şahsen çalışmalarımda Ramazan’ı, her yıl iradelerimizi eğitmek ve ilişkilerimizi tanzim etmek için kayıt yaptırıp talebe olduğumuz bir aylık ilahî bir mektep, bir okul, yoğunlaştırılmış bir kurs gibi ele alırım. Bu mektebin oldukça yoğun bir programı, müfredatı olduğunu hepimiz biliyoruz. İmsak ve iftarıyla, teravihiyle, orucuyla, fitre ve zekatıyla, Kadir Gecesi’yle ve nihayet bayramıyla programın her bir unsurunda sadece iç dünyamızı değil, toplumsal ilişkilerimizi de düzenleyen önemli faktörler var. Oruç tutmayanlar dahi karneleri zayıf da olsa bu mektebin öğrencileri olmaktan kendilerini çıkaramazlar.
Son yıllardaki Ramazan etkinliklerini şekilsel bulan ve Ramazan’ın içeriğinin boşaltıldığını ileri süren eleştiriler yapılıyor. Bu eleştirilere katılıyor musunuz?
Katılmıyorum ama bu eleştirilerin daha yüksek seviyede devam etmesini istiyorum. Katılmıyorum çünkü mübah dairesinin geniş tutulmasını, Ramazan’ın sevinci ve coşkusunun çocuklarımızı ve gençlerimizi kuşatmasını önemsiyorum. İbaha dairesinde gerçekleştirilen etkinliklerin çok tabii ve insanî olduğunu düşünüyorum. Ruhbaniyeti andıran dindarlığın İslâm’da olmadığını hatırlatmak isterim. Eleştirileri de önemsiyorum; zira ibadetleri festivale dönüştürme ihtimallerini zihinde diri tutmak gerekir.
 
Ramazan ve medya ilişkisine bakacak olursak, dinin her türlü kamusal görünümünü büyük oranda geri plana itmeye çalışan bazı medya organlarının, Ramazan ayında farklı bir tavır sergilemelerini nasıl anlamak lazım?
Bu ister toplumun böylesi büyük değerlerini karşısına almaktan çekinmekten olsun, ister politik formattaki dindarlıkla apolitik halk dindarlığının arasındaki çizgiyi kalınlaştırma arzusundan, yani “Biz halk dindarlığını kabullenebiliyoruz ve saygı duyuyoruz” mesajı verme arzusundan olsun, isterse saf reyting kaygısından olsun, bunu Ramazan’ın rahmeti, hatta bir hadis hocası olarak şeytanların bağlanması ile izah ediyorum. Burada affedilemeyecek şey, daha önce de ifade ettiğim gibi Ramazan’ın barış ve huzur atmosferinde gerilimlerin askıya alınmasına izin vermeyecek şekilde yayın yapmaktır. Ancak son iki yılda bunun azaldığını müşahede etmek bizi sevindiriyor.
 
Günümüzde dindar-muhafazakâr kesimin, özellikle tüketim kültürü ve ekonomik faaliyet açısından, “aşırı” modernleştiğine dair bir tartışma sözkonusu. Siz bu tespite katılıyor musunuz? Bu, din ve modernlik ilişkisi açısından ne anlam ifade ediyor?
Zenginlik ve serveti modernliğin bir gereği, fakirlik ve meskeneti dindarlığın ayrılmaz bir parçası olarak görmek doğru değildir. Önemli olan helal kazanç, helal lokma, emeğe saygı sınırları içinde kalmaktır. Güç, servet ve iktidarla birlikte dinî hayatın zayıfladığı, ahlaki yozlaşmanın arttığı doğrudur. Ama gerçek dindarlık; gücü, serveti ve iktidarı da ahlaka râm kılmakla gerçekleşir. İslâm tasavvufunda düşman ilan edilen nefs ile terbiye edilmiş nefs anlayışları mevcuttur. Şahsen, egoyu düşman gören mistik bir anlayış yerine egoya biçim veren, terbiye eden anlayışı tercih ederim. Aşırı idealizm gerçeklikten uzaklaştırır. Hani Cüneyd-i Bağdadî çok acıkır ve karnını doyurmak için bir hana gider. Hikaye bu ya, kapıda melekler eğilerek selamlar Cüneyd’i. Yemek önüne gelir. Ancak o sınırları zorlamak için bir süre yemek yemez ve beklemeye koyulur. Birden nefsinin kara bir nesne olarak içinden çıkıp yemeğe saldırdığını görünce üstünü kapatarak hanı terk eder; ancak terk ederken meleklerin selamı ile karşılaşmaz. Esas olan egonun terbiyesidir. İdeal, nefse hâkim olmak ise nefs olmadan nasıl hâkim olunur?
 
Türkiye’de kendisini “laik” olarak addeden insanlar sizce dini nasıl algılıyorlar?
İki yanlış algıdan söz edilebilir. Birincisi, bazı din algılarının halen Fransız Aydınlanması’nın kavramları üzerinden oluştuğunu görmek üzücü; çünkü bu arada hem Batı felsefî düşüncesinde çok ciddi değişmeler yaşandı hem de Batı dünyasını Fransız Aydınlanması sürecine getiren hiçbir olay İslâm’ın tarihinde yaşanmadı. Bu algı başka bir çeşit tutuculuğa dönüştü ve kendini yenileme ve sorgulama ihtiyacı hissetmedi. Bir diğer yanlış algı ise dini oldukça aşırı ideolojik okumalardan tanımaları. Dini dogmalardan ibaret görmek ve geri kalmışlığın ideolojisi olarak temellendirmek, din-bilim karşıtlığı üzerinden algılar oluşturmak bu yanlış algının başlıca sebeplerinden. Bu yanlış algılar konusunda hem bazı dindar söylemlerin yanlışlığının hem de Müslüman entelijansiyanın tabii yorumları belli bir metodoloji çerçevesine ortaya koymakta zaman zaman yetersiz kalışlarının da payı yok değil. 
Türkiye’de bir yandan dindar kesimlerin ‘aşırı’ modernleştiği, diğer yandan da toplumun dindarlaştığı yönünde belli noktalarda birbiriyle çelişen tespitler var. Türk toplumunda yapısal anlamda son yıllarda tam olarak olan biten nedir?
Muhtelif açılardan bu çelişkilerin olduğu doğru. Ancak sosyolojik izahlar yetersiz kalıyor. Çelişkinin büyük bir kısmı dindarlık ve modernlik tanımlarından kaynaklanıyor. Eğer dindarlığın tezahürlerini esas alacaksak birincisi kısmen doğru. Bu ülkede her Cuma günü 15 milyondan fazla insan camiye gidiyor. Oruç tutma oranı %80’lerin üzerinde seyrediyor. Hacca gitmek için bir yılda Cumhuriyet tarihinin elli yılına bedel insan müracaat ediyor. Ancak bu tezahürleri, dindarlığın gerçek değerleri açısından ele alırsak farklı bir tablo ile karşılaşırız.
 
Türkiye’de özellikle son yıllarda yaşanan köklü toplumsal değişimler karşısında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne tür projeleri var?
Diyanet İşleri Başkanlığı son yıllarda toplumsal değişimleri dikkate alarak görevlerini yeniden tanımlama yoluna girdi. Yasaların verdiği “toplumu din konusunda aydınlatma” görevinin sadece mevcut bilgi materyalleriyle, vaaz ve hutbe yoluyla gerçekleşemeyeceğini görerek, ciddi bir şekilde bilgi üretmeye ve söz konusu bilgiyi daha yaygın olarak toplumla paylaşmaya çalışıyor. Yaygın din eğitimi görevini daha bilimsel bir zemine oturtmaya çalışıyor. “Din Hizmeti” görevini de aynı şekilde yeniden tanımlayarak daha sosyal içerikli bir din hizmeti sunma gayreti içinde. Hizmet talep eden ülke sayısı hızla artıyor, yurtdışı hizmetleri iki katına çıkarıldı. Ancak toplumsal değişimler karşısındaki projelerde çeyrek asırlık bir gecikme yaşadığımızı itiraf etmek isterim.

Paylaş Tavsiye Et